Sözün bağlayıcılığı, kişinin ağzından çıkan kelimeleri samimiyetle sarf ettiği ön kabulüne dayanır; beşerî hayat için varlığı zorunlu bulunan nizamın devamlılığı adına öyle de olması gerekir. Resûlullah Efendimiz (SAV)’in bir hadis-i şeriflerinde buyurduğu üzere Müslüman “içki içebilir, zina edebilir, ama asla yalan söylemez.” Müslümanların işledikleri veya işlemeleri muhtemel günahlara bir mazeret veya bunları hafifletme istikametinde değil de, bu günahlardan sadır olan büyük dehşetin bile yalan söylemenin yanında ufak kaldığı şeklinde anlaşılması gereken bir ulvî bir ihtar bu... Kur’an, anlaşılsın diye Hz. Peygamber (SAV)’in kalbine Arap kelamıyla indi. Yalancı şahidliğin (ki sözle yapılır) cezası ise ayetle sabit; nihayetinde kişiyi dinden çıkarma tehlikesi de cabası…
İbda Hikemiyatı’nın “sûretler olmasaydı mânâlar asla tecelliye gelmezdi” ölçüsü mucibince, ulvî ya da suflî “hariçten” gelip ruha doğan hislerin şuur halinde belirginleşmesinin şartı lisan mevcud bulunmasaydı, insandan bahsedemezdik. Bu yönüyle lisan, insanın aynıdır. Ruhun sûreti lisan, lisanın sûreti ise insandır.
Japon mitolojisinde kelimeler, gökteki kapıları açan sihirli anahtarlardır. Onlara göre gökte, kelimelerin açmayacağı kapı yoktur. Bu kapıların bir kısmından bela, bir kısmından da nimet gelir. Muhtemelen bu inanışın aslı da bir peygambere dayanmaktadır.
Dilin varoluş yönünden ehemmiyeti açıktır. Bu dünyada sözün yerine ikame edilebilecek bir şey mevcud değil... Ancak, başta da ifade ettiğimiz üzere, ferdin varlığı açısından zorunlu içtimaî birlikteliğin sürebilmesi için sözcüklerin doğru maksatlarla kullanımı da bir o kadar önemlidir. O yüzden Müslüman “yalan söylemez.” Her şey sözle başlar, sözle biter. Kelimeler ile onların yuva sağlaması gereken anlamlar arasındaki “maksadlı” bir münasebetsizliğin toplu bir yıkım getireceğine sanırım kimse itiraz etmez.
Anlamın ancak kendini uygun ve doğru bir biçimde yansıtan belirli formlarda tezahür edebileceği de “mânâ-sûret ilişkisi”nin gereklerindendir. Allah, bütün mahlûkatı bir denge üzerine yaratmıştır. Bu arkası boş bir iddia değil, herkesin kendi iç dünyasında tecrübe ettiği bedihî/isbata muhtaç olmayan bir hakikattir. Her anlam, dengi bir ifadeye muhtaçtır.
Bu yüzden olsa gerek, geçen iki sayımızda da ifade ettiğimiz gibi, bilhassa Hanefi fukahası, Müslümanın yalan söylemeyeceği düşüncesine istinaden vakfın tesisinde belirli biçimlerde sözlü beyanı esas kabul etmiş, istisnai durumlar haricinde bu belirli sözlü beyanların yerini başka hiçbir şeyin almasını caiz görmemiştir.
Biz de bu hafta önemine binaen Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Ahkâm’ül-Evkaf” eserinden vakıf kuranın iradesini kendileriyle gösterdiği “elfaz-ı vakf/vakıf kurucu lafızlar”ı iktibas ettik.*
Elmalılı’ya göre vakfın rüknü onun şer’an kurulmasını nas yoluyla veya zaruri olarak delalet eden özel lafızlardır.
Bir şeyin rüknü, o şeyin olmazsa olmaz unsurudur. Rükün, tamamlayıcı değil, aslîdir. Vakıf fiili, sözlü tasarruflardan olduğu için, onu husule getiren esas unsurun, özel bir ifadeden ibaret olması lâzım gelir. Bazı fıkıh kitaplarında, vakfın rüknü dört olarak kabul edilmişse de bunlar rükn-ü vakfın şartlarından başka bir şey değildir. Bu yüzden bunları rükün olarak kabul etmiyoruz ve rükün olarak lafzın çoğulu olan “elfâz”ı alıyoruz.
Herhangi bir dilde, vakfı öteden beri tanımlayan “müebbeden habs” asıl mânâsına nassan veya zarureten (örf olarak) delâlet eden lafızlar, vakfın kuruluşunu ifade eden sözlerdir.
“Elfâz-ı vakf”, madde ve şekil itibariyle iki kısma ayrılmaktadır. Madde itibariyle, esas meşruiyet dairesinde “ahkâm-ı evkâf/vakıfların hükümleri” ilmine dairdir. Lâkin şekil ve sığa itibariyle diğer akidler ile müşterek olup “genel hükümler”e tâbidir. Akidlerde muteber olan kuruluş sığası, akdin şartlarına göre değişebilir. Gerçekleşmeye delâlet eden “ihbar” sıgasının mazi kipine ait olması esastır. Sarf ve nahiv ilimlerinde zikrolunan “inşa sıgaları”, çoğunlukla kuruluş fiiline değil de kuruluşu istemeye işaret ederler. Bunlarda, hâl ve kuruluş fiiline delâlet eden söz söylemedikçe, yapılan iş muteber olmaz. Şu halde, “vakıf olsun” tabiri, biraz üzerinde düşünülmesi gereken bir ifadedir. Bu ifade, vasiyet hükümleriyle uygun hale getirilmelidir. Talakta “boş olsun, şart olsun” sığaları muteber olduğuna göre, Türkçede “emr-i gaib/üçüncü şahsa emir” sığasının “inşa özelliği”ni kabul etmek icâb etmektedir.
İbn Nüceym’in “Bahr-i Raik” isimli eserinde, vakfı kurucu lafızlar 27 başlık halinde izah edilmiştir. Bunlar sırasıyla şöyledir.
1. “İşbu arsam/arazim, miskinler üzerine, sadaka-i mevkûfe-i müebbededir.” Bu ifadenin, vakfın kurulmasına delâlet ettiğinde ittifak vardır.
2. “Sadaka-i mevkûfedir.” Hilâl bin Yahya, Ebu Yusuf ve diğer bazı hukukçular, bunu geçerli bir söz olarak görmektedirler. Çünkü sadakanın sarf edileceği yer malumdur. Mevkûfe tabiriyle nezir/adak ihtimali kalmaz.
3. “Habs sadakadır.”
4. “Sadaka-i muharreme”dir.
(Her iki ifade de, ikinci maddede izah edilen esaslara tâbidir ve muteberdir.)
5. Mevkûftur. Bu, İmam-ı Ebu Yusuf’un dışındaki hukukçular tarafından kabul edilmemiştir. Ebu Yusuf, “yalnız bu lafız ile örfen fukaraya mevkûf mânâsı anlaşılmıştır. Fukara gibi vakfın bir harcama yerinin söylenmesi ve her dönemde yoksulun bulunacağının da kesin olması sebebiyle, ebedilik anlamı kendiliğinden ortaya çıkar” demektedir. Hilâl bin Yahya bu muhakemeyi kabul etmemektedir. Ona göre “böyle bir tâbir ile kurulacak vakıf, zengin ve fakir arasında ayırım yapmaz ve her ikisine birden şamil olur. Bu hususların, burada açıkça beyan edilmemiş olması sebebiyle ‘mevkûf’ ifadesiyle kurulacak vakıf batıl olur.” Hâlbuki daha önceden yapılan açıklamalardan, örfen “mevkûf” tabirinden yoksulun amaçlandığı anlaşılmaktadır; bu durum âdeta bir nass gibi olmuştur ve burada “örfen malum olan şey, meşrut gibidir” kaidesi işler. İmam Ebu Yusuf tarafından bu ifadelerle Hilâl bin Yahya’ya cevap verilmiş ve birçok âlim tarafından bu görüş benimsenmiştir. O yüzden genel temayül Ebu Yusuf’un görüşü istikametindedir.
6. “Fukaraya mevkûftur.” Bu ifade Hilâl’e göre de geçerlidir. Çünkü fukara karinesiyle diğer ihtimaller ortadan kalkmıştır.
7. “Mahpustur.”
8. “Hapistir.”
(Bunlara has bir örf bulunmadığı sürece bu iki ifade de geçerli değildir. O takdirde mevkuf gibi olur. Türkçede “mevkuf” kelimesi de “habs” ve “mahpus” kelimeleri gibidir. Yani umumiyetle cezaevinde bulunmaya işaret ederler. Yaygın olan anlamları budur. Bu yüzden bu tabirlerin muteber sayılabilmeleri için kesin bir karinenin desteğine ihtiyaçları vardır.)
9. “Sebil içindir.” Bu tabirin fukaraya vakfı müebbed olduğu biliniyor ise, vakıf olur. Örfte böyle bir bilgi yok ise, o takdirde vakıf kuran kişiye sorulur. “Muradım vakıftır” derse, lafzın ihtimaline binaen vakıf olur. “Sadaka mânâsı murad ettim” derse adak olur. Kendisi veya geliri tasadduk olunmak lâzım gelir. Vakıf niyeti olmayıp, tasadduk da etmez ise, varise intikal eder.
10. “Fukaraya mahsus kıldım.” Bu da dokuzuncu maddede izah edildiği gibidir.
11. “Muharremdir, muharremedir.” Bu tabirin Hicaz ahalisi arasında vakıf yerine kullanılması yaygındır. Türkçede böyle bir tabir yoktur.
12. “Vakıftır.” Bu da Hicaz’da geçerlidir. Bezzaziye, genelde, bu ifadenin sıhhatine kânidir. Bu söz mevkûf tabirinin aksine Türkçede daha kuvvetlidir. Vakıf kelimesinin bizdeki lügat mânâsı, şer’î mânâsının aynısıdır.
13. “Habs mevkûftur.” Bu tek başına kullanılan “mevkûf” tabiri gibidir.
14. “Bağımın nüzlünü vakfettim.” Bu tabirin kullanılması ile kütüklerin üzerinde üzüm bulunsun bulunmasın vakıf sahihtir. Ancak Türkçede “nüzl” tabiri yoktur. “Bağımın gelirini vakfettim” de böyledir. Ancak Türkçede “gaile” yani gelir tabiri kullanılmaktadır. Burada vakıf olan bağın kendisi mi yoksa sadece geliri (nüzlü) midir? Bu konu pek açık değil ise de, teamüle göre vakf olan şeyin bağın kendisi olduğu kabul edilir. Fakat mevcut ve belli bir gaile ve nüzl var ise, bağın vakfiyeti ihtimali uzak gibi durmaktadır. Ancak üzerinde biraz düşününce görülüyor ki, böylesi ifadeden çıkan mânâ vakfın o bağın tüm gelirleri olduğu yönündedir. Bağınşu gailesi veya bu seneki nüzlü gibi kısıtlama yoktur. Gailenin ve nüzlün cinsi vakıf olunca, zorunlu olarak bağın vakfiyeti de gerekir. Bu meselenin çok hassas bir konu olduğunda şüphe yoktur.
Türkçede, “mahsul”, “hasılat” tabirlerini kullanarak, “bağımın mahsulünü vakfettim veya bağımın falan seneki hasılatını vakfettim” ifadelerini de bu noktadan değerlendirmek gerekir.
15. “Allah için mevkûftur.” Bu tabir, “sadaka-i mevkûfe” gibidir.
16. “Sadakadır.” Bu tâbir ile sadaka olur. Tasadduk etmez ise, miras olur.
17. “Vech-i hayra veya vech-i birr üzere mevkûftur.” Vakıf geçerlidir ve geliri fukaraya ait olur.
18. “Benden hac ve benden umre uğrunda sadaka-ı mevkûfedir.” Bu ifadeyle yapılan vakıf sahihtir. “Benden” tabiri kullanılmazsa, sahih olmaz.
19. “Satılmaz, sadakadır” tabiri, adak mahiyetinde bir sadaka olur, fakat vakıf olmaz. Ancak hibe edilmez, miras da kalmaz tabirlerini ilâve ederse, miskinlere vakıf olur.
20. “Şu evimin her ayki gelirinden on liralık ekmek alınız ve fakirlere dağıtınız” tabirleriyle vakıf olmuş olur. Burada vakıf, iktizayla “zaruri vakıf” olmaktadır, emir sığalarıyla değil…
21. “Şu akarım, vefatımdan sonra, sadakadır” ifadesiyle malın kendisi veya satılıp geliri sadaka olur.
22. “Malımın üçte birinin vakıf olmasını vasiyet ediyorum.” İmam-ı Ebu Yusuf’a göre caiz olur ve fakirlere sarf olunur. Tarafeyne, yani İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre, “Allah için, müebbeden” tabirleri ilâve edilmedikçe caiz olmaz.
23. “Şu dükkân vefatımdan sonra, mevkûf ve müsebbildir” deyip, masraf tayin etmezse vakıf geçerli olmaz.
24. Kişi “şu evim, vefatımdan sonra mescide müsebbildir” dese ve malının üçte biri bu işe kâfi gelse, kastedilen mescidin mevcut olması kaydıyla vakıf sahih olur; yoksa değildir.
25. “Şu evi falan mescidin imameti cihetine, namazlarım ve oruçlarımdan dolayı tesebbil ettim” denirse, her ne kadar namaz ve oruçlarının yerine geçmez ise de, vakıf sahih olur. Tesbil ve müsebbil tabirleri Türkçede kullanılmamaktadır.
26. “Şu evimi mescidin kandil yağına tahsis ettim” dense ve başka bir ifade eklenmese mescide vakıf sahih olur. Mütevelli vakfın gelirini kandil yağından başka bir amaçla kullanamaz.
27. Bir adam “malımın üçte biri vakıf olsun” der ve keserse, Ebu Nasr’a göre malı nakit ise, bu söz “şu paralar vakıftır” anlamına geldiğinde bâtıldır. Şayet malı akar ise, fukaraya vakıf olur. Burada İbn Nüceym bir yorum yapmamaktadır, ancak “şu paralar vakıftır” sözü, para vakfına verilen cevaza istinaden bâtıl değildir. Malın üçte biri tutarındaki vakıf da uygun görüldüğünden, bu tabirle kurulan vakıf sahih olur. Merhum İbn-i Âbidin, vakfın zorunluluk gereği sübutuna dair “Feth’ül-Kadir”den başka bir şekil nakletmiş ise de, 10. maddede zikredilen hususlar, burası için de geçerlidir.
Bunlar vakfın kurulmasına delâlet eden lafızlardan bir bölümüdür. Bunun dışında kalan muhtelif tabirler mezkûr prensiplere dayanılarak kolayca değerlendirilebilir. Ancak bu meselede lisan bahsinin üzerinde çokça durulması gerekmektedir; hangi kelimelerle neyin kastedildiği son derece önemlidir.
*Elmalılı Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, Nazif Öztürk, 53-56.
Baran Dergisi 481. Sayı