Fikrî metabolizması düşük bünyeler için bir yem olan “organize bilgi”yle zihinlerimiz yemlendikçe, gerçeklikle olan bağımız da koptu...
Osmanlı modernleşmesinin en önemli belgesi olan Tanzimat Fermanı’nın ilânından günümüze kadar ülkemize giren, hayatımızı etkileyen hemen her şey bize Batı’dan geldi. Ferman, esasında dönemin hegemon gücü, kapitalizmin lider ülkesi İngiltere’nin dahliyle, Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı bir metindi; detaylı bir reform vaadiydi. İçinde, Osmanlı toplumunda hiç bir ahlâkî karşılığı olmayan bir çok yeniliği barındırsa da, ruhu itibariyle bir tek gayesi vardı: Yürürlükteki şer’î-örfî hukukun yerine yeni-liberal bir hukuk anlayışı ikame etmek... Böylelikle hem padişahın rıza ve iradesinin hasrı içinde olan mülkiyet anlayışı aslî bağlamından kopartılıp esnetiliyor hem de Batı’nın “toksik bilgi”siyle zihinleri yemlenmiş, zihniyet değişimini kabule ve benimsemeye hazır kesimlere, Batılı devletlerin istekleri doğrultusunda değişim talebinde bulunma fırsatı tanınıyordu. Bürokrasiyle özdeşleşmiş aydın kesim zaten bu işe teşneydi. Batı’da belli bir sınıf temeline oturan, yüzlerce yıllık bir süreçte, belli bir sisteme ve tekniğe dayalı olarak gerçekleşen kodları kullanarak, İslâm’la içiçe geçmiş kadim bir kültürü kısa sürece dönüştürmek gibi bir hayâli vardı. Kemalizm ve Cumhuriyet’e geçiş süreciyle birlikte bu ham hayâl zirve yapacak; bir gecede boşaltılan, tabula rasaya dönüştürülen toplumsal hafızaya “zoraki aşılama” metoduyla yeni bir kimlik inşa etme sürecine dönüşecekti. Sultan Abdülaziz Han’ın katliyle başlayan darbeler dönemi de, Meşrutiyet ve Cumhuriyet’le birlikte artık bir gelenek hâline gelecekti. Dolayısıyla kendileri hiç bir şey üretmeden hazıra konmayı bir marifet bilen tüm taklidçiler gibi bizim modernleştiricilerimiz de zihnen kısır, enerji, his ve kişilik yoksunudur. Onun için de modernle kurdukları ilişki, onu tanıma yolları ve doğrulama sistemleri hep ilkel ve tekdüze bir seviyede kalmış, taklidin ötesine geçememiştir. Aradığının ne olduğunu bilmediği için bulduğunun da ne olduğunu bilmeyen, kurtuluşunu zihninde şekillendirdiği hayâlî bir Batı’da arayan, kendisini oryantalist bir yaklaşımla ele alan zihniyetin tek gerçeklik olarak dayattığı reformların ise büyük bir medeniyetten kopuşu meşrulaştırmaya yönelik keyfî uygulamalar olmaktan öte bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim Batılılaşma olarak ele aldığımız kavram esasında tarihî dinamikleri olmayan, ruhsuz biçimcilikten öteye gitmeyen bir modernleşmedir; Türkiye’yi Batılı olmayan metodlarla Batılılaştırma girişimidir.
Osmanlı İslâm medeniyeti, Batı kültürünün nüfuz ve sirayet edebileceği bir yapı değildi. İçine sızabilmek için, Batı’nın duyumcul kültürünü kabul edecek ve benimseyecek şartların oluşturulması; İslâm dünyasının ortak hafızasını, aynı zamanda ortak kültürünü oluşturan, bilginin çekirdeğini temsil eden “ana yapı”nın bozulması, ümmetin içine nifak tohumlarının ekilmesi gerekiyordu. Hainliklerini gizleme ihtiyacı bile duymayan, rejim destekçiliğini “aydın” sınıfına girmenin olmazsa olmaz şartı haline getiren “devrim muhafızları” bu görevi seve seve yerine getirdiler. “Çakma Batılı” üretim merkezi gibi çalışan eğitim kurumlarında, kendi değerlerine en azılı düşmanlarımızdan çok daha fazla düşman edilmiş parazit sürüleri yetiştirdiler. Sağcısı, solcusuyla kendi değerlerinin tamamen dışına düşmüş, artık kendi insanına sâdık kalması mümkün olmayan tüm iktidarlar ve Cumhuriyet eliti, Müslüman Anadolu insanına hep merkezden uzak tutulması, resmî ideoloji ve Batılılaşma ekseninde eğitilmesi, dönüştürülmesi gereken iptidaî bir kitle gözüyle baktılar. Ak Parti’yle birlikte, İslâmî kesim ilk defa kendi içinden İslâm’la barışık bir iktidar çıkarken, anlamsız korkuların ezikliğinden kurtulup, nefs emniyetine kavuşan insanımız da 15 Temmuz’da sokakta kurduğu iktidarı “Cumhur İttifakı”yla pekiştirdi. Dolayısıyla siyasî iktidar artık risk almalı, elini taşın altına koymaktan çekinmemelidir. Ümmet ruhunun yeniden tesisi, hayatla olan ilişkimizin “Mutlak Fikir”den hareketle belirlenmesi yolunda ciddi adımlar atmalı; “ucuz mesaj” vermek yerine, inancı eyleme dönüştürme niyet ve kararlılığında olmalıdır.
Alexis de Tocqueville, “Geçmiş geleceği aydınlatmadığı zaman, zihin karanlıkta ilerler” diyor. “Mü’min gözlerde yuvalanmış nur”u yitirdiğimizden beri bizim halimiz de bu: Fikrî metabolizması düşük bünyeler için bir yem olan “organize bilgi”yle zihinlerimiz yemlendikçe, gerçeklikle olan bağımız da koptu... Tüm hayatımızı kuşatan, düzenleyen İslâm merkezli kültürel iktidar ait olduğu alana aidiyetini ve tedâi ettirdiklerini yitirdikçe gücünü de kaybetti. Beklentinin tatlı tuzağında yolumuzu yitirdik. Gerçekliğin yalanın içinden yansıtıldığı bir dünyada, çölleşmiş ruhlarımızla, temenni ve umudun yol açtığı bir körlük içinde kendimize bir yol bulmaya çalışıyoruz. Gaflet, yanılma ve unutma ruhumuzu sardığı için, idrakimiz de eşya ve hadiselerin iç yüzünü görmekten âciz... Sabit, rutine bağlanmış, anlamsız bir hayat sürüyor, giderek dünyayı da yitiriyoruz. Ne yazık ki, kendi değerlerinin dışına düşmüş insanımız da bu rutine alıştırıldı ve bunu kıramıyor; huzursuz ve depresif... Duyarsızlık ve iletişimsizlik had safhada. Herkes birbirine karşı merhametten uzak bir öfke ve nefret hissiyle dolu. Nefret ve öfkelerinin kifayetsiz kaldığını idrakte aciz kaldıklarında, daha da ileri gidip ya birbirlerinin üzerine çullanıyor ya da öldürüyorlar! Düşünmeye, tutarlı, bütüncül bir davranışta bulunmaya ihtiyaç duymuyor... Bütünlüğe değer vermiyor, hislerinde bir bütünlük aramıyor. Arkasında bol miktarda düşman, bir o kadar da kurban bırakarak yaşamaktan âdeta zevk alıyor! Ciddi bir varlık muhasebesine soyunup, kendisini idrak etmediği sürece de istenilen “çekim havuzları”na kolayca yönlendirilen, kendisi adına verilmiş kararları uygulayan, onları tanımlanmış toplumsal normlar içinde yerine getiren bir toplumun üyesi olarak kalmaktan başka da şansı yok! Kalıplaşmış zevkleriyle modanın ve markanın peşinde koşarak; giyim kuşamından, yaşadığı mekânların tefrişine kadar belirleyici olan düşünce kalıplarını hayatına taşıyarak kendine kurduğu sahte dünyada yaşamak zorunda. Böylesi iptidaî bir anlayışın oluşmasında en büyük vebal; kendisi kayda değer hiç bir şey üretmeden, sadece taklid ederek yüzlerce yıllık bir kültürü kısa sürede dönüştürebileceğini, toplumu modernleştirebileceğini zanneden Jön Türk / Kemalist geleneğindir. Geçmişin tümüyle reddi ve inkârına dayanıyor olması hasebiyle, Doğulu kalamadığı gibi Batılı da olamayan, devşirme bir kültürden beslendiği için de kendine ait bir bilimi, sanatı ve edebiyatı olmayan bir “geleneksizlik geleneği”dir. Bu geleneğin insanı kendini “ilerici” olarak tanımlasa da özü itibariyle; kendi değerleriyle çatışan, elinde aldanışlarından başka bir şeyi kalmamış, mânen iflâs etmiş tutucu bir “garbzede”dir. Kendi dünyalarından başka dünyalar da olabileceğine bir türlü akıl erdiremeyen, yanlış inancını yasa hâline getiren ve giderek kininde fosilleşen bu “azad kabul etmez köleler”in bir tek ortak paydası var: İslâm düşmanlığı! İslâm’a duydukları nefret gözlerini kör etmiş durumda. İşin tuhafı, hiç birinin hâline şuuru yok. Dahası hallerine şuurlarının olmadığına da şuurları yok. Ayıkken düşündüklerini içince söyleyen sarhoş misâli; nefretlerini farklı figürler, farklı semboller üzerinden kussalar da, ekseriyeti, “gizli inançsız” olduğunun idrakinde bile değil. Bu “tersinden harika” yaratıklar şimdilerde tüyme hazırlığındalar. Tutan yok. Anca giderler. Tek kaygıları “iyi yaşamak” olduğu için, ihtiyaçları olan “suyu”, “gübreyi” buldukları her yerde, ot gibi yaşayıp gideceklerdir. Ülkemiz ve insanımız için bir kayıp değiller. Tek kaybeden; bu tahammül edilmezlere katlanmak zorunda kalanlar olacak. Yan gelip yatmaktan, pot üstüne pot kıran “patavatsız efendi”lerinin yediği herzelerin “osuruk tutucu”luğunu yapmaktan baya yorulmuşlardı, artık gittikleri yerde dinlenirler.
Dolayısıyla, Türk toplumunda ikiyüz yıldır süren kavga, gösterildiği gibi, bir ilerici-gerici yahut evrensel-yerel kavgası değildir. Evrensel olanın ancak Batılı değerler ekseninde tanımlanabileceği peşin kabulünden hareketle yola çıkıp, yanlış inancını yasa hâline getiren, İslâm ve Doğu’yla ilgili klişe görüşlerini dayatmayı kendinde bir hak olarak gören, dinine, devletine yabancılaşmış “garbzede”lerle; hayat ve zihin dünyası olarak artık ideal bir yerde durmasa da, maziye saygıda kusur etmeyen, hardal tanesi kadar da olsa, kalbinde kendisini koruyacak bir imanı olan yerli ve millî unsurlar arasındaki bir kavgadır. Muhafaza ettikleri şeyler farklı olsa da, zihnî kolonyalizmin vurgununu yemiş olmak ortak paydasında birleşirler. Dolayısıyla, meseleleri meselenin istediği bir seviyede ele alabilmemiz, “kim” olduğumuza tanıklık edebilmemiz, gerekli siyasî, kültürel ve sosyal dönüşümü yapabilmemiz için, bugüne kadarki metodolojinin zıddı bir yaklaşıma; Doğu’yu ve Batı’yı yeniden okuyup içinden geçirebileceğimiz bir “şuur süzgeci”ne yeni bir dil ve diyalektiğe ihtiyacımız olduğu da bir bedahattir. “Teori çareden doğar, çare teoriden değil”, doğrusu bağlamında söylersek, tutunabileceğimiz tek bütüncül yapı; “kendinden zuhur” hâlinde farklı görüntüler altında ortaya çıkarak belirleyici olan ve çağının zihnî temelini oluşturan “Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü”dür. Zira, “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilmiş tek sistemdir. Mutlak’la bağı olmayan bir sistem ise bütüncül değildir. Mutlak’la bağı olmasa da, farklı değişkenlerin korelasyonuyla bütüncüllüğün temin edilebileceği, bu değişkenlerin birbirini denetleyeceği, düzelteceği, tamamlayacağı, zenginleştireceği ve gerçekliğin elde edilmesinde bunun yeterli olacağı düşüncesi yanlıştır. Bunlar bizi gerçekliğin sadece bir yanıyla temasa getirir, ancak yanılmayla karışık kısmî bir doğru verebilirler. Dahası dünyayla olan ilişkisini, “Mutlak”a göre belirlemeyen her kültür ve bu kültürün her ferdi İlâhî düzene karşı isyandadır. Modernite de böyle bir çağın ruhudur. Dolayısıyla, tuhaf karşıladığımız, artık bu kadarı da “kıtlık getirir” diye baktığımız pek çok şey; şiddet tehdidi ve tekeli, illegalite, kural tanımazlık, mâlî konularda disiplinsizlik, aslında modern yapıların, sivil toplum düşüncesinin içine ustaca gizlenmiş olarak hep vardır. Ne var ki, gözlerimiz tekâmül etmiş bir ruhun penceresi olmadığı için, onları gerçekleşmeden önce göremiyoruz. Onun içindir ki, yüzlerce yıldır çaresizliğin ezilmişliği içinde kıvranan İslâm dünyası kendisine yeni bir ruh, yeni bir kimlik kazandıracak, yeni bir hafıza inşa edecek “Büyük Doğu-İbda Dil ve Diyalektiği”ni benimseyip, bir an önce uygulamaya sokmak zorundadır. Zira, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti de olamayacağına göre”, insanlara yanlış şeyler öğreterek, onlardan doğru davranmalarını da bekleyemezsiniz... İnsanın değişmediği bir yerde de hiç bir şeyi değiştiremezsiniz: Dünün mütegallibesinin yerini bugünün spekülatörü alır, değişen başka bir şey olmaz. Yasal olan kolayca ahlâkî olanın yerine geçer... Başarı ve bağış tüm ahlâksızlıkların kamuflajı hâline gelir. Ahlâkî çöküş tüm üst sistemin de çöküşü demektir. Bir hadis-i şerifte, “Dünya mü’minin ne güzel bineğidir... Onunla güzelliklere ulaşır, kötülüklerden uzaklaşır,” buyuruluyor. Dolayısıyla bineğimiz olacak dünya, yani üzerinden yürüyeceğimiz kültür ve bu kültürün iç hayatı, bulacağımız tüm şeyler, ulaşacağımız tüm yerler üzerinde belirleyicidir.
Nitekim önünde, Sovyet ve Çin devrimi gibi ibretlik-somut örnekler olmasına rağmen, hâlâ taşra-varoş kültürü üzerinden yürümeye çalışan, Marksizm’i kavrayıp zihinselleştiremediği gibi, dünyayı da, insanı kaba ve ortaklaşa bir tipe irca eden modernist bir anlayış üzerinden kavrayan Türk Solu’nun, bir süre devrimci romantizm etrafında gezinip, Kemalizm’de karar kılmaktan başka gidebileceği bir yer yoksa; “gerçek deha”nın ortaya koyduğu, “İbdaî bir kaynak”tan yayılan “yeni”yi kavrayıp, “O Bütün”e ulaşamayan İslâmî kesimin de, “tepkisel modernizm”in ötesine geçip, İslâm’a muhatap bir anlayışa sahip olması, İslâmî zevki yansıtan eserler üretmesi mümkün değildir... Taşra zevksizliği üzerinden yürüyen, insanın inanma arzusunu kıran köylülükle içiçe geçmiş bir dinsellikle de, ruhsuz biçimcilikten öte gidebileceği bir yer yoktur.
Aylık Dergisi 174. Sayı Mart 2019