Cumhurbaşkanımız ve başbakanımızın muhtelif zaman ve mekânlarda Üstad'ı ve Büyük Doğu’sunu (ismen) insanların kulağına çıtlatmasıyla Üstad ve eserleri; ergence melankoli ve enaniyet dolu onlarca insanın sosyal medyadaki saçma paylaşımlarından sıyrıldı denilebilir. Anlatmak istediğim vaziyet Hz.Mevlâna'nın sözlerinin “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” şeklinde gereksiz, zamansız, içi boş paylaşılmasından maada çıkarabilirsiniz. Velhâsıl artık Üstad okunmaya başlandı! Bu müthiş gelişme ne kadar sevindirici olsa da bazı müşahedelerimin sevincimi yerle yeksan ettiğini söyleyebilirim. Meselâ Üstad'ın en çok satılan (en çok okunan değil dikkat!) “O ve Ben” eserini sıradan vıcık bir aşk macerası zannedip alanlar, aldıktan sonra bitirmek için azimlice okuyanlar ve okuduklarından zerrece bir şey anla(ya)mayanlar! Çok basit ya hu; Efendi Hazretleri'nin ve Üstad'ın çoğu yerlerde Şeyh-i Ekber diye bahsettikleri zat İbn'ül Arabî Hazretleri'dir ve hikmetli söz ve davranışlarını sık sık muhtelif eserlerde ve mahut eserde görebiliyoruz. Ancak bunlara rağmen “Üstad” deyip de Şeyh-i Ekber'i sapık ilan eden yarım “hoca”ları dinleyip okumak Üstad'ı anlayamamak, anlayıp da ona bazı konularda güvenememek, belki Üstad'ı sapık görmekten başka ne anlama gelebilir? Bunlar, ahmaklık ve midesizliğe kadar gitmek istidadındaki insan karakterine en müşahhas örnektir. Belki de en önemli nokta Üstad'ın Ehl-i Sünnet yolunun düşmanlarını bir bir ifşa etmesidir. “Doğru Yolun Sapık Kolları” eserinde tehlikeyi etraflıca ortaya koyduğu halde, ben Üstad'ın bir konferansında geçen şu ihtarını her müminin beynine kazımasını istiyorum: “...Son zamanlarda İslâm’a musallat akılcılar ve güya İslâm’ı arındırma yolunda olanlar... Bu pazarlıkçılar İbn-i Teymiyye'den geliyorlar. Bunlar, İslâm’ı hurafelerden temizlemek davasını güderek en büyük hurafeye, akıl hurafesine inananlardır.” Bu sözler özüyle mahut eserde ve aslen “Dünya bir İnkılâb Bekliyor” adlı konferansta geçmektedir. Şimdi bugün yerden bir anda biten yarım hocaların bilmem kimler olduklarını anlayabildiniz mi?
Yeri gelmişken, Üstad'a bazı konularda güven(e)memek, özellikle onun “mütefekkir” olduğunu söyleyip bizde mütefekkirin mânâsının en kavî şekilde imandan geldiğini anlayamamaktır. Tefekkür çok derin bir denizdir ve kendini isnad ettiğin bir yer olmazsa boğulur gidersin. Üstad Müslüman, isnad noktası da İslâm olduğuna göre ve İslâm'dan kastımız sadece kelime-i şehadet olmadığına göre Üstad'a itikadî meselelerde güven(e)memek en büyük keleşliktir. Üstad'ın deyimiyle “O'nu anlayan” tek insan Mirzabeyoğlu'nun “Yılanlı Kuyudan” eserinden aldığım şu nükteye dikkat: “Büyük irşad kutbu Esseyyid Abdülhâkim Arvasî Hazretleri'nin yakınlarından ve Üstadım'ın dostu Muhib efendinin harikulade bir sözü var: Efendi Hazretleri ne söylerse yaparım ve Necip Fazıl ne yazarsa okurum.” Meselâ “İmân ve İslâm Atlası”, “Doğru Yolun Sapık Kolları”, “Çöle İnen Nur”, “Peygamber Halkası”, “Tasavvuf Bahçeleri” eserleri ve dahası gibi...
Düşünün ki, bir külliyat sahibisiniz ve haklı olarak kendi camianızda ve öteki camialarada bir itibarınız var. Bunu belki hasetten, belki başka zırvadan dolayı kendine hamletmeye çalışan bir “A kişisi”ni nasıl görürdünüz? Üstad'ın adının bir harfini dahi geçirmeden O'nun eserlerinin sanki alternatifiymiş gibi yine O'ndan aparılmış kemiyette külliyat ama keyfiyette “kül” düzen ve adını “üstad, hoca”ya çıkarmaya çalışan birilerini görürseniz, duyarsanız beni hatırlayınız. Bu kişiler yazdıkları eserlerde vermek istediklerini bile karma karışık biçimde sunuyorlar; aynen kullanılan boyaların terkibinden zarif bir tabiat harikası çıkabildiği ve aynı malzemelerin farklı bir terkibinden son derece çirkin bir resim de doğabileceği gibi. Üstad'ı ciddi ciddi okuyanlar durumu ve şahısları hemen kavrar zaten.
Şimdi yazının belki en kritik yerine geldik: “Üstad, Büyük Doğu” diye ağzını şapırdata şapırdata konferans veren, O'nu anladığını ya da en iyi anladığını iddia eden, ama anlamanın da ne demek olduğunu anla(ya)mayan ve etkileşim halinde olduğu cemiyetleri de yanlış etkileyen, Büyük Doğu'ya nüfuz edememiş ve ondan nasibini alamamış, onun derisinde bit hayatı süren kişilere!.. Üstad'ın “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” diye bir eseri vardır ve bu eserin gâyesi de “Batı tefekkürü ve İslâm tasavvufu arasında kanatlarını açmış, birinciyi ikinci önünde hesaba çekme”yi şiar edinen Büyük Doğu'yu örgüleştirmek. Şimdi, “Büyük Doğucu'yum” diyen ve muhtelif zaman ve mekânlarda Büyük Doğu propagandası yapan biri nasıl olur da Büyük Doğu'nun tanımını atlayabilir? “Bırakın bir kenara Hegel'i, Kant'ı, Sokrat'ı, Allah Resûlü'nün kelâmı konuşsun!” diyebilir? Hepimiz Müslüman olarak bu sözü başta tasdik edip “Vay be ne büyük, cesurca laf!” deriz ve hep, her yerde “O” konuşsun deriz; ama mahut sözle “Hikmet (ilim) müminin yitik malıdır, nerede bulsa alır.” hadis-i şerifini kenara atıp bizzat Allah Resulü'nü susturmuş olmuyor muyuz? Kaldı ki “peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” tezi üzerindeki BD-İBDA; cenuptan şimale, garbdan şarka her nerede olursa olsun hikmetli ve doğru bir söz ya da davranış varsa o bizimdir demiyor mu? “Hakikati öğren, söyleyeni sonra öğrenirsin” hikmetini ezmiş olmaz mıyız? Az evvel de bahsettiğimiz Osmanlı'nın manevi babası Şeyh-i Ekber “Küfrü bilmeyen gerçek mânâda imanda olamaz” derken neyi kastediyordu hocalarım, üstadlarım? Daha ne sözler söylemek istiyorum da alanım sınırlı...
Bir diğer önemli mesele de Üstad'ın muhtelif sözlerle defalarca övdüğü biricik öğrencisi Salih Mirzabeyoğlu'nu dokunulması yasak, “cız” olarak görmek ya da O'nu görmezden gelerek Üstad'ı anladığını zannetmek... Hayatı küfre ve ham yobazlığa karşı mücadeleler içinde geçmiş Üstad'ı anlamanın yolu yine O'nu takip eden ve yine davası uğruna hayatı mücadelelerle dolu Salih Mirzabeyoğlu'nu anlamaktan geçer ve bu Büyük Doğu'yu yaşama tatbik edebilmenin tek yoludur. Zira Üstad, Kumandan'a ne diyor: “Beni anlayan bir tek sen varsın.” İşte bu anlamanın neticesi olarak açığa çıkmış 60 cilt eserden müteşekkil bir külliyattır İbda…
Yazımı Üstad'ın otobiyografi eserleri “Bâbıâli”de geçen ve Anadolucu geçinen bir muharrirle Üstad arasında yaşanan ironik bir pasajla bitirmek istiyorum:
“Meserret'e Ahmed Hamdi girdi, Genç Şairin karşısına geçti ve hemen sordu:
-Biliyorsun ki, ben Erzurum'a gidiyorum. Sen darülfünundan evvel bulundun orada... Nasıl yer?
-Ne bekliyorsun ki, nasıl diye soruyorsun?
-Meselâ içinden geçerken piyano sesi duyulan bir sokağı yok mu?...”
İşte bizlerin, Üstad ve Büyük Doğu'sunu anladığımızı sanmamız Anadoluculuk davasındaki Ahmed Hamdi'nin Anadoluculuğundan öte bir keyfiyet taşımıyor ne yazık ki.
Baran Dergisi 446. Sayı