Birinci Dünya Savaşı ile beraber Devlet-i Aliyye’nin yıkılması esnasında maddî, manevî pek çok değeri ardımızda bırakmak zorunda kaldık. İstiklâl Harbi ile beraber Anadolu’yu madde planında kurtarmışsak da, o dönemki iktidar sahipleri, İslâm düşmanlığı çevresinde şekillenen şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit ettiklerinden dolayı mânâ planında kaybettik.
Mânâdaki Kırılmanın Madde Planına Aksi
15 Temmuz 2016 tarihine kadar da elimizdeki bütün maddî değerlere karşı o dönem iktidarı elinde tutanların seleflerinin taarruzları kesintisiz olarak sürdü. Bu taarruz, mânâ planında, 1999 senesindeki Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kurtuluş Yılı” çıkışla beraber kırılırken, aynı taarruzun madde planında bertaraf edilmesi ise 15 Temmuz 2016 gününe nasib oldu. Tabiî bundan sonra da karşı taarruz devresi de başlamış oldu. Suriye’ye yönelik olarak gerçekleştirilen “Anadolu Dalı” operasyonu ile beraber içine tıkıldığımız “yurtta sulh, cihanda sulh” isimli deli gömleğini yırtarken, Türkiye’nin yeniden bizim olan coğrafyaya yönelik alâkası Katar, Libya, Mali ve Sudan’daki askerî üslerle beraber giderek arttı.
Madde planındaki bu ilerleyişin mânâ planındaki remzi ise, Cumhuriyeti kuranların, kime hizmet ettiklerinin vesikası olarak müzeleştirdikleri İstanbul’un fethinin kılıç hakkı olan Ayasofya Camii’nin yeniden aslî hüviyetine kavuşturulması oldu.
Aksiyon Santrali Fikir
Tüm bu müsbet gelişmelerin yanında elbette pek çok eksikten ve geç kalınmışlıktan da söz edilebilir. Bizim de defaatle tenkit ettiğimiz üzere, Türkiye hâlen kendi iç “oluş” sürecini başlatamamış ve kendi iç nizâmını tesis edememiştir. Bunun içeride sebeb olduğu sıkıntıların yanında, aynı zamanda dışarıda ifâ edilmekte olan misyonların tamama erdirilmesi önünde mâni olduğundan pek çok kereler bahsettik. Bununla beraber Türkiye’nin hâlen kendi aksiyonunu üretecek, aksiyon santrali hüviyetinde bir fikir sistemini haiz olmadığı ve bu sebeble de ilerlemesinin aksiyonlarla değil de reaksiyonlarla şekillendiğinden de bahsettik.
Şimdi tam da bu noktada, yaşanan bir gelişme, Türkiye’nin inisiyatifi bir kez daha ele alması, tarihî misyonunu bir kez daha üstlenerek kendisinden bekleneni gerçekleştirmesi, İslâm âlemindeki rolünü perçinlemesi ve tüm bunların da ötesinde iman gereği olarak hareket etmesi adına tarihî bir fırsat sunmaktadır.
Biden Suçüstü Yakalandı
Seçim propagandasının önemli bir kısmını İstanbul’daki Suudî Arabistan Başkonsolosluğunda öldürülen ve cesedine hâlen ulaşılamayan gazeteci (büyük ihtimalle CIA’e çalışıyordu) Cemal Kaşıkçı suikastının fâillerini cezalandırmak üzerine kurgulayan Joe Biden, geçtiğimiz hafta yayınlanan CIA raporunda her şey ayan beyan ortada olmasına rağmen bu konuda herhangi bir adım atmadı ve yine mezkûr rapora göre bu suikastın azmettiricisi konumundaki M. Bin Selman’a yönelik herhangi bir girişimde bulunmayacağını bildirdi. Açıklama sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nde bu süreci takib eden gazeteciler “Kaşıkçı dosyası kapanmıştır.” diyerek, hadiseye Amerika tarafından bir nokta konduğuna dikkat çektiler.
Yahudi Suud Kabilesi
Amerikan dolarının altın karşılığı rezerv para olmaktan çıkıp da, şahsiyetini topyekûn petrolden bulduğu günden beri Suudî Arabistan’ın Amerika’yı, daha doğrusu Amerika’nın başını çektiği dünya düzenini ayakta tuttuğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra Suudî Arabistan’ın başındaki Suud ailesinin, dergimiz yazarlarından Çakal Carlos’un şahitliğiyle bir Yahudi kabilesi olduğunu da biliyoruz. Yâni burada tabelasında İslâm yazan; fakat buna mukabil Allah ve Resûlü’nün düşmanı her kim varsa onu dost edinmiş bir Suudî Arabistan profili görüyoruz. Tüm bunların yanı sıra, bir önceki Amerikan başkanı Donald Trump ile beraber Arabistan’daki toplantıda bir küreye el basıp poz verdikleri günden beri, Suudî Arabistan ve onunla beraber hareket eden Birleşik Arab Emirlikleri ve bunların finansmanında hareket eden Mısır ile hayatta kalmaya çalışan birkaç çevre ülkenin İsrail’le normalleşme adı altında nasıl bir ittifaka girdiğini, bu ittifakın asıl hedefinin İran değil Türkiye olduğunu, Türkiye’nin İslâm âleminden tecrit edilmesi için kullanılan PKK-PYD’nin Amerika tarafından organize edilirken bunlar tarafından finanse edildiğini, yine Doğu Akdeniz’de İsrail’in çıkarını muhafaza edebilmek için yine aynı ittifakın Türkiye’ye karşı Libya ve Yunanistan’da ne gibi roller üstlendiğini de görüyor ve biliyoruz. Belki de tüm bunlardan daha ehemmiyetlisi Filistin’in, Kudüs’ün de yine aynı çete tarafından Yahudiye nasıl peşkeş çekildiğini de görüyoruz.
Kâfir Mukaddes Beldelerimizi İşgâl Etti
Siyasetin günlük itiş kakışı, karşılıklı menfaatler gereği kurulan ittifaklar ve dengelerin ötesinde, dikkat ediyorsanız burada bütün Müslümanları alâkadar eden bir mesele hâsıl oluyor: Mescid-i Haremeyn’in Yahudi ile Amerika’nın işgalinden kurtarılması.
Bugüne kadar siyasî meseleler içinde Suudî Arabistan’ın gerçek yüzü görülmemiş olabilirdi ve Müslümanlar da üzerlerinde böylesi bir mesuliyetin yükünden habersiz yaşayabilirlerdi; fakat yaşanan bu son gelişme, yâni Cemal Kaşıkçı’nın M. Bin Selman’ın emriyle İstanbul’da öldürüldüğü ve cesedinin de parçalara ayrılarak yok edildiği ayan beyan ortaydayken Amerika tarafından izlenen bu siyaset, en köşeli kafaların bile en azından Suudî Krallığının Amerika tarafından esir alındığını idrak etmesine vesiledir. Suudî Krallığı Amerika’nın elinde esirse, Mescid-i Harameyn de, yâni Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere de Amerika’nın, Yahudinin elinde esir demektir. Daha da açmak gerekirse, zımnî olarak da olsa Müslümanların Kâbe’si Amerika’nın elinde esir demektir; Allah Resûlü’nün kabri şerifinin bulunduğu Mescid-i Nebevî Amerika’nın elinde esir demektir… Hangi Müslüman hem ilk kıblemiz Kudüs, hem son kıblemiz Kâbe ve hem de Allah Resûlü’nün ebedî istirahatgâhı kâfirlerin elindeyken bunun ıstırabını duymayabilir?
Türkiye’nin En Şerefli Tarihî Misyonu
Dün bu mukaddes toprakları kâfirin eline bırakmamak için çekirge yemek bahasına elde silah dövüşen bizsek, bugün de bu toprakların bir kez daha küfür hâkimiyetinden kurtarılması yine bizim meselemizdir. Zaten bu mukaddes toprakların Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilmesinin başlıca sebebi Memlûk Sultanı’nın mukaddes beldeleri ve hac yollarını Portekiz ve İspanyol saldırılarına karşı koruyamaması değil miydi?
Mukaddes Topraklar Amerika-Yahudiden Kurtarılmalı
Şimdi Türkiye’nin önündeki fırsata gelelim. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye’nin tarihî misyonlarının en şereflisini üstlenmek üzere, “One Minut” ve “Dünya beşten büyüktür” çıkışında olduğu gibi, mümkün olan bütün platformlarda, tüm Müslümanlara hitaben bu vaziyeti en yüksek perdeden seslendirmesi, Müslümanların mukaddes topraklarının Amerika ve Yahudi’nin elinde esir olduğunu, zımnen işgâl edildiğini duyurması ve buna karşılık olarak mukaddes toprakların Suudî hâkimiyetinden çıkartılmasını ve Müslüman ülkeler tarafından kurulacak olan müşterek bir yönetimin idaresine bırakılmasını gündeme getirmesi son derece yerinde bir hamle olacaktır.
Stratejik İman Hamlesi
Böylesi bir girişim Türkiye’nin tarihî misyonunu ve rolünü içeride ve dışarıdaki bütün Müslümanların hafızasında tazelerken, bahsettiğimiz hedefin gerçekleşmesi hâlinde Yahudi-Amerikan menşeili dünya düzeninin temel dayanağının ayaklarının altından çekilmesine, petro-dolar düzeninin yıkılmasına vesile teşkil etme potansiyelini de haizdir.
Siyasetin yanı sıra bahse konu olan vaziyetin zaten başlı başına bir iman meselesi olduğunu bir kez daha hatırlatmaya bile lüzum yoktur sanıyoruz.
15 Temmuz ile dışarı doğru uzanan Anadolu dalları ve Ayasofya’nın aslî hüviyetine kavuşturulmasından beridir içeride bir tıkanıklık yaşanıyor. Hem iman borcu dolayısıyla, hem tıkanıklığın aşılması ve hem de memleketin üzerindeki ataletten kurtulmak için Türkiye’nin bu işe bir ân evvel girişmesi ve bu şerefin peşinden koşması son derece elzemdir.
Böylesi bir süreçte hesap kitap Türkiye’nin aleyhine görünse bile Allah’ın rahmeti ve bereketi bizimle olacak, tarihimizde pek çok misâline rastlandığı üzere, az iken çok olanlara galib gelişlerimizin sırrı bir kez daha yüzünü gösterecektir.
Tarih bir kez daha tekerrür edecekse, Ayasofya tamam, şimdi sırada mukaddes beldelerimiz var!
Baran Dergisi 738.Sayı