Bir devletin kendi adına kararlar alabilmesi, o devletin kudreti nisbetinde mümkündür. Uluslararası planda hemen her devlet, birbirinin ya muhtemel rakibi yahut muhtemel müttefikidir. Bu çerçevede güç dengeleri kurulur ve politikalar oluşturulur. Lakin bu güç dengeleri ve ittifaklar devletlerden birinin egemenlik sahasına tecavüz raddesine geldiğinde, o devletin ittifak ettiği diğer devlet veya devletlerin periferisi (çevresi/uydusu) konumuna geldiğini anlarız; o devlet artık, girdiği ittifaklarda egemenlik sahasına tecavüz etmekten imtina etmeyen müttefik(ler)inden bağımsız hareket etme kabiliyetini yitirmiştir.
Devlet “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasî bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık”tır ve meşrûiyetini, içtimaî mânâda en şümullü kurum olarak temsil ettiği milletin değerleri çerçevesinde politikalar üreterek kazanır. Bu politikaları üretebilmesinin yolu ise bağımsızlıktan geçer. Bağımsızlık, iktisadî ve askerî sahalarda kendi kendine yetecek bir birikime sahib olması ve kendi adına kararlar alabilmesinde yatar. Siyasî bağımsızlık, iktisadî ve askerî bağımsızlıkların bir tarafıyla sebebi bir tarafıyla da neticesidir. Uluslararası sahada iddia sahibi olmak, ilk önce kendi bağımsızlığını elde etmekten geçer. Bu güne kadar yüzlerce kez isbatlanmış kaziyemizin mukaddemi budur. Ardından uluslararası arenada yaptırım gücüne sahip olabilmek maksadı doğrultusunda yol kat edilmeye çalışılır.
Geçtiğimiz günlerde Malatya’da TSK’ya ait iki keşif uçağı aynı anda düştü. Bu olaydan iki gün önce de Türkiye hiçbir merciiden izin almadan “Şah Fırat Operasyonu”nu gerçekleştirmişti. Bu iki hadisenin arka arkaya gelmesi sabotaj ihtimalini güçlendirdi.
Türkiye 1950’lerde NATO’ya üye olan bir ülke… Üyelikten sonra yüzünü tamamen Batı’ya dönmüş ve Batı’nın yönlendirmeleri ile politikalar üretmiştir. Sınâi mânâda gelişim kaydedemeyen Türkiye’nin askerî envanter ihtiyaçları da Batı (ve 90'lardan sonra İsrail) tarafından karşılanmıştır. Batı mütemadi gelişim içerisinde modası geçmiş silahlarını Türkiye’ye satarken, bu silahların bakım, onarım ve modernizasyonunu da kendisi yapmış ve böylece hem ekonomik sömürünün devamlılığını sağlarken hem de Ortadoğu’nun en önemli ülkesinin silahlı kuvvetlerine hâkim olmuştur. Kemiyet bakımından dünyanın en büyük ordularından birisine sahip olan ve “modernizmi-çağdaşlığı” şiar edinmiş Türkiye, bu sebebten her dâim çağının gerisinde kalmıştır. Mekanik silahlardaki zafiyetimiz bir tarafa, kullanılan teçhizatların yazılımları Batı tarafından kontrol altında tutulmuş ve böylece Batı’nın istemediği hedeflere operasyon yapılabilmesinin önü alınmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanter listesinde bulunan radar sistemli elektronik silahların hiç biri, yazılımları dolayısıyla ABD ve İsrail hedeflerine kitlenememekte, fakat kendi insanına bomba yağdırabilmektedir.
Bu ahvale dâir müşahhas bir misal vermek istersek F-4 uçaklarından söz edebiliriz. Vietnam Savaşı sonrasında adından söz ettiren F-4 uçaklarına, Türkiye ilk olarak 1974’te sahip olmuştur. Zamanla silahlı kuvvetlerin envanterindeki F-4 uçaklarının sayısı 200’e kadar çıkarılmıştır. Körfez Savaşı sonrasında ABD F-4 uçaklarını kullanmayı terk ederken çağın ihtiyaçlarını karşılayamadığı için çöpe atacağı 40 adet F-4 uçağını Türkiye’ye Körfez Savaşı’ndaki desteklerinden dolayı hibe etmiştir. Gövdesi çürüyen ve teknolojik açıdan yetersiz hâle gelen bu uçakların modernizasyon ihtiyacı hasıl olmuştur. 200 civarındaki F-4 uçağından 56 adetinin modernizasyonu 1997 yılında imzalanan sözleşme çerçevesinde yaklaşık 1 milyar dolar karşılığında İsrail’e yaptırılmıştır. Görünüşte hibe edilen uçakların modernizasyon maliyeti neredeyse uçakların satın alınmasına denk gelmiştir.
Yukarıda belirtmiştik, uluslararası arenada her devlet birbirinin potansiyel müttefiki yahut potansiyel düşmanıdır. Yarım asırlık bir süreçte yüzünü Batı’ya dönen ve emperyalist güçlerin direktifleri doğrultusunda politikalar üreten Türkiye’nin bugün potansiyel düşmanları her ne kadar kâğıt üstünde müttefik görünseler de ABD, İsrail ve diğer Batı devletleridir. Türkiye’nin savunma sanayisinin ihtiyaçları bu muhtemel hasımlar tarafından karşılanmaktadır ve son teknoloji elektronik silahların üzerindeki yazılımlar bu devletlerin hedeflerini vurmamaya programlanmıştır. Bu durum gösteriyor ki, F-4 uçakları gibi Türkiye’nin askerî envanterinde bulunan birçok araç muhtemel bir savaşta kullanılamayacaktır. Bu harb aletlerindeki yazılımlar Türkiye tarafından üretilmeden, son teknoloji ile donatılmaları bir mânâ ifade etmemektedir. Bu açıdan baktığımızda Hamas’ın bile askerî olarak Türkiye’den daha iyi vaziyette olduğunu görürüz. Hamas, füzelerinde navigasyon sistemi kullanmadığından, İsrail bu füzeleri elektronik olarak saptıramamaktadır. Füzelerin düşeceği koordinatların iyi hesaplanması durumunda İsrail Savunma Bakanlığı’nın bile vurulabilmesi ihtimal dâhilindedir. Oysa Türkiye’den havalanacak bir füze İsrail tarafından havada imha edilmek bir yana daha havalanmadan çalışamaz vaziyete getirilebilir.
Çok övündüğümüz, dünyanın en kudretli ordularından biri olduğunu iddia ettiğimiz Türk ordusunun hali ortadadır. Var olduğunu düşündüğümüz askerî teçhizatımız aslında yok hükmündedir. Yok hükmünde olmasına mukabil, var olduğunu düşündüğümüzden ihtiyacımız olduğunu da idrak edememekteyiz. Bugün Türkiye bu askerî araçların yazılımlarını kendisi üretmek zorundadır! Gerekirse bir üs kurulmalı mühendisler aileleri ile beraber bu üs içerisinde hayatlarını sürdürmeli ve bu proje tamamlanana kadar dış dünya ile bağlantıları kesilmelidir. Eğer bunu yapamıyorsa, bu araçlardaki yazılımları söküp atmalı, gerekirse bu uçaklar, füzeler kapasitelerinin çok altında hizmetlerde kullanılmalıdır; yahut imha edilmelidir ki, ihtiyacımız olduğu gerçeğiyle yüzleşelim. Kapasitemizi bilelim ve ona göre tedbirlerimizi alalım.
Türkiye hiçbir sahada olamadığı gibi askerî sahada da bağımsız değildir; her ne kadar politikada sözün bir ehemmiyeti var ise de, Batı’ya karşı gerek başbakan gerek cumhurbaşkanı nezdinde sarfedilen sözler herhangi bir yaptırım kudretine erememekte, rüzgâr olmaktan öte gidememektedir.
Baran Dergisi 425. Sayısı