Türkiye tarihî misyonunun bilincinde. Libya’dan Suriye’ye, Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e, 15 Temmuz’dan Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına kadar, cihan imparatorluğu kimliğine yeniden dönüş yolunda önemli adımlar attı, atmaya da devam ediyor. Türkiye güçlü olmasa bu adımları atamazdı. Türkiye’nin güçlü olmasından rahatsız olanlar, attığı bu adımlardan da rahatsız. Türkiye’yi çepeçevre kuşatıp İslâm dünyasından tecrid etme, yalnızlaştırma emelindeler.
Dünya tarihinde kesin bir dönüm noktasına tekabül eden, çağ açıp çağ kapatan, kuruluş-yıkılış, keşif ve fetih gibi toplumların hayatı üzerinde büyük bir etkisi olan sıradışı hadislerin neticesi olarak, insanlığı hangi iyiliklerin yahut hangi felâketlerin bekliyor olacağını, toplumların tarihinde kısa bir zaman dilimine denk düşen iki-üç yüzyıl gibi bir sürede, tüm uzantılarıyla hiçbir insan aklı kuşatamaz. Çünkü, hakikat cüz’i değil, Küllî Aklın emrindedir. Hakikatleri bulundukları hâl üzere görebilmeniz için Küllî Akıl’a ait melekelere ünsiyet kesb etmeniz gerekir.
Yüzlerce, hatta binlerce yıllık geçmişi olan imparatorlukların gerilemesi ve çözülmesi de sıradışı bir hadiseydi; tarihî sonuçları ve toplumların hayatın üzerindeki etkisi çok büyük oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve çözülmesi yüzlerce yıl sürdü, hem Balkanlar’da hem Orta Doğu’da büyük sorunlara yol açtı. Sistemik kaos ortamını fırsat olarak gören, sorunu çözüme yağ tutan emperyalist devletlerin belirli alan ve coğrafyalarda üstünlük kurma girişimi ve sözde-devletleri kendi çıkarları doğrultusunda desteklemeleri önce çatışmalara, sonra küçük çapta savaşlara, daha sonra büyük savaş tehditlerine dönüştü; nihayetinde 1. Dünya Savaşı patladı. İnsanlık 20. yüzyılda iki dünya savaşına ve yaklaşık yetmiş milyon insanın ölümüne şahitlik etti. 1989’da Berlin Duvarı’nın altında kalacak olan komünizmle ve atom bombasıyla yine bu yüzyılda tanıştı. Muhtemeldir ki, 20. yüzyıl insanlık tarihinin en buhranlı bir dönemiydi, arkasında cevaplanmamış pek çok soru, çözüm bekleyen yığınla sorun bırakarak tarihe karıştı.
21. yüzyılın ilk çeyreğindeyiz, 19. ve 20. yüzyıldakine benzer gelişmeler günümüzde de yaşanıyor. Tıpkı, imparatorlukların gerilemesi ve çözülmesi sürecinde olduğu gibi sınırlarına ulaşmış, miadını doldurmuş Amerikan yüzyılı sona ererken, evrimini tamamlamış sanayi toplumu medeniyeti içinde yolun sonu görünüyor! Krizler daha sık, tehlikeli ve daha güçlü, küresel alandaki kavga ise büyüyerek, genişleyerek ve derinleşerek devam ediyor. “Vekiller” üzerinden yürütülen müzminleşmiş bölgesel savaşlar büyük bir savaşa dönüşme eğiliminde. Kapitalist üretim tarzı ve endüstriyel toplumların yapısına ve evrimine denk düşecek biçimde düşünülmüş; Batı’nın yararına, Batı dışında kalan toplumların zararına olacak şekilde düzenlenmiş sistemler giderek bir çıkmaza doğru sürükleniyor. ABD ve AB bâriz bir biçimde ayrışıyor ve geleneksel Batı kimliği parçalanıyor. İnsanlık eski sisteme ait yapıların işlevsiz hâle geldiği, yıkılmakta olduğu; pandeminin sanayi uygarlığına ait tüm kurum, kural ve davranış alışkanlıklarını silip süpürdüğü netameli bir süreçten geçiyor. Para ilk kez Batı’nın ellerinden kayarken, sürdürülebilirliği kapitalizmin başarılarına ve ekonomik büyümeye bağlı; alışık olduğu dünyada ayaklarının altından kayıyor. Dolayısıyla, alınan tedbirlerle krizlerin atlatıldığı yahut bittiği söylemi, artık hiç inandırıcı değil.
Zira, başta Batı Avrupa ve Amerika olmak üzere erken sanayileşmiş devletlerin merkez bankaları eliyle kalpazanlık yaparak, kendi insanı da dahil tüm dünya toplumlarını haraca bağlamaları ve ekonomik büyümelerini devam ettirebilmeleri artık çok zor. Krizler bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek, büyüyerek ve genişleyerek devam ediyor. 2008 krizi, zora dayalı el koymalar, haraç kesmeler ve karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı sun’î desteklerle doları rezerv para konumunda tutmanın ve krizlerin önüne geçmenin artık mümkün olmadığını herkese gösterdi. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen, sermayelerini ve statülerini korumaktan başka endişesi olmayan mâlî güçler; büyük ve süreklilik arz eden sorunların iktisadî ve maddî olmaktan çok, siyasî ve mânevî olduğunu göremeyecek kadar gelecek körlüğü içinde. Oysa medyadaki, teknolojideki ve iletişimdeki yeni imkânlar kitleleri farklı bir şekilde hareketlendirdi; tarihin dokusu ve toplumların yapısı değişti. Nasıl denetim altına alınacağı, nereye ve hangi yöne evrileceği ise henüz belli değil. Dolayısıyla, adım adım sosyal bir mühendislik projesi olma yolunda hızla ilerleyen pandeminin, muhtemel siyasî, sosyal ve iktisadî sonuçlarının üzerinden kuru bir mantıkla atlayarak, meseleyi sadece bir sağlık sorununa indirgemek, hiç sağlıklı bir yaklaşım olmaz.
Netice itibariyle, “Batı modeli” gücünün buharlaştığı bir dönemi yaşıyor, güçlü görünmeye çalıştıkça biraz daha batıyor. Kapitalist üretim tarzı ve karşılıksız kâğıt paraya dayalı sistemin birlik ve bütünlüğü onarılamaz biçimde bozuluyor, sistem giderek bir çıkmaza doğru sürükleniyor. Dolayısıyla, başta Amerika olmak üzere, erken sanayileşmiş Batı Avrupa ülkeleri hiç beklemedikleri kadar kısa bir sürede gelişmiş toplumların en güçlüsünden en zayıfına ve en acınacak olanına dönüşebilir! Avrupa’nın erken öten horozu Fransa’nın, “horoz akıllı” başkanı Macron’un tüm horozlanmalarının ve küstahlığa varan söylemlerinin altında bu çaresizliğin hazin itirafı var. Kapitalizmin “organik merkez”inin parçalanmakta olduğunu ve endüstriyel toplumların gidişatındaki durumun vehametini ilk gören İngiltere oldu ve AB’den ayrıldı. Beklemede ve farklı arayışlar içinde. Avrupalı-yetkili ağızlardan; “imparatorluklar geri dönüyor” söyleminin açıkça dillendirildiği bir süreçte, İngiltere’nin takınacağı tavrın önemli olduğunu ve ciddi bir biçimde takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
1989 yılı sadece Soğuk Savaş döneminin sonu değil, aynı zamanda modern çağın, Amerikan yüzyılının ve 20. yüzyılın da sonuydu. Dünya 21. yüzyıla 1991’de, 1. Körfez Savaşı’yla birlikte uygulamaya konulan yüzyıllık bir plânla girdi. Bu plânın tüm parçaları ve tamamı, yeni sistemin yeni yapılarını kurma peşinde olan küreselci güçlerin önlerinde en büyük engel olarak gördükleri Sünnî İslâm’a ve “gerçek sahipleri”nin ellerinde gerçek ve bütün bir devlet olma yolunda önemli adımlar atan Türkiye’ye yönelik. İran’ı hedef göstermeleri, hedef saptırmaktan ibaret. Haçlı-Siyonist ittifakı ve Suud, BAE, Bahreyn gibi sözde-devletlerin kendi iktidarlarını korumaktan başka endişesi olmayan, güya Müslüman yöneticileri Sünnî İslâm’a savaş açmış durumda. Savaşın göbeğinde Türkiye var ve kendi göbeğini kendi kesmek zorunda. Türkiye tarihî misyonunun bilincinde. Libya’dan Suriye’ye, Karadeniz’den Doğu Akdeniz’e, 15 Temmuz’dan Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına kadar, cihan imparatorluğu kimliğine yeniden dönüş yolunda önemli adımlar attı, atmaya da devam ediyor. Türkiye güçlü olmasa bu adımları atamazdı. Türkiye’nin güçlü olmasından rahatsız olanlar, attığı bu adımlardan da rahatsız. Türkiye’yi çepeçevre kuşatıp İslâm dünyasından tecrid etme, yalnızlaştırma emelindeler.
Tedbir her zaman tedaviden daha önemlidir. Mütevekkil bir insanın umursamazlığındaki zarafet ve asaletin birlikteliği ise muhteşemdir. Dolayısıyla, ihtiyat ve itidâli elden bırakmadan hadiseleri nefs emniyeti içinde cesaretle karşılamalı, olaylardan çok onları yöneten, yönlendiren kurallara odaklanmalıyız.
Aylık Dergisi 193. Sayı, Ekim 2020