Dünya ekonomik bakımdan ve bu ekonomik anlayıştan ötürü de içtimâî bakımdan büyük bir buhran içerisinde. Başta Batı âlemi olmak üzere dünya, bu buhrandan kurtulmak için birçok yöntemi denese de bir türlü muvaffak olamıyor ve ekonomiler içtimâî refah sathına doğru bir türlü yanaşamıyor. İngiliz devriminden sonra Yahudi’nin getirdiği piyasa ilkeleri, 20. asrın ikinci yarısıyla beraber bütün dünyada kabul görmüş olmasına rağmen işler bir türlü istendiği gibi gitmiyor. Devasa ekonomiler olanca haşmetlerine rağmen bir ânda tepetaklak oluveriyor. Can simidi olan üretim bile, bu dalgalı denizde her daim kurtarıcı olmaya yetmiyor. Globalleşmeyle beraber entegre hâle gelen sistem, bütün dünyada can çekişiyor ve Batı, geçici müdahalelerden öte köklü çözümler üretemiyor. Her ne kadar bu sistemi kontrollü bir şekilde yıkıp da altında kalmamaya çalışsa da, tutacak yeri kalmamış olan sistem, Dünya Ticaret Merkezine benzer bir sona hazırlanıyor. Bu öyle bir son ki, Hollywood filmlerinde eşine rastlanamaz, tahayyül kuvvetinin pes edeceği hazin bir son, Batı adına… İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan üretim çılgınlığı, ardından da daha fazla üretim ve gelir için imâl edilen tüketim çılgınlığı, tüketimi körüklemek için imâl edilen “ben” merkezli insan tipi… İşte, ekonomik sistem iflas ettiği vakit, Batı’yı Jurassic Park’a çevirecek olan “ben” merkezli insan tipi, yine Batı’nın kendi imâlatı… Senelerce tüketim çılgınlığını idame ettirmek adına pompalanan hazcı anlayış, işler tersine döndüğünde Batı’nın sonunu getirecek “sebeb” olmaya hazırlanıyor.
Batı Ekonomisinin Temel Dayanağı: Urlaşmış Sermaye Odakları
Batı’da ve Batı ile entegre olmuş diğer dünya ülkelerinde ekonominin temel dayanağını urlaşmış sermaye unsurları meydana getirmektedir. Özellikle cihan harbleri döneminde devletlere kredi verecek kadar büyümüş olan bu sermaye odakları, yerleşen demokrasiyle beraber siyaset üzerinde tartışmasız bir hâkimiyet kurmuşlardır. Sermaye odakları bahsini açacak olursak; enerji, savunma sanayi, bankacılık, finans, hızlı tüketim, medya, telekomünikasyon, kimya, tarım, sağlık, eğitim gibi alanlarda hâkimiyet kurmuş, çok uluslu görünen fakat elde edilen gelir tasarrufunun tek elde toplandığı, devletlerden büyük bütçeleri olan şirketler.
Bu şirketler gide gide o kadar büyük tasarrufları tekellerinde topladılar ki, ekonomik düzen devletlerin tasarrufundan çıkarak bu şirketlerin eline geçti. Böylelikle sözüm ona piyasa ilkeleri çerçevesinde bu şirketler büyürken devletler küçüldü. İktisad, bütün bir toplumun ve toplumların birbiriyle olan ekonomik ilişkilerini düzenleyeceği yerde, bu şirketlerin nasıl daha fazla kâr edeceğine kafa yoran, geri kalan insanların ise emek ve tüketim noktasında bu şirketler tarafından nasıl daha fazla sömürüleceğinin araştıran saha hâline geldi. Devletlerse, bu şirketlerin çıkarlarını korumak adına kanun çıkartan, düzenleme yapan, askerî operasyon gerçekleştiren, istihbarat toplayan çeteler hâline dönüştüler. Bugün, dünya çapında hâkim olan ekonomik ve siyasî nizamı, sanıyoruz ki kısaca bu şekilde tarif edebiliriz.
Batı Siyasetinin Hâkimi Olan Sermaye
Türkiye’de, yukarıda tarif ettiğimiz özelliklere -mikro bakımdan da olsa- sahib 3000 aileden bahsediyorsak, aynı şekilde dünyada 300 büyük aileden söz etmek mümkün. Bu aileler özellikle 18. asırda denizlerde İngilizlerin mutlak hakimiyet kurmasından sonra bankacılık sektöründen yola çıkan ve daha sonra kâr ve güç gördüğü her sektöre el atarak bir nev’i kendilerini tanrılaştıran aileler. En büyük özellikleri, paranın kendilerine tahakküm ettiği değil de paraya tahakküm eden kimseler olmaları. Bu nitelikleriyle, kurulu olan kapitalist sistem içerisinde diledikleri gibi gelirlerini arttırabiliyor, iktidarlarla girdikleri çıkar çatışmalarında propagandaya dayalı demokratik sistemi kullanarak diledikleri gibi yönetim kademelerini değiştirebiliyor, üçüncü dünya ülkelerindeyse satılmış işbirlikçileri kullanarak dilediklerini yapabiliyorlar.
Meselâ İran’dan Muhammed Musaddık’ı ele alalım. 1951 senesinde İran petrollerinin millileştirilmesi yasasını meclisten geçiren ve Başbakan seçilen Musaddık’ın bundan sonraki siyasî hayatına bir bakalım:
“ Millileştirme kararı İran'da giderek derinleşen bir siyasî ve ekonomik bunalıma yol açtı. Musaddık ve önderlik ettiği Ulusal Cephe Partisi, halk arasında güçlenmeye devam ettiyse de, yönetimde güçlü bir konumu olan elitlerin ve Batılı güçlerin Musaddık yönetimine tepkileri yoğunlaştı. İngilizler çok geçmeden İran petrol pazarından çekildiler. Musaddık'ın İran petrolü için yeni pazarlar bulmada karşılaştığı güçlükler ekonomik sorunları derinleştirdi.
Musaddık'la ciddi bir iktidar mücadelesi içine giren Şah, Ağustos 1953'te başbakanı görevden alma girişiminde bulundu. Ama Musaddık yanlılarının başlattığı kitlesel sokak gösterileri karşısında İran'dan kaçmak zorunda kaldı. Musaddık'ın muhalifleri olaydan birkaç gün sonra ABD'nin de desteğinin alındığı iddia edilen bir darbe düzenleyerek Musaddık'ı yönetimden uzaklaştırdılar ve Şah'ın ülkeye dönmesini sağladılar. ABD'nin darbe ile alakası 2000 yılında ABD eski dışişleri bakanlarından Madeleine Albright tarafından kabul edilmiş, daha sonra ABD başkanı Barack Obama 4 Haziran 2009'da Mısır'da yaptığı konuşmada bunu doğrulamıştır. Son olarak 2013 yılında Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA darbedeki sorumluluğunu resmen kabul etmiştir.[2] Vatana ihanet suçundan üç yıl hapse mahkûm edilen Musaddık, hayatının geri kalan bölümünü ev hapsinde geçirdi.”
Musaddık örneğine neden bu kadar uzun bir yer verdiğimize gelince; Birinci Dünya Savaşı sonrasında paylaşılan Ortadoğu’da, Batı hegemonyasına karşı çıkan ilk ses Musaddık’a aittir. Ayrıca yine Musaddık’ın bir darbe ile görevden alınmasında ABD’nin oynamış olduğu rol, Batılı devletlerin nasıl da sermayenin tahakkümünde hareket ediyor olduğunu resmediyor olması bakımından mühimdir.
Yine bir diğer husus olarak, dünya siyaseti üzerinde etkin rol sahibi olan Yahudi kliklerini ele alalım. Yahudi lobisinin ekonomik gücünün altında yatan nedenlerden biri her ne kadar bankacılıksa da, son yüzyılda enerji sektöründen elde edilen gelirin de katkısı yadsınamaz.
Petrolden elde edilen gelirin büyüklüğü, bugünün dünyasında hâkim olan aktörleri de belirlemiş oldu. İktidarlar büyüyen sermayeye dur demek yerine sisteme hızlı bir şekilde entegre oldular.
Batı Ekonomisinin Şekillendirdiği İnsan Tipi
Batı ekonomisinin sürekliliğini koruyabilmesi adına en önemli hususlardan birisi de idealist insan tipinin ortadan kaldırılmasıdır. Sistemin yalnızca büyük şirketlerin çarkına su taşımak üzere kurulu olduğunu düşünecek olursak; haz peşinde koşan, ben merkezli yaşayan, özenci metalaşmış, kalıplara sokulmuş, tecrit edilmiş insan tipindeki sürekliliğin bu sistemin işlemesi noktasında ne kadar da hayatî olduğu ortaya çıkmaktadır.
İnsanı nefsanî iştiyakında tutsak etmek modeli üzerine kurulu olan bu sistem, eğitim hayatından başlayarak tek tipleştirme, değer nisbetlerini maddî olana irca etme, şuur iptali, ezbercilik ve dayatılana razı etme modeli üzerine kuruludur. Bu sistemde yetişen insanlar sisteme özenle entegre edildiği gibi aynı zamanda sistemin hem maddî hem de emek bakımından sömürüleni konumundadır. Kariyer vaadi karşılığında bütün insanî değerlerden tecrit edilerek köleleştirilir ve emeği sömürülür. Aldığı cüzi ücret de kâr marjı son derece yüksek lüks tüketim ürünleri vasıtasıyla geri tahsil edilir. Sisteme zihnî bakımdan entegre olduktan sonra ve kariyeri dolayısıyla elde ettiği yüksek(!) gelire bakıp da kendisini hür addeden ferd, aslında Roma’nın can pahası çalışan kölelerinden bile aşağıdır; hiç olmazsa onlar durumlarının farkındaydı.
İnsanın nefs ve ruh kutuplarından mürekkep olduğunu, bu kutupların birinden birini gerçekleştirmeye memur bulunduğunu ve bugün hâkim olan zihniyete göre insanın yalnızca nefsine yönelik yaşadığını düşünürsek, bugünün dünyasında meydana gelen ruhî buhranın kaynağını açıkça görebiliriz.
Batının Girdiği Çıkmaz Sokak
İşin müşahhas tarafına dönecek olursak, Batı dünyası ve sonrasında sisteme entegre olan diğer ülkeler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra altınla olan ticareti önce dolar ve ardından da sanal (karşılığı olmayan) para ile gerçekleştirmeye başladılar. Gitgide "elektronikleşen" ekonomiyle beraber üretim son dönemlerde öyle bir miktara erişti ki, çılgınca yapılan tüketim bile onu eritmekten aciz. Faiz, sigorta, risk ve borsa üzerinden dönen ve esasında maddî karşılığı bulunmayan balon, artık uçamaz hâle geldi ve dünyanın birçok ekonomisi bu durumdan olumsuz etkilendi. Amerika ve Avrupa bugüne kadar günü kurtarmak adına birçok hamle yapsalar da balonun devlet bütçelerini aşması karşısında çaresiz kaldılar.
Burada şunu da izaha kavuşturmakta yarar var; meselâ "bir Batı ülkesinin diğer ülkelerden 100 kat büyük olan ekonomisi bir birim küçülse ne olur ki?" diye düşünülüyor. Hâlbuki hayatlarını tasarruf üzerine kurmuş, küçük ekonomi çevresinde yaşayan milletler, krizlerden daha az etkileniyor. Büyük ekonomilere sahib olan milletlerse, geniş ekonomik imkânlara göre şekillendirmiş oldukları hayat tarzından uzaklaşmak noktasında, çok ciddî sıkıntılar yaşıyorlar.
Batı mevcut durumun vahametinin farkında ve kontrollü bir yıkım gerçekleştirerek bu enkazın altında kalmaktan kurtulmaya çalışıyor. Ne var ki mevcut sistemin yerine teklif edecek bir yenisi elinde yok.
Bir yandan nüfus yaşlanıyor, öyle ki ekonomik bakımdan refah(!) içerisinde olan milletler çocuk yapmıyor, kendi hazları peşinde savruluyor. Sermaye bir türlü devlet elinde toparlanamıyor. Tüketim odaklı inşa edilen ekonomi, üretimin dışa kaymasıyla sarsılıyor.
Sonuç olarak sosyolojik, psikolojik ve ekonomik bakımdan İkinci Dünya Savaşı sonrasının enerjisini yitirmiş, pörsümüş bir Batı dünyası karşımıza çıkıyor.
Sonuç Olarak
İnsanı merkeze almayan devlet anlayışının çökmek üzere olduğu, demokrasinin sermayenin yönetici ataması hâline dönüştüğü, ruhî bakımdan büyük buhranların kapıya dayandığı zamanımızda, insanı merkeze alan bir kültür-medeniyet hamlesinin gerekliliği ortadadır. Haz değil fazilet eksenli yaşayışı vâz eden bir kültürle yeniden yoğrulacak bir içtimaî hayattaki iktisat modeline, bugün yalnız bizim değil bütün bir dünyanın ne denli muhtaç olduğu da meydanda.
Batıyı, Dünya Ticaret Merkezi’nin sonuna benzer bir sonun beklediğini açıkça gördüğümüze göre bizim yüzümüzü Batı ekonomik kriterlerinden kendimize ait ekonomi kriterlerine çevirmemizin zamanı gelmiştir.
Gerek ülke içerisinde urlaşmış yerli sermayenin, gerekse Batının bizzat elinde tuttuğu bankacılık ve finans gibi sektörlerde hâkim sermaye odaklarının dağıtılmasının ne denli elzem olduğu Batının bugünkü manzarasına bakıldığında net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Baran Dergisi 397. Sayı...