Dâhil oldukları sosyal çevrede hayatlarını idame ettirebilmek adına insanların bir takım ihtiyaçları mevcuttur. Bu ihtiyaçlar, temelde hayatını sürdürebilmek için zaruri olan “yeme, içme, barınma ve giyim” olarak göze çarpar ve toplumun gelişim düzeyine göre genişler. İşte en temelde iktisat bilimi bu zaruretlerin değer ölçülendirmesinin tahlili çerçevesinde ortaya çıkmıştır, diyebiliriz. “Ortaya çıkmıştır”dan kasıt modern sistemde yerini almasıdır; yoksa iktisat Hz. Adem’den bugüne insanoğlunun bilinmesine ihtiyaç duyduğu bir meseledir.

Mevcut liberal-kapitalist modelin tarihine ve günümüze gelişine, modern iktisat biliminin çıkmazını işaretlemek açısından, değinmek ehemmiyeti haiz bir husustur. Bu münasebetle Ortaçağ Avrupa’sından bugüne iktisat biliminin-sistemin gelişimine bir göz atalım.

Bugünkü serbest piyasa ekonomisine dayalı kapitalist model ana fikrini Ortaçağ Avrupa'sında filizlenen Merkantilizm ve Fizyokrasi düşüncelerinden alır.

Merkantilizm ticarete dayalı bir ekonomi fikrini savunur ve devletin ihracatı artırıcı, ithalatı düşürücü tedbirler alması gerektiğini öne sürer. Devletçi Merkantilizm moneter bir doktrindir ve amaç para miktarını artırmaktır. Zenginlik toplumun-devletin elinde bulundurduğu değerli maden (altın-gümüş) miktarı ile ölçülür.

Merkantilizmin zayıflamasından sonra ortaya atılan fizyokrasi düşüncesine göre ise devlet müdahalesi ekonomi için uygun değildir. Piyasada doğal bir denge vardır ve tarımın merkeze alındığı bir model benimsenmelidir. François Quesney bu ekolün başkanı kabul edilir ve modern iktisadın babası olarak anılan Adam Smith de meşhur “Ulusların Zenginliği” eserini ve “görünmez el” kanununu Quesney ile tanıştıktan sonra ortaya koymuştur.

“Fikirler kendisinden önce tecrübe edilen görüşün bırakmış olduğu bilgi birikiminin süzgeçten geçirilerek ve üstüne çıkılarak inşa edilir” tezinden yola çıkarak modern iktisat biliminin Merkantilizm ve Fizyokrasinin harmanlanmasından doğmak suretiyle bugüne kadar geldiğini söylememizde bir sakınca yok.

1700’ler ile beraber Avrupa’da kürsüleri kurulmaya başlayan iktisat öğretisi salt bir bilim olmaya doğru bu dönemde ilerlemeye başlar. İktisadın, siyasete, sosyolojiye ve bir çok diğer sahaya tesirinin yadsınamayacak düzeyde yüksek olduğunu bir not olarak düşmek gerekir. İçtimaî ve politik tesirlerinin yanı sıra kolektif düşünceden de arındırılan modern iktisat bilimi, bireyin “en az maliyete maksimum fayda sağlaması” düşüncesini ise maddî unsurlarla açıklama yolunu seçmiş ve insan ruhu göz ardı edilmiştir. Ortaçağ’dan günümüze Batı merkezli okulların tamamı bu maddî tatmin üzerine çalışmalar yürütmüştür.

Liberalizm, Keynesyen düşünce, Neo-Liberalizm ve daha nicesine aslında materyalist düşüncenin hakim olduğunu ve yeni teoriler ortaya atılırken temel kaygının kapitalizmi kurtarmak olduğunu görürüz; lakin Keynes’ten sonraki düşünce sistemlerinin bir öncekilerinin yanlışlarını ortaya koymaktan öte geçip orijinal bir önerme yapamadıklarını söyleyebiliriz. Keynes’ten sonraki okullar arasındaki diyalog hep şu şekildedir:

-“Yaptığın yanlış.” 

-“Peki ya doğrusu nasıl olmalı?” 

-“Bilmiyorum; ama yaptığın yanlış.”

Bu durum bize modern iktisat biliminin nasıl bir bataklığa saplandığını ve eli-kolu bağlı bir hâlde olduğunu göstermek için yeterli bir neden.

Tüm veçheleriyle modern sisteme baktığımızda fikirler, mefhumlar ve kurumların ardında maskelenen gizli oligarşik yapının varlığına hizmet etmektedir. Demokrasi, serbest piyasa, ulus-devlet, uluslararası organizasyonlar gibi bir çok mefhum ve kurum kapitalizmin gelişim sürecinde bu amaca hizmet doğrultusunda sisteme eklemlenmiştir. Klasik iktisadın kendisini “kıt kaynaklar ile sonsuz ihtiyaçların karşılanmasının analizi” olarak tanımlaması da bize temel fikrin ne olduğunu aslında vermektedir. İnsan ihtiyaçları sonsuz değildir ve toplumun gelişmişlik düzeyine göre bir sınır ifade eder. İhtiyaç insanın ancak ve ancak hayatını idame ettirmesini sağlayacak şeylerdir. Kaynaklar ise kıt değildir; Allah’ın bize sunduğu kaynaklar sonsuzdur. Müşahhaslaştırmak gerekirse, bu tanımlamadaki “kıt kaynaklar”ı tüketici rantına göz koyan ve bunun bir kısmını üretici rantına dahil etmek gayesiyle atıl kapasite çalışan tekellere; “sonsuz ihtiyaçlar”ı ise insanın bitmek bilmeyen maddî arzularının tatmini yönünde bir yol imar etmeye çalışma düşüncesine ve tüketici toplumu oluşturmaya atfedebiliriz.

Gelinen noktada materyalist düşüncenin bizi kuşattığını ve bir sarmalın içine düştüğümüzü görmekteyiz. Konuşmamız gereken ise bu sarmaldan nasıl kurtulacağımızdır. Ebeveynlerin çalışıp daha çok kazanarak evlatlarına daha iyi bir gelecek tesis edebileceklerini, gençlerin de ileride iş imkânı ve maddî getirisi daha yüksek olduğu için istemedikleri meslekleri seçmek zorunda olduklarını ve hatta üniversiteleri bu minvalde değerlendirmesi gerektiğini düşündükleri bir dönemdeyiz. Kimisi daha lüks otomobile binmek için daha çok çalışmakta, kimisi ise daha donanımlı bir telefon kullanabilmek için… İşte ihtiyaçların sonsuzlaşması yahut ihtiyaç kavramına atfedilen hedonist düşünce ve şahsî hırsın ortaya çıkışı… Elbette Müslüman herşeyin en iyisini kullanmalı, en iyisine sahip olmalıdır; fakat temel gaye bu olmamalıdır. Yahut başka kelimelerle bizim hayata geliş gayemiz bu muydu? Sadece maddî arzuların tatmini mi gerekli olan? Bugün herşeyin para ile ölçülendirmeye tâbi tutulamadığı gerçeği ile insanoğlu tekrar yüzleşmekte… Metafizik unsurların daha da önemsenmeye başlaması bize bir kaç satır önce sorduğumuz sorunun cevabını da vermekte…

Fertten topluma-mikro düzeyden makro düzeye orijinal bir tez üretemeyen ve hakikatin etkisiyle parıldayan ışığı görmeme gayretiyle adeta gözlerini yuman iktisat biliminin de geleceği nokta aslında şimdiden bellidir. Olgular üzerinden bunu açıklamaya çalışırsak, Batı’nın silahı globalleşme, gizli oligarşik yapının maskelerinden “ulus-devlet”i kökten çatırdatıyor. Sistemin sac ayaklarından ulus-devletlerin bu çatırdaması ne yüzyıllarca birbiriyle çatışma içinde olan Avrupa’ya, ne de tarihî bir derinliği olmayan ve 18. yüzyılda ortaya çıkmasına rağmen millet olma iddiasında bulunan ABD’ye fayda sağlamayacaktır. Bu olgunun en büyük katkısı tarihî, kültürel ve sosyolojik olarak birbirinden kopamayacak olan Müslüman Milletine-Büyük Doğu halkına olacaktır. Yani Batı’nın silahı globalleşme, Batı’yı vurmaktadır. 

Ulus-devletin çatırdaması demek, domino etkisiyle, “hakimiyet milletindir” palavrasından, tekelci serbest piyasa ekonomisine kadar tüm sahteler yerlerini aslına bırakmak zorunda kalacaklar demektir.


Baran Dergisi 397. Sayı...