Mübarek Ramazan ayını idrak etmeye, oruçlarımızı tutmaya çalıştık. Ve sonuna geldik; her güzel şey gibi, oruç ayı Ramazan da bir şekilde çabucak geçip gitti. Memleketimizin genelindeki Ramazan algısı -istisnaları hariç- aynen geçtiğimiz senelerde olduğu gibi hiç değişmeden, yani bütün rehaveti, ruhundan uzaklığı ve neyin geldiği ile neyin gittiğinin muhasebesi yapılmadan sürüp gidiverdi. “Eğlence” denildiğinde eğlenmenin gerçek mahiyeti unutulduğu için mübarek Ramazan ayı geldi diye bütün Ramazan’ı eğlenerek geçirmek de maalesef adi tarafıyla sürdürülen bir gelenek oldu. İnsanın dünyaya (kısa bir süreliğine eğlenmek-ibadet) için geldiğini hatırlarsak esasında “eğlenme”nin kötü bir yanı yok; fakat ne türlü eğlenebileceğini, ne türlü eğlenilmesi gerektiğinin kültürü yer etmemişse ortaya çıkan manzara memleketimizdeki “Ramazan eğlenceleri”ne dönüyor. Daha doğrusu, kendi kültür geleneğini kaybedince ortaya çapraşık vaziyetler çıkıyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yağmurcu” eserinden kısa bir iktibas ile Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatırâtı “Gazavât-ı Hayrettin Paşa”dan “eğlenme”ye dâir:
 
“Kıyıdaki hâli deryadan seyredip dehşete düştük... Baktım ki iş işten geçmiş, belâ deryası hadden aşmıştır. Hemen can başıma sıçradı. Teknelerden 300-400 bahadır gazi yiğitle beraber karaya çıkıp yetiştik. Dalkılıç, âteştâb olup, kâfir-i ebedileri öyle bir kırıştırdık ki, kıra kıra mel’unları kale kapısına dar soktuk. 300’den fazla kâfir-i bidînleri kılıçtan geçirip, 150 kadarını da diri tutup esir eyledik. Sonra 6 pâre kâfir teknesini de kıyıdan çıkarıp, kendi gemilerimizin yanına aldık. Kâfirler, bu gemileri bâri batıralım diye kaleden o kadar top attılar rast getiremediler.”
 
Hayreddin Paşa yukarıda iktibas ettiğimiz hâdise gibi bir hâdiseyi anlattıktan sonra şöyle der; “akşam olunca oturduk ve sabaha kadar eğlendik!” burada kastedilen “eğlenmek”ten  murâd sabaha kadar çektikleri zikirlerdir... Bugün maalesef, Allah muhafaza acaba akşam olunca “imanımız var mı?” Sabah olunca “imanlı mıyız?”
durumuna düştüğümüz bir toplum yapısı içinde “eğlenme”nin bir lüks olduğunu söylemek gerekiyor; Hz. Ebubekir (r.a)’ın “ağlayabilenler ağlasın, ağlayamayanlar ağlar gibi dursun!” sözlerinden mülhem hiç olmazsa “eğlenme”nin ideal noktasının kitaplardan öğrendiğimiz tarifinin altını çizmek gerekiyor.

 
“Ramazan” denilince hatırımıza ilk gelen şey, elbette oruç ama Ramazan ayını sadece oruç ayı olarak anmak da esasında eksik bir ifade olur. Çünkü Ramazan İslâm’ın var kalmak ile yok olmak arasındaki çizginin yaşandığı Bedir Harbinin de yapıldığı aydır. Bu açıdan Ramazan “oruç ve gaza ayıdır” demeli ve Ramazan’a bu şekilde bakmalıdır. Allah hepimizi affetsin, umumiyetle Ramazan’a bakışımız yemek tarifi programlarından yola çıkarak söylersek, akşama iftarda ne olduğu ve sahurda neleri yemezsek ertesi gün susamayacağımız üzerinedir. Oysa insan gibi kalkıp Allah için sahur etmeli ve öbür gün de Allah için susamalıdır. Oruçtan maksat zaten, kuru bir şekilde aç ve susuz kalmak değil, aç ve susuz bir şekilde Allah’ın dediğini yapmak, Bedir Harbinde Müslümanların içinde bulunduğu durumu hatırlamak gibi bir şuur ile davranmaktır. Bu açıdan bakıldığında şunu söylemek isteriz ki iftarda Filistin’i, imsakta Doğu Türkistan’ı gündüzleri de sömürgeye uğramış Afrikalı kardeşlerimize hatırlamakla oruç olur, Ramazan olur, Müslümanlık olur. Öbür türlü, Allah orucumuzu kabul eder mi, etmez mi? Yine onun şanı bilir. Ama bugün bir Müslümanın üzerine düşen vazife Ramazan’ı bahsettiğimiz şuurla geçirmektir; orucunu en güzel ve en mükellef iftar sofralarında açmış dahî olsa bahsettiğimiz şuur içinde geçirmelidir...
 
Her ne kadar bir sürü hoca efendi gerek televizyonlarda, gerekse de camilerde imsak vakti hakkında, orucu bozan-bozmayan şeyler hakkında bilgilendirici konuşmaları Ramazan boyunca yapsalar da, toplumumuzun bu mevzuya karşı bakışının biraz daha farklı olduğunu gördük. Bırakın orucu neyi bozup-bozmadığını, Ramazan ayında gündüz vakti sigara içecek, yemek yiyecek kadar aşağılaşmış insanların aramızda gezdiğini, toplum olarak bu aşağılık yaratıklara ses çıkaramayacak kadar “toplum bilinci”ni kaybettiğimizi hatırlamak gerekiyor evvela...
 
Bir de şöyle bir mevzu var ki, akıllara seza!.. Ramazan ile birlikte dinî meseleler üzerine biraz daha yoğunlaştığımız, televizyonların ister samimi olarak, isterse ticareten dinî içerikli programlara ağırlık verdiğini söyleyebiliriz. Tüm bunlara mukabil bu “aktivite”lerin geleneksel olarak belli bir ay içinde sıkıştırılıp sonrasında yani Ramazan bitince tümden Müslümanlığın icaplarından uzak bir hâle geri dönmek de neyin nesi? Müslüman değildik madem, bu kadar dinî program niye? Madem Müslümandık Ramazan’dan sonra onlar nereye gitti? Demek ki, Ramazan ayına mahsus yapılan aktivitelerin birçoğu Ramazan’ın ruhundan habersiz bir şekilde ya ticari kaygı ile yahut da günü kurtarma maksadı ile yapılmaktadır...
 
“Nerede o eski Ramazanlar?”, “nerede o eski Bayramlar?” sualinin cevabı “nerede Müslümanlığın icaplarını yaşamak isteyen insanlar?” sualinin içerisindedir. Müslümanların her şeyden önce “İslâmcıların İslâmcılardan şikâyet etme hastalığı”ndan çıkarak evvela herkesin kendi nefsinde ne yapması gerektiğine karar vermesi gerekiyor. En mükellef sofralarda Suriye muhabbeti yapmak, “Ümmet-i Muhammed” edebiyatı yapmak, en hafif tabirle terbiyesizliktir. Müslüman kardeşinin evinin üzerine bomba düşerken bari hiç olmazsa oturulan mükellef sofralarda insan gibi Allah için aç kalmış olan midelerimizi doyuralım ama hiç olmazsa bunu yaparken Suriye, Arakan, Doğu Türkistan edebiyatı yaparak vicdanımızı rahatlatmak çabasına girmeyelim, bu çok büyük ayıptır. Ya kardeşlerimizin acısıyla iştahlarımız kesilecek kadar dertlenip samimi olacağız yahut da tuttuğumuz orucun bir yönüyle mükâfatı mahiyetinde hem Ramazan’da hem Ramazan sonrasında en güzel sofralarda insan gibi karnımızı doyuracağız. Ve böyle yaparak yine samimi olacağız...
 
Ramazan’dan önceki aylarda ve şimdi içinde bulunduğumuz zaman için genel bir eleştiri yapılırsa umumi olarak bütün toplumumuzu saran hastalığın, sebebi meçhul bir rehavet olduğunu söyleyebiliriz. Bu rehavetin oluşmasındaki en büyük amillerden birisi de bir (paradoks) olarak binlerce insanın bir günde öldüğü günümüzde, insanımızın ölümlü olduğunu hatırlamaması, bu türlü ölümlü bir varlık olarak nasıl davranılması gerektiğini idrak edememesi. Bu durumu ortaya çıkaran temel sebep ise “bilgi çağı”nın bir hastalığı olarak bilgisizlik, yani cehalet...
 
Günümüzde toplumlardaki cehaletin ulaştığı nokta ancak bu kadar bilgi ile elde edilebilirdi. 21. Yüzyıl adına onu da başardığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz: Hastalıklar, obezite, adi suç vakalarının sıradanlaşması, toplu katliamlar, toplu tecavüzler, toplu cinayetler, akıl almayacak daha nice nice işler. Yani bütün bu kargaşa esasında bize dinden ne kadar uzak olduğumuzu ihtar etmelidir. Bu açıdan evvela tüm Müslümanlar Müslümanlardan şikâyet etmeyi bırakmalı, herkes kendi nefsinde “ne yapabilirim?” diye düşünmelidir.
 
Baran Dergisi 444. Sayı