Çağımız anlayışının üzerine inşa edildiği temel dinamikler bir bir altüst oluyor ve onların yerine yenileri ikâme edilemiyor. Hâl böyle olunca da bir paniktir başlamış gidiyor. Devletlerarası münasebetler de, milletlerarası münasebetler de bir kaosa dönüşmüş vaziyette. Hâl böyle iken, dünya çapında yeni bir sistemi kurmak, yeni bir nizam inşa etmek iddiasına olan bir fikrin bağlısı olarak bize düşen de, içeride yahut dışarıda cereyan eden hadiseleri gerekiyorsa günü gününe muhasebeleştirmek. İçimizde ve dışımızda gerçekten ne olduğunu bilmezsek, tehditleri de, fırsatları da göremeyiz. O zaman da hem gereğince tedbirimizi alamayız ki, tedbirsiz olmak kabahattir; yahut ele geçen fırsatı kaçırırız ki, bu da en hafifinden Allah’ın lütfettiği nimete nankörlük olur. İçinde bulunduğumuz cenderede her iki bakımdan da gözümüzü dört açmamız, daha da dikkatli olmamız gereken bir haldeyiz. Ne en küçük bir tehdidi göz ardı edecek ve ne de ele geçen en küçük bir fırsatı kaçıracak lüksümüz yok. Hadiselere bakışımızda, onları büyük İslâm davası ile irtibatlandıracak bir derinlik ve keskinlikte göze ihtiyacımız var her daim…
***
Adam Smith, iktisadî hayatın düzenlemesinde en önemli düzenleyici prensib olarak “görünmez el kanunu”nu ortaya atmıştır. Abdullah Kiracı’nın dergimizde iktisad ile alâkalı olarak tefrika edilen yazı dizisinden öğrendiğimiz üzere bu kanun; “İnsanlar, daha kolay bir şekilde daha çok kazanma arzusu taşıdıklarından, her daim kendiliklerinden bir düzene girme temayülündedirler. Bu yüzden iktisadi denge bir şekilde temin edilir.” Görüldüğü üzere beşerî bir temayüle dayanan, ilk bakışta son derece basit olduğu düşünülebilecek bu kanun, esasında insanın yaradılış fıtratından gelen temayülün gözlemlenmesi ve bir prensib hâlinde ele alınması neticesinde ortaya çıkmıştır. Cemiyetin iktisadî hayatının dengeye oturmasında bu kanunun ehemmiyeti muhakkak büyüktür. Bununla beraber rekabetin önünü açarak piyasanın bu denge üzerine oturması önündeki engelleri ortadan kaldırmak da devletin vazifesidir. Akış... Üstad Necib Fazıl’ın Sakarya adlı şiirinde çerçevelediği gibi; “Oluklar çift/Birinden nur akar, birinden kir”...  Ve yine onun dediği gibi “akışta demetlenmiş büyük, küçük kâinat”... “Mutlak Fikir”, akışın yönünü ve şeklini tayin eden Mutlak ölçüler manzumesi değil mi?
Batı, ferd ile cemiyet arasındaki muvazeneyi tesis edemedi ve Batılı devletler, son bir kaç asırlık zaman diliminde, git gide ferdin cemiyet üzerinde kurduğu tahakkümün gardiyanı hâline dönüştü. Her ne kadar aradan geçen zaman zarfında yaşanan iki büyük cihan harbi ve ardından uzun yıllar süren Soğuk Savaş dönemi, insanlığın büyük bir bölümünün önceliklerini değiştirmişse de, sular durulup geri çekilmeye başlayınca, çözüm bekleyen aslî meseleler de bir bir gün yüzüne çıkmaya başladı. Batılı devletler, dini terk ederken, “mutlak” ölçüleri beşerî temayüllerle ikâme etmeye kalktılar. “Olukların çift” olduğuna dönecek olursak, insan, tabiatı itibariyle nefsi ile ruhu arasındaki diyalektik münasebete göre akış istikâmetini tayin eden bir varlık. Devletin aslî vazifesi ise sımsıkı örülmüş ve herkesi önünde eşit kılan kanun manzumesine dayanan adaleti işleterek, kir akan oluktan fert ve cemiyeti uzak tutmaktır.  Batılılar ise “Mutlak” ölçüler ile beraber “oluk”lar arasındaki tercih hakkını da terk ettiler. Yalnız temayüllere dayanan bir düzen kurdular ve bu düzende genel itibariyle ferdi kir akan oluğa yönlendirirken, cemiyetin de ferd tarafından sömürüldüğü bir nizamın tesis edilmesine vesile oldular. Biraz evvel de dediğimiz gibi, büyük savaşların sona ermiş olması ve Soğuk Savaş’ın ortadan kalması, suların çekilmesi ve asırlardır çözüm bekleyen meselelerin yeniden gün yüzüne çıkmasına yol açtı. Hattâ gelişen teknik ve iletişimin umumileşerek sürat kazanması, asırlardır belki yalnız düşünürlerin kafasını meşgul eden meselelerin her eve ve her zihne girmesine de vesile teşkil etti.
Adam Smith, “Görünmez El Kanunu” noktasında haklıdır; fakat eksiktir. Hayatın içinden çıkarılmış “kanun”ları mutlak fikir çıpasına bağlamazsak, kendinden ibaret kalır; faydasızlaşır. Kısacası, “Mutlak Fikir”, görünmez el kanununun da üzerindeki kanun olmadıkça, tek başına temayüllerden yola çıkarak sağlıklı bir nizam tesis edilemez.
***
Bugün bir savaşın içinde bulunuyoruz. Her ne kadar birçoğumuz insanların bu vaziyetin yeterince farkında olmadığından yakınsak da, her şeyde olduğu gibi bunun da bir hikmeti var.  Savaş, nizamî harbe dönüşmediği için insanlar hayatlarına bir şekilde devam ediyor ve savaş şartları birinci öncelik hâline gelmediğinden dolayı da içinde yaşadıkları düzenin menfiliğini göz ardı etmiyorlar. Hasılı kelâm, çözüm bekleyen meseleler ortaya çıktıkça, heyula gibi asırlardır insanlığın tepesine dikilen putlar da bir bir yıkılıyor ve alan, üzerine ulvî olanın yeniden inşa edilmesi için temizleniyor.
Birinci ve İkinci Dünya savaşı ile beraber Soğuk Savaş’ın sona ermesi neticesinde, insanları içinde bulundukları zaman ve mekândan koparan göz bağı da kayboldu. Bugün dünya çapında muhatabı olduğumuz kaosun arkasında yatan temel saik de budur. Artık bir devletin yükselmesi yahut alçalması yalnız iktisadî yahut askerî teşekkülünün gücüne de bağlı değil; tüm bunlarla beraber, Batı’nın iki büyük dünya savaşına rağmen çözüme kavuşturamadığı insanın temel meselelerine getireceği çözüme bağlıdır ve bunların hepsi baştan beri ifâde etmeye çalıştığımız üzere “Mutlak Fikir”e dayanan nizam içinde yerini bulacaktır. Meselenin bir “habitat” işi/külli bir nizam içindeki cemiyet işi olduğunu anlamamakta ısrar edenler, ya hain ya ahmaktırlar.
***
Düzensizliğin menşeine az çok değindiğimize göre, gelelim kaosun bugüne olan akislerine. Ara başlıklar hâlinde kısa kısa ülkeler bazında bir değerlendirme yapalım.
Amerika Birleşik Devletleri: Donald Trump’ın başkan seçildiği seçimlere Rusya tarafından müdahale edildiği iddiası artık şaka olmaktan çıktı ve mesele iyiden iyiye ciddiyete bindi. Muhalif kanat bu müdahaleyi Trump’ın başkanlığını gayr-ı meşru hâle getirmek için kullanıyorsa da, “merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler” hesabı, Amerika’nın seçimlerine bile artık dışarıdan müdahale edilebildiğini söyleyerek aslında içinde bulundukları vaziyeti fâş ediyorlar. Kısacası, Amerika’nın dışarıya doğru kendisini pazarladığı imaj yıkıldı. Ki, aslına bakacak olursanız, bilhassa devletlerarası platformda “imaj” her şeydir. Zaten bir temelden mahrum olan ve mahrumiyetini, bugün siyaset sahasında attığı her adımda yeniden ilân eden Amerika için son, hiç olmadığı kadar yaklaşmış bulunuyor.
Amerikan ekonomisi de son otuz yıldır yaşadığı hormonlu büyümenin sonuna gelmiş gözüküyor. İktisadçıların son dönemde yaptığı açıklamalara göre, Amerika almaya çalıştığı tedbirlere rağmen önümüzdeki aylarda resesyona girecek. En son 2008 senesinde gerçekleşen resesyonun ABD ve Avrupa ekonomilerini ne hâle getirdiğini ve bu tahribatın da hâlâ onarılmadığını hatırlayacak olursak, Batıyı hiç de iyi günlerin beklemediğini dile getirebiliriz. 
Avrupa: İkiz Kulelere yönelik olarak mücahitlerin gerçekleştirdiği feda eylemleri yalnız Amerika’yı değil, Avrupa’yı da vurdu. Amerika’nın süflî emellerine erişmek adına sistematik bir şekilde senelerce propagandasını yaptığı “İslamofobi” Avrupalıların kalbinde kökleşirken, bu korkuya mukavemet edebilmek için de milliyetçiliğe sarıldılar. Avrupa tarihçileri iyi bilirler ki; Avrupa için en tesirli zehir faşizmdir. Senelerdir bu fikirden uzak durabilmek adına kurulan Avrupa Birliği dâhil bütün birlikler ve anlaşmaların son günlerine şahitlik etmekteyiz. Aslına bakacak olursanız bu birlikler hiçbir zaman kağıt üzerindeki anlaşmalardan öteye geçemediler, umumî bir birlik şuuru tesis edilemedi ve kendi içlerinde bir türlü bir olamadılar. Şimdi faşizmin, hattâ daha doğru bir tabirle Nazizmin bu denli yükseldiği bir Avrupa’da birliklerin ve anlaşmaların kağıt üzerinde bile yaşama şansı kalmamıştır. Bir de Birleşik Krallığın almış olduğu ayrılık kararının birliğe öylesine büyük maddî ve manevî maliyeti vardır ki, yakın bir gelecekte tesirleri daha net bir şekilde görülecektir.
Suudî Arabistan: Suudîler özelinde söze başlayacak olursak... Bugün izledikleri siyaset bir tek İsrail’in çıkarına. Dergimizde haftalık olarak beyanatlarını yayınladığımız Salim MuhammedÇakal Carlos’un Suud ailesinin membaına yönelik olarak, “onlar Yahudidir” demesi boşuna değil. Eğer böyle olmasaydı, Batılıların kendi ülkelerinden çok askerî üssünün olduğu Arab topraklarında, yalnız Türkiye’nin Katar’da açmaya hazırlandığı üsse karşı çıkmazlardı herhalde.
Suriye’de işlenen vahşette Suudîlerin ve İranlıların rolü ile Mısır gibi büyük bir ülkenin Suud kapısında kemik dilenen köpek pozisyonuna düşmesi, her ne kadar üzücü olsa da, “Nakşî Sırrı”nın niçin Anadolu’ya taşındığının ve Üstad Necib Fazıl’ın niçin Anadolu’yu merkeze aldığının da tabiri hâline dönüşüyor. Müslümanlar, senelerce kafaları bir o cihette, bir bu cihette derman aradılar. Bugün gerçekleşen hadiseler ise kurtuluş için tabire lüzum olmayacak derecede açık ve sarih bir şekilde yalnız Anadolu’yu işaret ediyor. En tesirli propaganda makineleri işletilmiş olsaydı bile bunların gerçek yüzünü Müslümanlara bunların kendisi kadar net bir şekilde izah edemezdik. Hamd olsun.
İran: Her ne kadar İsrail ve Amerika ile ittifak içinde olsalar da, kâfir, Ehl-i Sünnet’e olan düşmanlığı haricindeki meselelerde Farslara güvenmiyor. Dolayısıyla da kendilerine tayin olunan etki alanının dışına çıkmasını çok istemiyorlar. Bunun için de kendi elini suya sabuna dokundurmadan, yine bölgede hâkimiyet tesis etmek derdinde olan Suudları sahaya sürüyorlar.
İran dış politikada esnek ve kıvraktır. Bu badireyi de en az zararla atlatmaya çalışacaktır; fakat aralarındaki ittifakın Ehl-i Sünnet düşmanlığına dayandığını hesaba katacak olursak, yaranmak ve pozisyonunu korumak adına kimi hedef alacağını da söylemeye bile lüzum yok herhâlde.
Rusya: Kaba kuvveti dolayısıyla masadaki pozisyonunu muhafaza ediyorsa da, biliyoruz ki iktisadî ve içtimâî bakımdan enkaz hâlinde bir Rusya var. Avrupa’ya bir türlü sırtını dönemeyen ve bu sebeble de bir türlü doğulu aslına rücu ederek doğulu bir ülke olmayı beceremeyen Rusya’da, diğer “büyük” güçler gibi yeni bir nizam tesis etmekten uzak. Bununla beraber içinde bulunduğu şartlar dolayısıyla en azından bugün, Türkiye için önemli bir ortak...
Türkiye: Gelelim asıl meselemize, merkez Anadolu’ya. Dışarıda birçok tehdit ve fırsat ile karşı karşıyayız. Her ne kadar birçok bakımdan menfilikler ön plana çıkıyorsa da, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi “Artık rüzgâr kıbleden yana esiyor!” ve bu rüzgârın karşısında kimse duramaz. Tabiî bununla beraber bizim üzerimize düşen işler de var; en başta bu rüzgârın tesirini azami hadde çıkarmak.
Bir kere en başta devletimizin milletimiz ile mutabık bir hüviyete ihtiyacı var. Kim olduğunu bilmeyen, neyi neden ve niçin yapacağını da bilmez. Hedefi olmaz. Hâl böyle olunca da ferd, cemiyet ve devlet arasındaki ahenk tutturulamaz ki, içinde bulunduğumuz şartlarda bu problem yarın çok başımızı ağrıtır. Bir an evvel bu meselenin çözüme kavuşturulması gerekiyor.
Hüviyetimiz belli olduktan sonra da, ona göre bir ordu, ekonomi, adalet ve eğitime olan ihtiyacımız da bedahet.
Yalnız ordu özelinde konuşacak olursak... Yeni bir orduya ihtiyacımız var. Böyle söylendiği zaman her ne kadar ordu personelinin yenilenmesi anlaşılıyorsa da, bizim ordu teşkilâtımızın kendisini zihniyetiyle beraber yenilememiz gerekiyor. NATO organizasyonun bir parçası olarak kurgulanan teşkilâtın mevcut yapısı, artık Türkiye için uygun değil. Dolayısıyla ya NATO’yu karşımıza almak bahasına bir yeniliğe gitmeliyiz, yahut ürkütmemek adına mevut yapıyı olabildiğince küçülterek ikinci bir ordu teşekkül ettirmemiz gerekiyor. Sahib olduğumuz silahlar ve bize kast edenlerin ellerindeki silahlar belli. Dolayısıyla her ne kadar askerî sanayiye yatırımların sürdürülmesi hayatiyse de, eldeki mevcut imkânlar ile de hasmımıza mukavemet edecek bir ordunun tesis edilmesi olmazsa olmaz. Nihayetinde biz millet olarak asker bir milletiz ve bahsettiğimiz yeni ordunun da bu keyfiyet merkezinde teşekkül ettirilmesi birçok müşkülü çözecek anahtar hüviyetinde karşımızda duruyor.
***
Müesses global nizam insanlığın temel meselelerine çözüm getirmek noktasında çaresiz kaldığı gibi, artık karar alma mekanizmaları da çalışmıyor. Biz, bir yandan Büyük Doğu – İbda fikriyatından istifade ederek temel meseleleri çözüme kavuşturmak ve bu yeni çözümlere göre de hayatın her sahasında devlet olarak, millet olarak yeniden teşkilatlanmak zorundayız. Tehdit ve fırsatlardan örülü şu kaos düzeninde hem hedef ve hem de çare olmak gibi bir müşküle muhatabız.
Putlar bir bir yıkılırken, açılan alanda ezelî ve ebedî yeniyi yeniden inşa etmeye memur ve mecburuz.
 
Baran Dergisi 546. Sayı