Paul Valéry’nin, bir önceki yazımızda tanıttığımız, şu ân baskısı olmayan “Bugünkü Dünyaya Bakış” isimli çarpıcı eserindeki “Kültür ve Medeniyet” lerine bakalım bugün. Burada şair, “modern hayatın” yok ettiği kültür ve medeniyetten “sermaye” olarak bahsediyor, “eserin değerini veren, zevk-i selim sahiplerinin” yok denecek kadar azaldığını ilân ediyor üzülerek:
- “Manastırlarda da bir fikir hayatı vardı. İlkçağın incelenmesi manastırların loşluğunda doğabildi, edebiyat, diller, eskilerin medeniyetleri birkaç hazin yüzyıl süresince oralarda tetkik edildi, korundu ve işlendi…
Bütün Batıda, fikir hayatı V. ve XI. yüzyıllar arasında korkunç derecede kısır olmuştur. Birinci Haçlılar zamanında bile, sanat, ilim ve âdet açılarından, Bizans’ta ve Bağdat’tan Granata’ya kadar İslâm âleminde görülenle kıyaslanamaz. Selahaddin-i Eyyübî, zevk ve kültür yönünden Aslan Yürekli Richard’dan her hâlde çok üstündü.
Ortaçağ’a olan bu bakışın zamanımıza da çevrilmesi gerekmiyor mu? Kültür, kültürde görülen değişiklikler, düşünceyle ilgili şeylerin değeri, ürünlerinin takdiri, insanların ihtiyaçlarının sıralanmasında onların ehemmiyetine verilen yer, şimdi biliyoruz ki tüm bunlar bir taraftan her çeşit mübadele [değiş tokuş, değişim, alış veriş] çokluğu ile ilişkilidir, öte taraftan çok eğretidir. Bugün olan her şey bu iki hususa bağlanmalıdır. İçimize ve çevremize bakalım. Göreceğimiz şeyleri ben sizlere ilk sözlerimle özetledim.
Size, düşüncelerin, düşüncenin kaderiyle kaygılanmaya çağırmak, zamanımızın bir alâmeti, bir belirtisidir diyordum. Eğer bir intibalar manzumesi bende bir akis bulmasa ve bu akis bir davranış olacak kadar mânâlı ve kuvvetli olmasaydı, bu fikir bana gelir miydi?
Kültür, medeniyet… Bunlar öyle müphem adlardır ki insan bunları farklı gösterme, birbirinin karşısına çıkarma veya birleştirmeyle oyalanabilir. Ben üzerlerinde durmayacağım. Size daha önce de söyledim, bana göre, teşekkül eden, kullanılan, saklanan, artan, tehlikeye düşen bir sermaye konusudur, tıpkı akla gelebilecek sermayelerin hepsi gibi; bunlar arasında en bilineni de şüphesiz vücudumuz dediğimiz sermayedir.
Bu kültür ve medeniyet sermayesi neden meydana gelir? Önce eşyadan –kitaplar, dolaplar, aletler, v.s.- gibi maddi nesnelerden ki, onlarda eşyanın süreksizliği, dayanıksızlığı ve eğretiliği vardır. Ama bu malzeme yeterli değildir, tıpkı “onlara ihtiyaç duyunca”, ve “onlardan faydalanmasını bilen insanlar” olmayınca, bir külçe altının da, bir hektar iyi toprağın da veya iyi bir makinenin de sermaye olamayacakları gibi. Bu iki şartı not ediniz. Kültür malzemesinin bir sermaye olabilmesi için, o da kendisine ihtiyaç duyan, ondan faydalanabilen, başka bir deyimle, bilgiye, iç değişme kudretine, duyarlıklarının gelişmesine susamış, öte yandan da, yüzyılların yığdığı belgeler ve vasıtalar hazinesinden yararlanmak için, gerekli alışkanlıkları, fikir disiplinini, şartları ve pratiği elde etmesini bilen veya tatbik edebilen insanların olmasını ister.
Kültür sermayemizin tehlikede olduğunu söylüyorum: Birçok yönden öyledir. Birçok şekilde öyledir. Hoyratça öyledir. Göz boyarcasına öyledir. Birçok kimse tarafından saldırıya uğramaktadır. Hepimiz onu savuruyor, ihmal ediyor, kıymetten düşürüyoruz. Bu çürümenin gün geçtikçe arttığı meydandadır.
Buna ait burada sık sık örnekler de verdim. Size elimden geldiği kadar modern hayatın ekseriya pek parlak ve pek aldatıcı görünüşler altında kültür yönünden ne derece gerçek bir hastalığa tutulduğunu gösterdim. Çünkü, o tabiî bir zenginlik gibi artması gereken bu zenginliği, kafalarda tabakalar hâlinde teşekkül etmesi gereken bu sermayeyi, dünyanın ulaşım vasıtalarının aşırılığı ile yayılmış ve artmış bulunan karışıklığın boyunduruğu altına sokuyor. Faaliyetin bu derecesinde, çok hızlı mübadeleler humma kesilir, hayat, hayatı yer olur.
Arkası kesilmeyen sarsıntılar, yenilikler, haberler; gerçek bir ihtiyaç haline gelmiş olan bir yerde duramamazlık; bizzat düşüncenin yarattığı imkânlarla umumîleşmiş sinirlilik. İnsan, medenî dünyanın bu ateşli ve sathî yaşama şeklinde intihar var diyebilir.
İnsanın yaşı, kültürün önceleri ne olduğu ile neye dönüştüğünü karşılaştırmaya imkân verdiğine göre, onun geleceği nasıl tasavvur edilebilir? İşte düşüncenize sunduğum basit bir olay. Bu benim aklımdan hiç çıkmıyor.
İbda edicileri kadar değerli olan ideal sermayemizin düzenli bir biçimde meydana gelmesini sağlayacak çok değerli varlıkların ardı ardına ortadan kalktıklarına şahit oldum. Eserleri ibda etmeseler de, onların gerçek değerini ibda eden erbab kimselerin, o paha biçilmez amatörlerin birer birer yok olduklarını gördüm. Bunlar ateşli fakat doğruluktan ayrılmayan hakemlerdi. Onlarla veya onlara karşı çalışmak bir zevkti. Okumasını bilirlerdi onlar: Bugün kaybolmuş bir vasıftır bu. Duymasını ve hatta dinlemesini bilirlerdi. Görmesini bilirlerdi. Bu demektir ki bir daha okumayı, bir daha dinlemeyi veya bir daha görmeyi istedikleri şeyler, böyle bir dönüşle, “sağlam değerler” olarak yerleşirdi. Alemşumûl sermaye böylece artardı.
Hepsi öldü ve artık onlardan hiç doğmayacak demiyorum, ama çok azaldıklarını acı duyarak görüyorum. Meslekleri, “kendi kendileri” olmak, hiçbir propagandanın, hiçbir makalenin tesir edemediği hükümlerinden tam bir bağımsızlık içinde yararlanmaktı.
En menfaatsiz ve en ateşli bir fikir ve sanat hayatı, var olmalarının sebebini teşkil ederdi.
Tiyatro, resim sergisi, kitap yoktu ki onlara kılı kırk yaran bir dikkat göstermesinler. Bazen onlar için, biraz alayla “zevk-i selim” sahibi kimseler denilirdi. Ama bunların cinsi o kadar azaldı ki, bu söz bile artık lâtife addedilmez oldu. Çok büyük bir kayıp bu, çünkü bir ibda edici gözünde en paha biçilmez şey, eserini değerlendirebilecek olanlar ve hususiyetle ibda edicinin çalışma ihtimamına, çalışmasının “çalışma değerine” yukarıda sözünü ettiğim kıymeti, modanın ve günlük tesirin dışında, bir eserin ve bir adın otoritesini tesbit eden o pahayı verenlerdir.
Bugün, herşey çok hızlı gidiyor. Şöhretler çabuk doğuyorlar ve aynı çabuklukla sönüyorlar. Kalıcı hiçbir şey yapılamıyor, kalması için hiçbir şey yapılmıyor da ondan.
Sanatkâr, sanatın yayılması, öğreniminin genelleştirilmesi görüntüleri altında, çağın beyhudeliğini, onda doğan değerlerdeki karışıklığı ve bu karışıklığın doğurduğu kolaylığı hissetmez olur mu?
Sanatkâr çalışmasına elinden gelen zamanı veriyor ve itina gösteriyorsa, onu şu duygu içinde yapıyordur: Bu çalışmadan bir şeyler okuyanın kafasında yer edecektir, sahifesini yazarken çektiği sıkıntılardan birazı kendisine belirli bir vasıfla, okumaya ayrılacak belirli zamanla, ödenecek diye umuyordur.
İtiraf edelim ki, bu borcu ona çok kötü ödemekteyiz… Kabahat bizim değil, kitapların çokluğu altında bunalmış haldeyiz. Fayda bakımından hemen okunması mecburi kitaplar bizi hususiyetle canımızdan bezdiriyor. Gazetelerin haberlerinde öyle çeşitlilik, öyle bir tutarsızlık, öyle bir şiddet bulunuyor ki, yirmi dört saat içinde okumaya ayırabildiğimiz zaman tamamen bunlara gidiyor. Kafalar da bunalıyor, aşırı derecede tahrik ve tehyiç ediliyor.
Bütün bunların sonucu okumada reel bir azalma oluyor; ikinci olarak da, düşünce hürriyetinde reel bir azalma. Çünkü bu hürriyet, tersine, modern hayatın insanlar üzerinde her ân yaptığı birbirini tutmaz veya zorlu tesirlerden uzak kalmayı, bunların hepsinin reddini ister.”
Paul Valéry, bir deyişle, modern hayatın kitle haberleşme araçlarındaki ve kültür-sanat vasatındaki zahirî çokluğa, renkliliğe ve çeşit zenginliğine rağmen, etrafın gürültüsüne ve modasına aldırmadan “kalıcı” eserler üreten fikir-sanat adamları artık çok azaldığı gibi, onların bu çaba ve eserlerini takdir edebilecek, onların bu eserlerini hakiki bir “ihtiyaç” görüp takib edebilecek ve izini sürecek ehliyette fikir-sanat talibleri de günden güne azalıyor, diyor. Haksız mı sizce?
 
KAYNAK: Paul Valéry, Bugünkü Dünyaya Bakış, Tercüme: Vahdi Hatay, Tur Yayınları, Ankara, s. 120-125
 
Baran Dergisi 473. Sayı