At deyince ne gelir aklıma? İlk bakışta köyüm gelir elbette. Yeryüzüyle gökyüzünün visale erdiği o eşsiz mekân… Ruh ve bedenin suyun yatağında tabiî ve mesut akışı gibi birbirleriyle iki sarmaşık misali kavuşması... Sessizliğin koynunda yılları öğütürcesine tarifsiz öykülerle büyümesi… Dairenin ilk ve son noktasındaki muhteşem kaynaşmanın heyecanıyla ben (torun), dedem ve ninem… Annem ve babam aynı köyün insanları... İkisi de aynı yerin toprağında yürümüşler. Yağan yağmurlardan sonra aynı toprağın kokusunu duyarak iç çekmişler. Benzer tandırların ekmeğini yiyerek serpilmişler. Hissiyatları yakın. Her ikisi de her bayramda benzer duygu seliyle buraya gelmişler. Bölünme parçalanma yok. Oysa ben öyle miyim? Hanım başka bir diyardan, ben başka… Bayramlarda ve tatillerde bölünüp duruyoruz. Bir tedirginlik var üzerimizde. Dedim ya ben başka diyardan o başka. Ayrılırdık belki de düşmeseydik aşka. Bu bayram bizde, bu bayram sizde… Veya bayrama tam alışmışken, köylerimize doyamadan aynı bayramda ayrı ayrı iki yerde. Zor vesselam dostlar böyle yaşamak.
Bölünme demişken; bu sistem insanımızı, bizleri ne kadar böldü, parçaladı. Çağdaşlıktan, uygarlıktan, aydınlanmadan bahsederken insanımız ne kadar koptu birbirlerinden. Zaman oldu ilerici-gerici diye. Zaman geldi sağcı-solcu, laik-antilaik diye ayırdı ha ayırdı. Aynı toprağın insanlarını birbirine düşman yaptı. Aynı toprağın insanları birbirini kollar biçimde her an tetikte... Farklılıklar içinde tahammül sınırlarıyla iyi münasebetler kuramaz mıydık? Altı yüz yıl birçok milletin yaşadığı ve hemen hemen hiç sorun yaşamadığı bu topraklarda hala dostluk iksirinden içemez miydik? Dedim ya bu sistem insanımızı böldü, parçaladı. Koskoca bir tarihi inkâr ederek bütün yaşanmışlıkların üzerine toprak dökerek böldü. Hafızaları sildi. Tanıdıklarımızı tanıyamaz olduk. Yaşanmışlık ve acılarımızın birleştiriciliğini unuttuk. Bir baktık ki düşman kesilmişiz. Birbirimizin yaşamlarına müsamaha ile bakamaz olmuşuz. Her tatilde köye giderdim; gerçek yurduma. Bütün akrabalarım orda. Babamın sözleri kulaklarımda “karnen iyi olmazsa seni göndermem”. Nasıl iyi olmaz ki? Köyüm için can feda. Gayem, hedefim köye gitmek. Şehrin beton kusmuğundan kurtulup kerpiç yapılı evlerin omuz omuza verdiği diyarda hürriyetimi bulmak...
Köyümde baba tarafının traktörü; anne tarafının atları var. Şehirden gelen torunum ya. El üstünde tutuluyorum. Dilersem traktörü sürüyorum. Dilersem ata biniyorum. Üstad Necip Fazıl bu sözümü duysa beni hemen azarlardı herhalde. Onun celaline de cemaline de can kurban. Celali yönü ağır basan Üstad Necip Fazıl, derhal müdahale ederdi: “evlat ‘ata binilmez, atla yükselinir’”. Evet, atla yükselinir. Ata binince ruhunuzun bir yeriyle at öyle kaynaşıyor ki bambaşka bir hal. At siz; siz at oluyorsunuz. Atın üstünde mekandan silinip mânâlar aleminin anaforuna kapılıp gidiyorsunuz. Herkesin dört nala ata binmesini isterim. Özellikle çocukların, teknoloji aletleriyle ruhları ve bedenleri dumura uğramış çocukların. Kara asfaltlarda yürekleri kararan metalik bakışlı hissiz çocukların binmesini. Binsinler ki, ruhlarının en mahrem köşelerine doğru bir keşif sürecini tatsınlar. Binsinler ki, rüzgârın kızı olup yüreklerini en tatlı esintilerle doldursunlar. Binsinler ki, yürekleri şahlansın, faziletli ve vakur durmanın hayatta ne kadar ehemmiyetli olduğunu idrak etsinler.
Tatili iple çeker, notlarımı yüksek tutar, köye gitmek isterdim. Köye yani dedemin atlarına. Dedem demek ben demek; ben demek dedem demek. Dairede baş ve son, dairede son ve baş. Dedem nur sakallı ihtiyar… Dedem sevgi dolu, içi torun hasretiyle yanıp tutuşan… Dedem torununa cömert; onun atları benim de atlarım. Siz hiç atlara dokundunuz, boynundan aşağı okşadınız mı? Burnundan solurken ki duruşuyla hemhal oldunuz mu? Gözlerinin içine bakarken yüreğinize neler akıttıklarınıza şahitlik ettiniz mi? Ne muazzam bir duygu... Bu duygularımı, ifadeye gelmez bu hislerimi eşim bir duysa, beni ve atı bir arada görse kıskançlığından ikimizin de alnına kurşunu sıkardı herhalde. Yoksa ben mi abartıyorum? Asla asla. Üstad Necip Fazıl’ın yazdıkları yanında benim sözlerimin lafı mı olur? Bakınız Üstad neler söylüyor: “Dokuz yaşında ata bindim; ve yalan olmasın, bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişinde küçüldüm. At benim gözümde, eserimde buram buram tüttüğü gibi, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asalet müjdecisi…” “Hiçbir kederim, derdim, insandan ve cemiyetten küskünlüğüm olmamıştır ki, atıma binip şehir dışına çıktığım zaman tesellisine kavuşmamış olayım… İsteklisi olduğum dünyayı, bana bir masal ikliminin surlar ve kalelerle örülü (site)si halinde göstermek mümkün olsaydı, onun tunç kapısından ancak atla girilebileceğini iddia ederdim…” Ve daha neler neler. İsteyen, meraklısı olan varsa Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “AT’a Senfoni” adlı eserine bakabilir. Dershanede çalışırken çocuğunu eğitim için getiren, iyi bir süvari ve at bakıcısı olan Kemalist bir subay vardı. “Ah bu Necip Fazıl bu eseri ne muhteşem yazmış.” Adeta iç çekiyor. Çekişinin sebebi kendi dünya görüşüne ait bir insanın böyle bir esere imza atmaması. Necip Fazıl gibi kendine aykırı birinin bu eseri vücuda getirmesi. Ve bu eserin aşılamayacak olmasının idrakinde olması. Bizim Müslüman geçinen zavallıların Necip Fazıl’ı aşma, onu tarihe gömme çabalarının yanında karşı kutuptan birinin ifadelerinden tüten methiyeyi görmek ne acı.
Evet, köyde yalnız bizim atlarımız yok, başkalarının da var. Onları da köyde görmek ayrı hoş... Traktörlerin tarla hayatına getirdiği kolaylık ve hızı görenler, yavaş yavaş atlarını satarak traktör almaya başlıyorlar. Bunu görüp de içimin cız etmemesi mümkün mü? Dedeme de traktör alanlar baskı yapıyorlar “şöyle iyi oldu; sen de alsana”. Traktörlü evler bir bakıma zenginliğinde alameti sayılıyor ya, dedemi ne zamana kadar tutacaksın ki. Sıranın dedeme de geleceğinin farkındayım. “Dede” diyorum “bari atın bir tanesini tut, satma; ben ona bakarım.” Dedem sükut içinde. Bazen sükutlarda ne anlam saklıdır bilir misiniz? Ankara’da kömürlü zamanlarda evlere kömürü atlı arabalar getirirdi. Ben okula başlayıp köyden ayrılınca dedemin dayımların ve yengelerimin baskılarına dayanamayıp harman bitince atları sattığını, traktör aldığını babamdan duyduğumda içimi büyük bir üzüntü kaplamıştı. Atları kim aldı, nereye götürdüler? Öğrenip ona göre onları ziyaret etme, hasret giderme arzusu… Çocuksu duygular... Akıl ve mantığın his aleminde eridiği duygu ve düşünce yumağı. Ankara’ya kömür taşıma işinde çalışanlara satmışlar. Senelerdir kışları semtimizde denk gelirim diye hep onları kolladım. Ne yazık ne ben onları ne de onlar ben görme fırsatını elde edemedik. Dedeme kızdım “niye bir köylüye değil de bir kömürcüye sattın?”. O güzelim varlıkları kapkara islerin arasına hapsetmişler, kara mı kara Ankara’ya yollamışlardı. Benim de dünyamı da kapkara yapmışlardı.
Zaman zaman televizyonlarda “İslâm ve Evrim” başlıklı konular programlarda ele alınıyor. Programdaki konuklar çoğu zaman yine modernist kafalı zihniyetler. Yani Kur’an’ı ilmin geldiği neticelere göre değerlendirme çabası... Darwin’in evrim teorisini isbata matuf zorlamalar… İslâm dünyasında bazı âlimlerin eserlerinden de kendi görüşlerine paralel ifadeleri önümüze dökmeleri. Çoğu örnek verdikleri kişiler İslâm dünyasında felsefeci tabir edilen, Yunan kaynaklarından menfi mânâda etkilenen şahıslar… Aklını putlaştıranlar... Aklın nerde başlayıp nerde biteceğinden bihaber akılsız akılcılar... Bunu yapan –bu iş ne akılla ne de akılsız olabilir diye- gerçek aklı yerine oturtan Gazali’yi dogmatik olarak gösteren ve onu düşünceyi gerilettiği iddiasındaki batının pozitivizm-aydınlanmasından gözleri kamaşanlar ve batağa düşenler... Veya büyük Allah dostlarının ifadesini anlamayıp kendi yamuk düşüncelerine zorlamalar. İstihale veya tekâmül kelimelerinin evrim kelimesiyle aynı anlama gelmemesi gerektiğini idrak edemeyen zavallılar. Böylece uzatabildiğin kadar uzat. Evet kainatı izah etme derdi. Buna dair görüşü olmayan eksiktir, noksandır. Bütün büyük yanık kafalar bu çaba içinde olmuşlar. Ve dinlerin hepsi de bunu ifade etmişler. Alimlerimiz varlıkları genelde dört sınıfa ayırmışlar. Üstad’ın “At’a Senfoni” adlı eserinden bu minvalde devam edelim: “Cemad (cansız), nebat, hayvan ve insan. Bu sınıflardan her birinin gelişmiş ileri unsurları, kendi içinde pişe pişe, olgunlaşa olgunlaşa, üstündeki sınıfa namzet, çıkma, atlama derdindeler. Lakin evrim teorisinde olduğu gibi tesadüfi olmaz ve geçiş mümkün değil. Böylece onlara göre cemaddan nebata, nebattan (bitki) hayvana, hayvandan insana namütenahiliğe (sonsuzluğa) doğru akan terakki kasırgası kâinat manzumesinde kanun olarak beliriyor.
İşte, heybelerinde en mahrem ve nazik hikmetleri taşıyan İslâm mutasavvıfları, ezeli ve ebedi terakki kanununun, cemad, nebat, hayvan ve insan halinde sıralanan başsız ve sonsuz kervanında, sınıflararası birbirine en yakın unsurları seçmek bakımından şu harikulade teşhisi koymuşlardır:
Cemad dünyasının ufku, yani en ileri unsuru, yani nebata en yakın olanı mercandır; çünkü tıpkı nebat gibi kök ve kumlara düğümlenir.
Nebat dünyasının ufku, yani en ileri unsuru, yani hayvana en yakın olanı hurma ağacıdır; çünkü uzaktan ve yakından, tıpkı hayvan gibi dişisinin üzerine abanır ve tohumlarını öyle bırakır. Hayvan dünyasının ufku, yani en ileri unsuru, yani insana en yakın olanı da attır; çünkü tıpkı insan gibi ruhi bir hayata maliktir (sahiptir) ve rüya görür.
İnsan ise sonsuzluğa namzet… Hilkatin sırlarını kökünden kucaklayan ve meçhuller âleminde hayal yakıcı hakikatlere ulaşan büyük idrak kahramanlarına göre at demek ki, hayvanın bitip insanın başlamadığı noktadaki dasitani hüviyet… At hayvan zarfı içinde hayvandan başka bir şeydir…”
Ne muhteşem ifade ve tesbitler… Üstad, insan ile hayvan arasında atı gösterirken kimi İslâm âlimleri dış yüz benzerliğinin zaman zaman aldatıcılığına kapılarak maymunu işaret etmişlerdir. Ve bu yüzden de modernist kafalı İslâmcı geçinenlere malzeme vermişlerdir. Adamlar yapıştıkları dünyanın bulduklarını İslâm’a nisbetle değerlendirmeleri gerekirken -ki bizim usulümüz budur- bilakis onların değerlerine göre İslâm’ı değerlendirmeye tâbi tutup onların dünya görüşlerine göre İslâm’ı kırpma ve ayar vermeler. İlmin bulduklarını kutsamalar... İlmin buldukları temel alınacaksa, alçak ve soysuz o zaman İslâm senin neyine? Defol git adam gibi benimsediğin yola, daha samimi olursun.
Kendi kendime söyleniyorum maymunu ara yerde gösteren âlimlere, “siz hiç ata binmediniz mi?” diye… Köyümüzde atların yanına yaklaşamayan, asla ata binemeyen çocuklarda vardı. Nasipsizler. Ve onların bindikleri elbette eşek olurdu. Bu âlimler sakın köyümüzdeki attan korkan çocukların meşreplerinden olmasınlar.
Yazımıza usta hikâyeci Ali Ural’ın kitabından okuduğumuz atla ilgili gerçek bir yaşanmışlıkla son verelim: “Montana’nın Choteau kasabası yerlilerinden 75 yaşındaki Billy Miller, on yıldır her sabah 11’de şehre iner, atını hep aynı yere bağlar, bütün gününü arkadaşlarıyla geçirdikten sonra, güneş batarken evine dönermiş. Günün birinde adamcağız ölmüş, atı da çiftlik arazisinde serbest bırakılmış. Miller’in ölümünün ertesi günü saat 11’e doğru atın şehrin yolunu tuttuğu görülmüş. Saat tam 11’de her zaman bağlandığı yere gelen at, bütün gün orada beklemiş ve gün batarken de çiftliğe geri dönmüş. At, bu günlük programını ölünceye kadar tekrarlamış.
Ah vefa! İnsan türünün en önemli özelliklerinden biriydin sen. Acaba türümüzün başka hangi özelliklerini kaybettik, acaba hangi özelliklerini taşıyoruz, bir at daha göndersen.”
Baran Dergisi 549. Sayı