Herkes kitap okuyor, belgesel seyredip, birtakım dernek ve platform, sempozyum vb. ilmî etkinliklere katılıyor. Bunlara mukabil, memleketin birçok yerinde şöyle manzaralara rastlıyoruz: Otobüs durağında ayaklarının yanını tükürerek göle çevirmiş -sanıyoruz ki sıcaktan kavrulmuş karıncaları düşünmüş olacak- bir genç. İstanbul’un Alibeyköy semtinde bir parkta oturup, kendisini Nişantaşı’nın elit mekânlarında “Check-in” yapan bayan arkadaşlar. Yine adını lüzumsuz gördüğümüz bir AVM’de annesi yaşında bir kadını saç tellerinden, ayak tırnaklarına kadar süzen genç arkadaşlar. Bahsettiğimiz hâdiselerin hepsi Türkiye’nin “en güzel şehri” olarak bilinen “Kültür Başkenti”nden.
Madem bu kadar çok okuyan yazan adam var; bu manzaralar da neyin nesi? Demek istediğimiz; kendin olmaya dair adımlar atmak varken, senin kültüründe bir daha belki de hiç rastlayamayacağın “İhtilâl”, “Bâbıâli”, “Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar” “Kafa Kâğıdı”, “Çöle İnen Nur”, “Büyük Muzdaripler”, “Yaşamayı Deneme”, “Necip Fazıl’la Başbaşa” gibi kıymetli eserler varken Adam Fawler’dan, John Verdon’dan, Luke Rhinehart’tan ne gibi bir feyz alınabilir ki? İnsanüstü bir güçle olasılıkları hesaplayamayacağına göre, zar atıp hayatını gelen sayıya göre de idame ettiremeyeceğin göre; neden bu eserleri okuyoruz? Aklımdan bir sayı tuttum, haydi bil bakalım.
Yine bir başka göze batan husus da, herkesin görüp ama neredeyse hiç kimsenin herhangi bir şey yapmadığı giyim kuşam meselesi. Bazı insanlar zevksizliği adet olarak edinmişler. Bayanlarımız “diva” olma yolunda ilerlerken, erkek vatandaşımız da “hiperstar” olmak için birbirleriyle yarışır vaziyetteler. Topuklu ayakkabı giyip metrobüs bekleyen adam hiç olur mu? Şöyle uzaktan bir bakınca, Caesar Augustus yahut da Floransa’nın vazgeçilmezi “Büyük Lorenzo”su. Hâlbuki biraz yaklaşınca görüyoruz ki, Çarlıktaki mujiklerden farksız. Ama bizim başımızda I. Nikolay yok. Olsa da sen Dostoyevski değilsin, affedilemezsin. Tabiî bir insanı tanımak, onun dışını görmek değildir, ancak yine de görüntünün tedai ettirdiklerinden birkaç fikre sahip olmak kötü bir şey değildir herhalde. Daha da açık olacaksak kimse bizden Ernest Lawrance olup atomu parçalamamızı yahut Johann August Sutter gibi maceraperest olup El Dorado’ya benzer bir yeri keşfetmemizi beklemiyor. Her şeyden önce kendimizi bilmemiz gerekiyor; “kendimizi bildiğimiz gün dünyanın neden bu halde olduğunu anlayacağız” hesabı. Bilmek demişken de, bilmediği şeylere vakıfmış gibi o meseleye dair insanları kendi bataklığına sürükleyenlere binaen şunları söyleyeyim; “bir deha” olarak addedilen Şarlo’nun dahi yetişemediği “dünya çapındaki kahraman” Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasıyla nihayete erdirelim:
Hoca minberde:
-Ey cemaat, ben size bir şeyler söyleyeceğim! Ne diyeceğimi biliyor musunuz?
-Hayır! Bilmiyoruz!..
-Öyleyse ne diye söyleyeyim!
İkinci defa
-Biliyor musunuz?
-Evet! Biliyoruz!..
-Bildiğiniz bir şeyi niçin dile getireyim?..
Üçüncü defa:
-Biliyor musunuz?..
-Yarımız biliyor, yarımız bilmiyor!
-Bilenler bilmeyenlere öğretsin.
Yukarıdaki fıkra Üstad Necip Fazıl’ın Nasreddin Hoca eserinden iktibas edilmiştir. Necip fazıl ise bu bölümle ile alakalı şöyle bir ifade kullanmıştır: “Bir ilme talip ve muhatap olmak için, insanda o ilimden bir ilk ilimcilik payı bulunmak lâzımdır. Kimse, büsbütün bilmediğini öğrenmeye talip ve ona muhatap olmaya lâyık değildir”.
Baran Dergisi 495. Sayı