Eliot, Kül Çarşambası’nı eşi Vivienne Haigh-Wood’a atfetmişti. 1933’te ayrılmak için resmî teşebbüslerde bulunacaklardı zaten. Şiirin adı, Paskalya’dan kırk gün öncesine, Lent’in başlangıcına uzanıyor.
Ash Wednesday (Kül Çarşambası), Thomas Stearns Eliot’ın 1930’da yazdığı uzunca bir şiir.
Eski hayatından ümidini kesmiş, Vergilius’un bahsettiği “öldürücü yara” darbelerinden usanmadan yaşamış, tutku ve kemirici kaygılardan uzak, önce şüpheci sonra da “teslimiyetçi” bir adamın portresini resmeder Eliot.
Bir arkadaşım şöyle demişti Kül Çarşambası hakkında: “Hodbinliğe varan bencilliğim sebebiyle yitirdiklerimin kıymetini buldum bu mısralarda. Kendimden biraz daha fazla bir başkasını sevdikten sonra girdiğim minik ‘kriz’ciklere tercüman oldu Eliot. Yücelen ruhumun ifâdesi de var burada…”
İskoç edebiyatçı Edwin Muir, Kül Çarşambası hakkında, “Eliot’ın yazdığı en dokunaklı şiirlerden biri, belki de en mükemmeli” demiştir.
Eliot, Kül Çarşambası’nı eşi Vivienne Haigh-Wood’a atfetmişti. 1933’te ayrılmak için resmî teşebbüslerde bulunacaklardı zaten.
Şiirin adı, Paskalya’dan kırk gün öncesine, Lent’in (1) başlangıcına uzanıyor.
“Kül Çarşambası tam olarak şu mesele üzerinedir” diyemiyoruz. Çünkü birçok yerde, bambaşka ler ele alınıyor. Eliot 1927’de Anglikanizm’i (2) kabul eder. Şiiri okurken bunu aklımızın bir köşesinde tutmakta fayda var.
Şiirde Guido Cavalcanti, William Shakespeare, Latince deyimler ve Dante’nin “araf”ına atıflar var. Şairin ler arası geçişlerini fark etmeye çalışmak insanın hoşuna gidiyor.
Başka güneş ve başka toprak arayışındaki Eliot, eski yurdundan (benliğinden) kaçıyor, yanıyor Dante’nin cehenneminde ve Tibullus’un “ıssız yerlerde kendin için âlem ol” sözünü icra etmeye koyuluyor, kem gözlülerin insanlığın üzerine indirdiği perdeyi aralıyor ve Lucretius’un şu sözlerini getiriyor hatırıma:
İçi arınmamışsa, neler bekler insanı,
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna,
Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar,
Ne korkular içinde kıvranır insan,
Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet
Öfke, gevşeklik ve tembellik
Eliot, yakarıyor, yakarıyor ve sevinip coşuyor; fani kudretin hududunu zorlamaya çalışıyor, “mutlak vakitlerin aciz ihtişâmı”ndan dem vuruyor.
Sanırım bu şiir onun destanı sayılır!
Dipnotlar
1-Hristiyanlar için “Büyük Perhiz”, “Arınma Günü.” Hazreti İsa için oruç tutulur.
2-İngiltere Kralı VIII. Henry'nin kurduğu bir Hristiyan mezhebidir.
Kül Çarşambası
Bir daha dönmeyi ummadığım için
Ummadığım için
Dönmeyi ummadığım için
Heveslenip de falancaya bağışlanmış hünere, filancanın ufkuna
Didinip durmuyorum artık bunlara erişeyim diye
(Neden gersin ki kanatlarını kartaloz kartal?)
Sıfırı tüketişine her günkü saltanatın
Yeniden tatmayı ummadığım için
O mutlak vakitlerin aciz ihtişamını
Aklımdan geçirmediğim için
Tadamayacağımı bildiğim için
O tek hakiki fani kudreti
İçemeyeceğim için
Orda, ağaçların çiçeğe durduğu, pınarların akıştığı yerde, artık
Hiçbir şey yok çünkü
Zamanın daima zaman
Mekânın da hep ve yalnızca mekân olduğunu
Ve olmakta olanın sadece bir kereye
Ve bir mekâna mahsus olduğunu bildiğim için
“Her şey nasılsa öyle” diye keyiften uçuyorum
Vazgeçiyorum o mübarek çehreden
O sesten vazgeçiyorum
Ve madem umut edemiyorum geri dönmeyi
Sayesinde bahtiyar olunacak bir şeyi kurmakla
Sevinip coşayım bari
Yakarıyorum işte Tanrı’ya bağışlasın diye bizi
Yakarıyor yakarıyorum ah bir unutsam diye
Kendimle didişip durduğum deşip durduğum
Onca meseleyi
Ummadığım için bir daha geri dönmeyi
Varsın yetsin bu sözler
Ve madem olan olmuştur, olmayacak yeniden
Dilerim ağır kesilmez cezamız hüküm günü
Madem artık uçmaya değil
Olsa olsa göğü dövmeye yarar bu kanatlar
O şimdi daracık ve kupkuru kalmış göğü
İradeden daha dar, istençten daha kuru
İhtimamı öğret bize ve savsaklamayı
Öğret bize uslu uslu oturmayı.
Yalvar biz günahkârlar için şimdi ve ölüm vaktimiz erişince
Yakar bizim için hem şimdi hem ölüm vaktimiz erişince.
II
Hanımefendi, serin vaktinde günün üç beyaz leopar oturuyordu
Bir ardıç ağacının atlında, tıka basa doymuşlar
Yiyip bacaklarımı, kalbimi, ciğerimi ve ne var ne yoksa
Kafatasımın çukur yuvarında. Sonra Tanrı dedi ki
Yaşasın mı bu kemikler? Bu kemikler
Yaşasın mı? Ve ne var ne yok idiyse
O (çoktan kurumuş) kemikler içinde cır cır öttü:
Bu Hanımefendinin erdeminin
Ve ruh güzelliğinden ötürü, ve derin derin
Düşünerek tazim ettiği için Bakire’yi
Parıl parıl parlıyoruz işte. Ve ben, burada kendini gizleyen
Unutuşa adıyorum eylediklerimi, ve sevdamı
Çölün gelecek nesline, asma kabağının meyvesine.
Budur işte sağaltan
Bağırsaklarımı, göz kirişlerimi ve leoparların kustuğu
O hazmedilmez parçaları. Beyaz bir elbiseyle
Hanımefendi, seyre dalıp gitmiş, beyaz elbise içinde.
Ödesin ak kemikler unutkanlığın kefaretini.
İçlerinde hiç can yok ki. Mademki unutuldum
Ve unutulacağım, unuturum ben de
Öylece adanıp odaklanacağım emelime. Sonra bildirdi Tanrı
Rüzgâra kehanetini, yalnızca rüzgâra, çünkü bir tek
Rüzgâr işittir. Ve cır cır öttü kemikler
Çekirgenin yüküyle, deyip de
Ey sükûtun Hanımefendisi
Asude ve gamlı
Lime lime ve yarasız beresiz
Hatırlayışın gülü
Unutkanlığın gülü
Hem dermansız hem hayat bahşeden
Güven içre kaygılı
O yegâne Gül
Bahçedir artık
Cümle sevdanın son bulduğu
Doyulamamış aşkın
Azabını bitiren,
O muazzam azabını
Kana kana sevdanın
Bitimi, bitmeyene
O bitimsiz yolculuğun,
Ne varsa nihayetsiz
Hepsinin nihayeti,
Kelamsız söz
Sözsüz kelam
Şükürler olsun Anaya
O bahçe için
Cümle sevdasının sona erdiği.
Bir ardıcın altında cır cır ötüyordu kemikler, dağılmış, ışıl ışıl
İyi ki dağılmışız, pek de hayrımız dokunmadı birbirimize,
Bir ağacın altında günün serin vaktinde, kumun bereketiyle,
Unutup kendilerini de birbirlerini de, birleşiverdiler
Çölün sessizliğinde. Budur işte nasibimize düşecek
Ülke. Fark etmiyor üstelik ne üleşme
Ne birleşme. Ülke bu işte. Avucumuzdaki tereke.
III
İkinci basamağın ilk dönemecinde
Çevirdim başımı ve gördüm aşağıda
Kokuşmuş havanın buğusu altında
Tırabzanda büklüm büklüm olmuş aynı hayali
Boğuşuyordu, ümidin ve ümitsizliğin hilebaz
Çehresini takınmış o merdivenler iblisiyle
İkinci basamağın ikinci dönemecinde
Bıraktım onları sarmaş dolaş aşağıda;
Başka çehre yoktu artık, karanlıktı merdiven,
Rutubetli, pürüzlü, bir ihtiyarın salyalı, cılkı çıkmış ağzı,
Ya da kart bir köpekbalığının tırtıklı gırtlağı gibi.
Üçüncü basamağın ilk dönemecinde
Baktım incir gibi kabarmış oluklu bir pencere
Ve alıç çiçekleriyle kır manzarasının ötesinde
Mavi yeşil kuşanmış, geniş sırtlı birisi
Efsunluyordu mayıs günlerini antik bir flütle.
Ne hoş uçuşan saçlar, savrulmuş kumral kumral dudakların üstüne,
Leylak ve kumral saçlar;
Gönül eğlencesi, flütün ezgisi, zihnin adımları ve molaları üçüncü basamakta,
Sönüyor usul usul; ümidin ve ümitsizliğin ötekisindeki takat
Tırmanırken üçüncü basamağı.
Ya Rab, layık değilim
Ya Rab, layık değilim
Ama bari bi’ söz söyle.
IV
Kim yürüdü geçti menekşeler, menekşeler arasından
Kimdi yürüyen
O sıra sıra, çeşit çeşit yeşilin içinden
Bürünük beyaza maviye, O Meryem renklerine
Konuşarak ıvır zıvır şeylerden
Ebedi kederin idraki ve cehalet içinde
Kim karışıp gitti şu yürüyenler arasına,
Gürül gürül kim akıttı çeşmeleri, pınarları kim diriltti
Kimdi kupkuru kayayı serinleten ve kumu sertleştiren
Hezaren çiçeğinin, Meryem renklerinin mavisiyle
Sovegna vos
İşte yıllar gezinip duruyor orada, oradan oraya
Taşıyarak kemanlara flütleri, onara onara
Uykuyla uyanıklık arasındaki o demde, kendisini bürüm bürüm,
Kat kat sarıp sarmalayan ak ışıklarla yürüyeni.
Akıyor yıllar onara onara
Pırıl pırıl bir gözyaşı bulutu boyunca, yıllar sağaltarak
Turfanda bir beyitle kadim bir kafiyeyi. Kıymetini bilin
Vaktin. Kıymetini bilin
Yüksek seyir yerlerindeki o akıl ermez sır ermez rüyetin
Çekerken tek boynuzlu, murassa atlar yaldızlı cenaze arabasını.
Beyaz mavi peçeli suskun bakire
Porsuk ağaçları arasında, flütü nefes kesen
O bahçe tanrısının ardında, selamladı başıyla, tek laf etmedi ama
Çeşme çağladı oysa, kuş şakıyıp durdu
Kıymetini bilin vaktin, o duyulmamış
Dile gelmemiş sözün alametti rüyanın kıymetini bilin
Sallayana dek rüzgâr binlerce fısıltıyı porsuk ağaçlarından
Ve bittikten sonra bu sürgünlüğümüz
V
Zayi ise zayi olmuş söz, harcanıp bitmişse sarf edilmiş siz
Duyulmamış, dile gelmemiş söz
Söylenmemiş, işitilmemişse;
Dile gelmemiş söz hâlâ, işitilmemiş Sözdür,
Sözden Öte Söz, âlem İçre
Ve âlem uğruna Sözdür;
Ve karanlıkta parlıyordu ışık ve
Hâlâ fırıl fırıl dönüyordu sükûn bulmamış âlem o Söze karşı
O suskun Söz göbeğinde.
Ey halkım, ne yaptım ben sana.
Nerde bulunacak o söz, o söz nerde
Yankılanacak? Burda değil, yeterince sülün yok
Ne denizde ne adalarda, ne
Anakarada, ne çölde ne de yağmur diyarında
O gündüzleri geceleri
Karanlıkta dolanıp duranlara
Burası ne zamanı ne de yeri
Yok mağfiret mekânı o yüz çevirenlere
Bayram vakti yok, onca hayhuy arasında sesten mahrum olanlara
Yakarır mı peçeli bakire
Hani seni seçip sana başkaldırmış şu karanlıkta yürüyenlere,
Şu kapana sıkılmışlar için, mevsimle mevsim, vadeyle vade arasında,
Saatle saat, sözle söz, kudretle kudret arasında, şu karanlıkta
Bekleşenler için? Yakarır mı peçeli bakire
Ne çekip giden ne dua edebilen
Şu kapıdaki çocuklar için:
Şefaat eyle o seçip de başkaldıranlara
Ey halkım, ben ne yaptım sana.
Yakaracak mı peçeli bakire incecik
Porsuk ağaçları arasında, onu gücendirip
Dehşete kapılan ama teslim olamayan
İkrar verip âlemin önünde, kayaların arasında inkâr edenler için
Son mavi kayalıklar arasındaki o en son çölde
O bahçedeki çölde, o susuzluk çölündeki
Bahçede, tükürerek ağzından o kurumuş elma çekirdeğini
Ey halkım.
VI
Bir daha dönmeyi ummasam da
Ummasam da
Dönmeyi ummasam da
Kârla zarar arasında bocalayarak
Rüyaların kesiştiği bu kısa geçişte
Ölümle doğum arasındaki o rüyabozgunu alacakaranlıkta
(Takdis et beni peder) bunları dilemeyi dilemesem de
Geniş pencereden granit sahile doğru
Beyaz yelkenler akıp gidiyor kara sulara hâlâ sularda uçuşan
Kırılmamış kanatlar
Ve kaybolmuş kâlp kaskatı kesilip seviniyor
Yitik leylaklara, gaipten gelen deniz seslerine
Ve mecalsiz ruh yekinip ayaklanıyor
Eğik altınbaşakla yitik deniz kokusu uğruna
Yekiniyor onarmaya
Fildişi kapılar arasındaki boş biçimleri
Ve koku, tazeliyor kumlu topraktaki tuz tadını
Ölümle doğum arasındaki gerilim vaktidir bu
Üç rüyanın mavi kayalıklar arasında kesiştiği
Issızlığın mekânı
Alıp başını gidince porsuk ağacından silkelenmiş o sesler
Bırak da titreşip yanıtlasın öbür porsuk ağacı.
Mübarek bakire, azize Meryem, ey pınarların, bahçelerin ruhu,
Cefa eyleme bize, yalan dolan içre maskara etmeyelim kendimizi
İhtimamı öğret bize ve savsaklamayı
Öğret bize uslu uslu oturmayı
Bu kayalıklarda bile,
O’nun yed-i kudretinde huzurumuz
Bu kayalıklar arasında bile
Ey bakire, ey valide
Nehirlerin, derya denizin ruhu,
Çektirme bana ayrılık cefasını
Bırak da erişsin feryadım sana.