Yirmi yıldır, inanç esaslarına bağlı ruh merkezli bir siyaset yürütmeyi beceremeyen iktidar, Müslüman Anadolu halkından aldığı destekle her seçimde zafer elde etti. Buna mukabil izlediği yanlış siyasette ısrarlı davranarak kendisini yenileyemedi ve sadece bir araç olması gereken demokrasiyi amaç haline getirdi.
Demokrasi, mevcudiyetini ikna kabiliyetinden alan ve herhangi bir şekilde ikna edilmiş bir toplumdan beslenen, iyi, doğru ve güzelin çoğunluğun iradesiyle belirlendiği iddiasında hastalıklı bir idare şeklidir. Bu sistemde siyasetçiler tarafından iktidarı elde etmek adına halka verilen bazı vaatler vardır. Bu vaatler de ikna çabalarının verdiği psikolojiyle her türlü yalanı, temelsiz propagandayı ve nefsi menfaatleri içerisinde barındırır. İlk seçimden itibaren, İslam ve İslam’a bağlı bir sistem gayesiyle Müslüman Anadolu halkının desteğini alan iktidar, bu gaye ve vaadinden sapmış, halkı da izlediği politikalarla ruhi kalkınma isteğinden saptırmıştır. Halkın desteğini mânâ boyutundan sıyırıp maddi büyüme ve kalkınma hamlelerine endeksleme yoluna giden iktidar, gerçekten de bu konuda başarılı olmuş ve bu desteği, yürüttüğü iyi ekonomi politikasıyla tekrar tekrar arkasına almıştır. Tâ ki Batı desteği arkasından çekilene kadar… Tabiî yürüttüğü başarılı ekonomi politikası ve ülkenin güncel maddi gücü de her seçim döneminde başlık olarak seçilmiş, seçim propagandası haline getirilmiş ve her platformda halkın zihnine yerleştirilmiştir. Her seçimde, halka geçmiş ve bugünün ekonomik karşılaştırmalarıyla övünülmüş ve siyasî başarı da bu anlayış üzerine sabitlenmiştir. Ve nihayetinde, halk nezdinde başarılı yönetim, sadece ekonomik yeterliliği sağlayan ve maddî imkanları her geçen gün üzerine koyarak artırmayı başarabilen yönetim demek olmuştur. Bu görünmez kaza olarak kabul edilemeyecek derecede müthiş bir yanlıştır! Nitekim gelinen noktada gördüğümüz üzere ekonomik bir sarsıntıda toplumun şuuruna işlemiş olan başarılı (!) yönetim düşüncesi ortadan kalkmış ve başarısız bir yönetim görüntüsü ortaya çıkıvermiştir. En başından beri hesaba katılmayan gerçek şudur ki; ruhî ve fikrî bir gayesi olmayan hatta bizzat kendisi gaye edinilen demokratik sistemde her oy, fethedilmiş bir insan değil; henüz ikna edilmiş bir insan demektir. Hâl böyle olunca da bu mahkûm edilmiş olan halkın yönetimi eleştirmesi ve desteğini kesmesi de, ekonomik bir sarsıntıda kaçınılmaz bir son olmuştur. Bu sonu ise en başından beri iktidar kendisi hazırlamıştır. Konuyla alakalı olarak eleştirimizin samimiyet ve ciddiyet temelli olduğu bilinsin. Ne sadece ayaklanıyor ne de sadece kabulleniyoruz. Bu konuda iktidarın kendisini aynı samimiyet ve ciddiyetle hesaba çekerek, fikir merkezli ve ideolojik bir formasyona tâbi tutmasından başka hiçbir çaresi yoktur. Açık ve net bir şekilde bu topraklardan çıkmış olan, fert ve toplum meselelerinin halli yolunu üstlenen Büyük Doğu İbda fikriyatı ve ideolojisine bağlı bir siyaset izlenmesi, Başyücelik devlet modelini gündemine alması ve ona nisbetle yeni rejim inşa etmeye girişmesi tek kurtuluşudur. Aksi takdirde yanlış alternatifler doğrunun yerini alacaktır.
Maddenin tahakkümü altına sokulmuş ve buna ikna edilmiş bir toplumdan, şu şartlar altında inanç esaslarına dayalı bir insiyakla hareket etmesini beklemek elbette pek abestir. Halkın haklılık payını verirken bunun değişmeyeceğini ve kaçınılmaz olduğunu da söylemiyoruz. Bu hususta çözümün, devletin cemiyeti manevî bir ideal etrafında toplaması olduğu aşikâr. Akabinde “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” hikmetine binaen cemiyet de devletin yönlendiricisi olacaktır.
Bugüne kadar alıştırıldığımız maddî düzlük ve yüksek refah bizi öyle bir hâle getirdi ki, tabiri caizse düşünme kabiliyetimizi kaybettik. Öyle bir manzara ile karşı karşıyayız ki, aç kalmasak tek bir saniye bile düşünmeyecek ve niçin yaşadığımızı sorgulamaya bir an bile ayırmayacaktık. Mübarek Ramazan ayında bütün gün aç kaldıktan sonra iftarda kurmuş olduğumuz kallavi sofralar geliyor aklıma, bu nasıl bir tezattır. Bin bir çeşit yemek ile donattığımız bu masada tıka basa yedikten sonra, bütün gün içerisinde bulunduğumuz ruhaniyetten artık eser kalmaması... Oruç tuttuğumuz süre boyunca niçin aç kaldığımızın iftar sofrasında tamamen aklımızdan çıkması ve o bollukta anlamını yitirmesi... Oruç iftar sofrası ile bitmez, bilakis başlar. Bu noktada anlatmak istediğim şey, kesinlikle iktidarın yaptığı gibi ekonomik krize göz yumun ve fakirlikle sınanmak için sabredin cinsinden teklifler değil. Ancak tokluk zamanında maliki olmadığımız veya olamadığımız davamızı, yokluk zamanında devreye sokarak yine kendi nefsimize araç olarak kullanmayalım. Çünkü bu, idarecileri suçladığımız şeyin bizde de tezahür etmesi demektir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, unuttuğumuz veya es geçtiğimiz bir gerçeği “biz bu hayata yaşama hakkı ile değil, yaşama görevi ile geldik” diyerek ve bunu da tüm hayatıyla ortaya koyarak hatırlatmıştır. Mevcut kriz ortamında bize düşen, hangi gaye uğruna aç kalmayı göze alabileceğimizi idarecilere hissettirmek, adımlarımızı ve taleplerimizi bu gaye üzerinde sistemli bir şekilde belirtmektir.
Sadece ayaklanma sadece kabullenmekten daha iyi değildir. Bu meselenin çözümünü hem idare hem de toplum olarak, “ekonomi uzmanları”nın türlü denklem ve grafiklerle ele aldığı akademik boyuttan ziyade, ruhî ve ahlâkî boyutta aramak ilk şarttır. Misal; aslına bakılırsa “ekonomiyi düze çıkarmak için” faizle mücadele iddiasıyla alınan faiz indirimi kararları da bizi ruhî ve maddî planda sömüren bu düzenin içerisinde gezinen çaresiz bir hamledir. Yapılması gereken ise temellerini inançlarımızın oluşturduğu, “halis hürriyet, hakka köleliktir” düsturuyla faizi kökünden kazıyacak hamleler yapmak, bu ahlâksız sistemle sistemli bir şekilde topyekûn mücadele etmektir. Bu mücadele de en temelde ruh ve ahlâk işidir. Ne yazık ki biz ruhunu kaybetmiş, onu doğru düşünce üzerinden tekrar kazanmaya yeltenmemiş, devlet ve idareciler tarafından ise buna yönlendirilmemiş bilakis uzaklaştırılmış bir toplum olduk. Dolayısıyla saf haliyle düzünden anlamaya çalışmadığımız ruh, her hadisede olduğu gibi ekonomi meselesinde de kendisini tersinden izah etmek istiyor. İmânî ve ahlâkî olarak zaten kesin bir tavırla karşısında durmamız gereken kapitalist düzen ve bu düzenin bir çarkı olan faiz sistemiyle savaşmak “zorunda” bırakılmak ne acı bir şey değil mi? Evet, işte gelinen noktada gündemi belirlenen bir Müslüman olmak böyle bir şeydir. Bugün bizi açlıkla terbiye etmek isteyen kapitalist düzene karşı göstermemiz gereken tavır, bu işin bizim için ibadet olduğunu hissettirmek olmalıdır. Halid bin Velid Hazretlerinin nefsine ve düşmana söylediği “Sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü seven bir orduyla geldim.” sözü bize niçin yaşadığımızı ve gerektiğinde niçin aç kalmamız gerektiğini açıklar niteliktedir. Korkumuz aç kalmak olmamalı, korkumuz bizi kendi tahakkümü altında tutmak için açlıkla terbiye etme yolunu izleyen bu sistemi kabul etmek olmalıdır. Bu çerçevede ayaklanmalar ve tüm eleştiriler doğru düşünce etrafında toplanmalıdır. Aksi takdirde yarın tekrar bolluk zamanı geldiğinde susarak haysiyetsiz bir hayata razı olmak gafletine düşeceğiz. Mevcut düzen içerisinde insan haysiyetini koruyucu ve kollayıcı en ufak bir gayeye rastlamak mümkün değildir. Bizler de yeryüzünde haysiyetini arayan Müslümanlar olarak bununla mücadele etmek mecburiyetindeyiz.
İnsanlar varlık ve yokluk içinde stabil bir hale büründükten sonra özlemini kurduğu hayatın çok dışında bir hayat sürüyor ve bilse de bilmese de sonsuzluktan parçalar aramaya başlıyor. Mevcut düzende istediğimiz hayatın tasviri nedir? Halis bir mümin olduğunu söylerken boynunda prangaları olan bir zengini oynamak ister misiniz? Tıpkı uysal bir köpek gibi lüks bir yuva, lüks bir mama, lüks bir tasma?.. Maddenin esiri olarak yaşadığımızın farkına varabildik mi veya bizi bununla ikna ederek inançlarımızı elimizden aldıklarını görebiliyor muyuz? Her gün yeniden uyanırken ve her gün yeni bir devir başlarken, tüm yaşadıklarımız toplamında ne ifade ediyor? Herkesin aynı dünyada farklı hayatlar sürerken ben de soruyorum: Bu hayat kimin, hangimizin; ve bu hangimizin olduğunu dahi bilmediğimiz hayat ne kadar yaşanmaya değer? Neden hiç kimse sana “Nasıl bir hayat yaşamak istersin?” diye sormuyor ve bu konuda fikirlerini almıyor. Yaşama hakkıyla değil de yaşama vazifesiyle geldiğin için olabilir mi? Hâlâ kendin olarak bir fikrin yok değil mi? Varsın, düşünüyorsun, ıstırap çekiyorsun ama ne yapman gerektiği ve dünyaya nasıl tesir edeceğin konusunda hiçbir fikrin yok değil mi? Çünkü sana bunu kimse sormadı ve sormayacak. Çünkü sen, bu düzen yaşasın diye bir şekilde ikna edilmiş insansın ve başka bir şeye inanmış bir insan olmanı asla istemeyecekler. Aç olsan da tok olsan da onların istediği hayatı yaşayacaksın ve er ya da geç anlayacaksın yaşamanın bir hak olmadığını, bunun tamamen palavradan ibaret olduğunu. Yaşamak, bir hak değil görevdir. Dağların dahi yüklenmekten kaçtığı bu görevi üstlenmiş olarak; nefsimizi bilmek, nefsimizi bilmek için de âlemi bilmek zorundayız. İçerisinde bulunduğumuz bu krizi de doğruya tahvil ederek meseleyi meselenin istediği boyutta ele almalıyız; yoksa ortada halledilmesi gereken mesele de kalmaz. Özellikle gençlerimizin şu dönemde popülizm etkisiyle konuyu kara mizah komedi seviyelerinde değil de çözüm odaklı idealist bir anlayışla karşılaması gerekiyor. “Hayatın realitesi ıstıraptır”, hikmetinden nasiplenmeye bakmamız lazım. Millet olarak maalesef aç kalmadığımız bir saniye bile düşünmeye ihtiyaç duymuyoruz. İnsan her daim olamamak ve ölememek arasında çırpınırken, fikri gökyüzünü deler ve yıldızları döker kurtuluş semalarından... Oysa “insanın meselesi karnı doyunca başlar.”
Aklımızı başımızda tutan şey, her defasında ona karşı aldığımız ve sonu gelmeyecek olan galibiyetlerdir. Bir ihtilalci ruha, şu sıkışmış trafikte seyreden lüks otomobil ve toplu taşımalardaki insanların aşırı normal görüntüsü bile anormal bir hastalık hâli gibi gelir. Böyle yaşanmaz ki, böyle ölünmez de...
“Sadece ayaklanma, sadece kabullenmeden hiç de iyi değildir.” (Salih Mirzabeyoğlu – Marifetname)
Görüş: Faruk Hanoğlu
Baran Dergisi 779. sayı