Hemen hepimiz kalabalıklar içerisinde yalnızlıktan, diğer insanlar tarafından anlaşılamamaktan, özellikle dostsuz kalmaktan şikayetçiyiz. Bu konuda olağanüstü umutsuz, aşırı karamsar ve bir o kadar da suçsuzuz öyle değil mi? Durumun nasıl olup da bu hale geldiğini ve bu kadar yalnız insanın içerisinde nasıl olup da bu yalnızların bir türlü bir araya gelerek sürdürülebilir bir beraberlik oluşturamadığını çözümleyemiyoruz.
Şikayetçisi olduğumuz ve kaynağını bir türlü tam anlamıyla tespit edemediğimiz bu yalnızlık ve anlaşılamamak düşüncesinin bütününe baktığımızda, aşırı romantizm yüklemesinin de sorunu büyüttüğünü görüyoruz. Bu ortak şikâyeti, toplum olarak meselelere baktığımız göz, yani anlayışımızın, inancımızdan kopuk olmasına bağlayabiliriz. Müslümanlar olarak kör noktamız haline getirdiğimiz bu sorunun da zeminini yeni bir anlayışla ele almak ve sorunun kaynağına inmek mecburiyetindeyiz. İngiliz menşeli bireyselcilik ürünü olarak hayatımızın her alanını ele geçiren benlik insiyakı ve ruhi çabayla aranan ancak materyalist beklentilerden oluşmuş yaşam tarzını benimseyen mevcut dünya insanı, yani “yalnızlaştırılmış insan modeli”ni inançlarımız önünde hesaba çekmeliyiz. Madem hepimiz yalnızlık ve anlaşılamamakta samimi birer şikayetçiyiz, böyle yapmak gerekiyor.
Benlik insiyakını, insanın kendisini merkeze alarak bütün hadiseleri kendine nispetle ele alması, amiyane tabirle dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanması neticesinde doğan, herkesin ona nisbetle hayat sürdürmesi gerektiği inancı şeklinde tanımlayabiliriz. Daha anlaşılır bir ifadeyle bu “kendisine tapınmak” denilebilecek bir kavrayıştır. Peki, bireyselci dünya görüşünden zuhur eden bu kavrayışı, Müslümanlar olarak İslâm'a nispetle nasıl ele alabiliriz?
İlk olarak karşımıza pek yakından aşina olduğumuz nefs gerçeği çıkıveriyor. Aşinalık diyoruz; çünkü değişen dünyada Müslümanlar olarak hakikatleri idrak noktasında ezber bir ton tutturup, kavramları tamamen kulaktan dolma nitelikte ismi ile müsemma hâlinden çıkarttığımız için, nefsin de tam anlamıyla hakkını veremiyoruz. Bu konunun fert ve toplum üzerindeki tesiri de, her alan ve platformda anlatmaya çalıştığımız üzere dünya görüşü ithal olan, anlayışını yenileyemeyen Müslümanların Batı ideolojilerine teslimiyetinden kaynaklanmaktadır. Mevzu özelinde Müslümanlar olarak "Nefsini bilen Rabbini bilir." hikmetinden nasibini almasını bilen, en iyi değerlendirmeyi ve meselenin halli yolundaki fikri elbette elimizde bulunduruyoruz.
Öncelikle şuna peşin olarak inanmak icab ediyor ki, nefsî zeminde kurulmuş olan hiçbir ilişki, içerisinde sonsuzluk barındırmaz. Bu muhakemeyi yapmadan, bununla hesaplaşmadan yalnızlık hissi ve gerçeğinden kurtulamayacak ve elbette kafamıza ve ruhumuza uygun bir dost edinemeyeceğiz. Yalnızlık hissi ve anlaşılamama sorununun aslı hem psikolojik hem de sosyolojik zeminde aranabilir. Bu engeli aşma üzerine düşünürken, üzerimizdeki tesiri küfrün kaynağına inerek çözümleme niyetinde bir yol izlemeliyiz. Baştan sona cemaat olma ve kardeşlik şuuru ile emrolunmuş, bu şuurla iman etmiş Müslümanlar olarak, "küfrün kaynağını bilmeyen gerçek manada iman etmiş olmaz" hikmetine de vakıf olmamız gerekiyor.
Aşırı romantizme dayalı yalnızlık hissi, dünyaya bakışımızın en önemli amili hâline gelen Batı tefekkürünün doğru analiz edilememesine bağlı olarak üzerimizdeki etkisini sert bir şekilde göstermiştir. Bu etkinin de incelemesini konunun en mustariplerinden biri olan Stefan Zweig üzerinden yapabiliriz. Zweig’in ortaya koymuş olduğu öykü ve romanlarda yer bulan karakterlerin yansıttığı yalnızlığı, romantizm kıskacında tamamen dış sebeplere bağladığını görebiliriz. Bu durum bizim de genellikle yakındığımız yalnızlık modeline benzerlik gösterir. Şahsilik üzerine ve edebi yönü kuvvetli olan bir anlatımla kaleme alınan bu eserler, insana yalnızlıktan kesinlikle kurtuluş olmadığını ve bunu hayatın her alanında iliklerimize kadar hissedeceğimizi müthiş bir tesir ile aktarıyor. Edebi yönünün güçlü olmasını özellikle dile getiriyorum. Çünkü, modern psikolojinin mucidi olarak kabul edilen Sigmund Freud da, edebiyata ilgisiyle bilinir. Hatta öyle ki psikanalizin temellerini tamamen bu hayalleri üzerine oluşturmuştur. Edebi halin ruhla bağlantısı açık bir şekilde bilinirken kurtuluş reçetesini de ruhi bir çabayla kendi oluşturduğu psikanalize borçludur. Freud'un psikolojinin temeline cinselliği yerleştirmesi ve yanlış kabul edilen bütün davranış bozukluklarının sebebinin cinsellik olduğunu iddia etmesi açıkçası gariptir. Çünkü tedaviyi de, sığınmış olduğu edebi anlayışta yani bilerek veya bilmeyerek psikanaliz yardımıyla ruhta bulmuştur. Biliyoruz ki cinsellik nefsî bir kontrol mekanizmasında yer alırken, edebiyat ise manevi bir his olarak ruhî kontrol mekanizmasındadır. Bu konu, mesele üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken çok önemli bir ipucudur. Diğer yandan her ne kadar modern psikolojinin mucidi Freud olarak görülse de, Freud'un da "Baktığım her meselede benden önce Dostoyevski vardı." söyleminden sonra Dostoyevski'yi de incelemek ihtiyacı doğuyor. Batı tefekkürünü İslam önünde hesaba çekmiş olan büyük mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da romanlarındaki ruhî faktörler dolayısıyla Dostoyevski’ye ehemmiyet atfeder. Dostoyevski romanlarındaki neredeyse bütün karakterler, yalnızlığı ve bütün kötülükleri dışarıda arayan değil, bütün sorunları kendinde arayıcı ve kendinde bulucu bir iç hesaplaşmacı formunda karşımıza çıkıyor. Öyle ki Dostoyevski, tüm acılarıyla kendini yaşatma ve tanıma fırsatı bulduğunu, hatta bundan büyük haz duyduğunu net bir şekilde belirtmiştir. Nefsi hesaplaşmaları, onu, kurguladığı karakterlerin psikolojik tahlillerini müthiş bir şekilde yapabilmeye sevketmiştir. Kusurları her şartta kendinde arayıp bulmasının yanında, imkânsız olsa da bunu aşmak için gayret ettiğini "Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem." sözünden anlıyoruz.
İşte nefse bakış ve terbiye konusunda işin temelinin bu zemine oturtulması gerekiyor. Bütün ilişki sorunları, kendi nefsimizi hesaba çekmeyi bilmediğimizdendir. Hesaba çekmemiz gerektiğini bilmediğimizden demiyorum, hesaba çekmeyi bilmediğimizden...
Burada Tolstoy’dan da bahsetmek icap eder. O da sorunun toplum boyutunda ele alınması gerektiğini eserleriyle ortaya koymuş ve ferdi davranışların toplumu iyi veya kötü anlamda nasıl şekillendirdiğini işlemiştir. Dostoyevski'nin derinlemesine yaptığı psikolojik tahlillere nazaran o, genişlemesine sosyolojik tahlillerle çözüm yoluna başvurmuştur. Ona da bu dili ve toplum sorunlarında ortaya koymuş olduğu çözümleme yeteneğini veren, meselenin ruhi yani ilahi bir dokunuşla nihayete erdirilebileceği düşüncesidir. Tolstoy'un bu yöndeki bakışı, bizim yalnızlığımızın sebebi olarak gördüğümüz dış etkenleri ancak ilahi bir anlayışa bağlı bir toplum gayesiyle sahteliğinden ayırır. Bizdeki benlik şuuru bu bakışta erimiş olur ki bu yöntem de aslıyla İslâm'ın toplum ve nizam anlayışının telifi altındadır.
Şimdi ortaya çıkan verilerin hepsini İslam'a muhatap anlayış önünde meselemiz üzerine hesaba çekelim. Karşımızdaki insanın, ki bu eş, dost, aile ve toplumun herhangi bir alanında karşılaştığımız biri olsun; onun hakkında bir hal ve hareketi yahut verdiği bir tepki sebebiyle kesin olarak bir hüküm sahibi olamayız. Yani o davranışı herhangi bir niyetle yapmış olduğu zannına düşerek suçlayamayız. Bu durumda verdiğimiz hükmü ancak kendi nefsimizde keşfetmiş olabiliriz. Kendi davranışlarımızı dahi samimi olarak hesaba çektiğimizde ne amaçla yaptığımızın kesin bir hükmünü veremiyorken, bir başkasınınki hakkında nasıl olur da bu kadar emin olabiliriz? Yoksa bu niyeti kendimizde halihazırda veya daha önceden tanıyor muyuz? Yoksa sorun bende mi? Evet!
Kişi kendinin aynasıdır sözü bu hakikate isabet eder. Kimsenin kalbini açıp bakamayacağımız klişesi, ilk günkü tazeliği ile karşımıza çıkıyor. Sorun bizde, nefsimizde. Dış oluşu gerçekleştirmeyi engelleyen sorun da sorumlu da biziz, kendi nefsimiz, kendi benliğimiz. İşte fikrî bir müşterekte buluşmanın önemi burada kendisini gösteriyor. Müslümanlar olarak bütün dostluk ve düşmanlıklarımız fikrî bir zeminde kurulmalıdır.
Nefsimizi merkez alarak kurduğumuz ve tamamen nefsi bir bakışla yürütmeye çalıştığımız dostluklar, çok geçmeden kötü bir şekilde son bulmaya mahkumdur. Çünkü her bir nefsin kendi ilahlık iddiası vardır ve her biri bir diğerini kendisine benzetmek görevi üstlenir. Kim kimin kölesi olmak veya kim kime benzemek ister ki? Yalnızlık Allah'a mahsus olmakla beraber, nefsin de böyle bir gayesi vardır. O, tek olmak ister. Niçin bir başkası için yaşasın ki? Mutlak Fikir’de birlik olmak ve ona bağlı ideolojik dostluklar inşa etmek zorundayız. Bizimle aynı ruhu taşıyan dostluklarda buluşmak ve gerekirse toplumu sırtımızda taşımak zorundayız. Bu bizim meselemiz ve gayemiz olmalıyken kasıtlı bir engellemeye tabi tutularak, nefs temelli yalnızlaştırma telkinlerine engel olalım. Bu sebeple düşman olarak içte nefsimizi, dışta da kâfiri iyi tanıyalım. Aksi takdirde her birimiz nefs sahibi olarak ve nefslerimize bağlı olarak bir türlü adını koyamadığımız yalnızlık şikâyeti içerisinde, başkalarını suçlayarak yok olup gideceğiz.
Baran Dergisi 778. sayı