Dünya Siyaseti, tıpkı I. Ve II. Dünya Savaşları öncesinde yaşanan katostrofik süreçlere benzeyen bir evreden geçerken, bu evrede vuku bulan hadiselerin ve bu hadiselerin dolaylı neticelerinin, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile birlikte çok daha hızlı gerçekleştiğine şahitlik ediyoruz. Bu öyle bir evre ki çıkış-dayanak noktası sağlam olunmadığı müddetçe analizinin yapılması zor görünüyor yahut analizi yapılsa bile sağlam bir dayanağa basmayan analistin yanlış bir yöne savrulacağı gün gibi ortada…
“Tarih tekerrürden ibarettir” ve tarihte yaşanan hadiselerin benzerlerini her dönemde ve her coğrafyada görmek mümkün… Buradaki mesele ise yaşanan hadiselerden ders çıkarabilmek ve geçmişte hata yapanların düştüğü duruma düşmemek…
I ve II. Dünya Savaşları öncesi Almanya’nın sisteme hâkim olma çabaları ve buna karşı çıkan İngiltere merkezli mihverin çatışması neticesinde insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen hadiseler yaşandı. Kara leke olarak nitelendiriyoruz; çünkü her ne kadar siyasette savaş yerine göre mubah olsa da, bir felaket etkisi oluşturan bu yıkımların yegâne sebebi, batı insanının ve devlet yapısının doyumsuz mizacı ile bütünleşen şahsi hırs ve çıkar kaygısıdır.
II. Dünya Savaşı’nın ardından oluşturulan iki kutuplu dünya teziyle beraber tezahür eden güç dengesinde, iki zıt ideoloji-iki zıt devlet etrafında kümelenen müttefik güçlerin birer merkez etrafındaki mücadelesini ve esamisi bile okunmayan, sadece sömürü kaynağı olarak bakılan, arasında birçok Müslüman ülkenin de olduğu 3.Dünya ülkelerinin varlığını görüyoruz. Soğuk savaş döneminde bir nevi danışıklı dövüş halinde tezahür eden bu vaziyette, herhangi bir gücün sivrilerek siyasete yön vermesine de müsaade edilmemiştir.
SSCB’nin dağılmasının akabinde oluşan tek kutuplu-tek merkezli dünya nizamı ve ABD’nin dünya siyasetine baş aktör olarak yön verme planı uzun vadeli olmadı. Bilhassa 11 Eylül 2001’de yaşanan Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’un vurulduğu hadisenin ardından tek süper güç ABD hem maddî, hem manevî bir kayba uğradı. Akabinde gerçekleşen Afganistan ve Irak çıkarmaları da buna eklemlenince dünyanın en büyük ekonomisi kökten çatırdarken; ABD’nin de vurulabilir olduğu ve “her şey benim elimde” edalarında bir yere kadar realiteye yansıdığı düşünülmeye başlandı. Belki de maddî zararlardan daha çok bu itibar kaybının ABD’nin egemenlik sahasını kısıtladığını düşünmek gerekir.
2000’li yıllar ile beraber ortaya çıkan bu kaotik süreçte yaşanan birçok hadise, arka planında fazlası ile güç dengesi hesapları ve analize dayalı projeksiyon içermekte… Bu tür süreçlerin en önemli tarafı ise; siyasî, iktisadî ve içtimaî kutuplar derin hatlarla çizilemediği için hangi gücün veya güçlerin sivrileceği tahmin edilememekte ve uluslararası sistem tahakküm altında tutulamamaktadır. Dünya sisteminin egemen güçleri dünya savaşları öncesi tecrübe ettiği buna benzer süreçler neticesinde bugün aynı hataya düşmemek adına bir kutuplaşmaya doğru gitmeye başlamıştır.
İngiliz’in gözünden Ortadoğu olarak addedilen, bizim gözümüzde ise İslâm toprakları olan coğrafyaya geldiğinizde ise sosyolojik olarak bir kaygının hâkim olduğunu görüyoruz. Osmanlı’nın tarihin yapraklarındaki yerini almasının ardından emperyal güçlerin gerek maddî, gerekse manevî ehemmiyeti sebebiyle siyaset mekanizmalarının merkezi konumuna yerleştirdiği bu coğrafyada, bu topraklarda adaletsizlik, sömürü ve zulüm hâkim durumda…
Arap baharı ve ardından yaşanan hadiseleri bu sosyal kaygının bir tezahürü olarak belirtebiliriz. Yaşanan tüm vakalara farklı farklı pencerelerden, değişik cephelerden bakmalı ve bütün güç dengelerini hesaba katarak bu eksende değerlendirmeliyiz.
Suriye meselesine de bu hadiseler hattında ayrı bir parantez açmak gerekiyor. En uzun sınıra sahip olduğumuz komşumuz Suriye’de 3 senedir bir iç savaş hâkim… Bu iç savaşı biraz önce bahsettiğimiz hususlar ekseninde hem dünya siyaseti, hem bölge siyaseti açısından değerlendirmeliyiz.
Dokunanın elinin yanacağı türden bir duruma gelen Suriye halkının direnişi etrafında dünya güçlerinin kutuplaşma hattına girdiğini görüyoruz. 3 sene boyunca görmezden gelinen bu meselede kimyasal silah kullanımı ile beraber bir gündem oluşturuldu ve “müdahale” söylemlerine, hatta Esed yönetimine 48 saatlik mühlet veren açıklamalara kadar evrildi. ABD’nin müdahale kararlılığını, Putin’in bir nevi yarı yolda bırakması olarak niteleyebileceğimiz politik hamle kırarken, yine bu coğrafya üzerinde yapılan siyasi beyin fırtınaları devam etmekte. ABD’nin tamamen çizilen karizması ile beraber yeni güç dengeleri etrafında yine bir çift kutuplu dünya tasavvuru öngörülebilir. Böylece egemen emperyal güçler adına yeni bir istikrar kapısı açılırken, kaostan düzene evrilecek olan süreçte istemedikleri güçlerin sivrilmesine mani olarak gündemin arka planında pasifize edebileceklerdir.
Yüz senedir öndersiz durumda olan ve Abdülhamid Han’dan bu yana başı eğik durumda olan Müslümanlar, emperyal güçlerin oyun sahası konumunda olan coğrafyalarında mutlak hâkimiyete, huzur ve refaha nasıl kavuşacaklar? Bu cevabı merak edilen ve ümitle beklenen en temel soru…
Bu sorunun cevabını bütün İslâm coğrafyasını kucaklayan bir tavır etrafında kenetlenerek aramak gerekmektedir.
Dünya’da siyasi durum bundan ibaret iken, emperyal güçler cihad çağrısı yapan Müslümanlara karşı bir muhatap bulamamakta ve bunun ceremesini de çekmektedir. Müslüman gruplarla tek tek uğraşmak da bu güçlerin işine gelmemektedir.
Diğer taraftan Müslümanlar zulüm kalelerini yıkmak için direnirken 2010’lu seneler yani önümüzdeki süreç çatırdamaya başlayan sistemin temellerini patlatacak hadiselere gebe…
Müslümanların bu darboğazdan kurtulma siyaseti olarak Birleşik İslâm Devleti veya İslâm birliği gibi organizasyonları dillendirmeye başlaması ile beraber psikolojik bir eşiğin aşıldığına kanaat getiriyoruz. Birleşik İslâm Devleti yolunda maddi ve manevi şartların oluşmaya başladığı da artık görülüyor. Bu yolda atılacak olan somut bir adımın maddi ve manevi büyük bir sıçramaya vesile olacağını düşünüyoruz. Bu sebeple içinde bulunulan iktisadi, siyasi ve içtimai durum pek bir ehemmiyet ifade etmemektedir. Netice olarak gerek nüfus, gerek doğal kaynaklar, gerekse de manevi bir temele sahip olan İslâm topraklarından bahsederken, bu coğrafyada kurulacak özüne bağlı bir devletin kalkınmasından ve sosyal refahı tesis etmesinden endişe duymak, hadiselere at gözlüğü ile bakmaktan öteye geçmez. Yeter ki devletin milli bir politikaya sahip olduğu halk nezdinde bilinsin.
Durum böyle iken bizim ise en gayretli olmamız gereken husus, şartların önümüze getirdiği nokta itibari ile bu kaos sürecini bir sıçrama tahtası olarak değerlendirmeye çalışmak. Bu çabayı devlet çapında düşünüp kurgulayarak “akademi nasıl oluşturulur?”, “iktisadi sistem nasıl oluşturulmalı?”, “devlet kurumları nasıl şekillendirilmeli?” gibi suallere cevap aramalı, bu cevapları bulamazsa bile çözüm arayacak kadroları oluşturmak için adım atmalıyız. İslâmî kaideler çerçevesinde kurumların ve sistemin çağımız araç gereçlerini kullanarak “nasıl bir sistem?” sorusunun cevabını bulmalıyız.
Aslında mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ehemmiyeti de bu sualler etrafında daha belirgin hatlarla ortaya çıkmaktadır. “Müslümanların Rönesansı”na giden yolun temellerini atan yeni bir dil ve diyalektik oluşturan Salih Mirzabeyoğlu, İslâm Devleti idealini bir ütopya olmaktan çıkararak, tarihteki misallerden ve tecrübelerden de devşirdiği fayda ile nazari alt yapısını oluşturmuş ve pratikte uygulanabilir bir hüviyete büründürmüştür. Şimdi Müslüman aydına düşen vazife, entelektüel birikimiyle bu yükün altından kalkabilecek kadrolar ile beraber bu nazariyenin pratiğe tatbiki adına, en girift hatlarına kadar ele alıp, süzgeçten geçirerek cemiyet meydanına sunmaktır.
Baran Dergisi 350. Sayı
Baran Dergisi 350. Sayı