Paralel yapı, usulsüz dinleme, Selam-Tevhit, Tahşiye kumpasları gibi soruşturmalara bakan ve pek çok tutuklama kararına imza atan 10 ayrı sulh ceza hâkimini “by-pass” ederek, cezaevindeki paralel yapı şüphelilerini çıkarmaya çalıştı. İki asliye ceza hâkiminin aldıkları karar, cemaatin hukuk sistemini nasıl manipüle ettiğini gözler önüne serdi. Bugüne kadar Cemaatin yargı kadroları elinden kaç dosya geçti, kimler sırf bunların menfaati gereği cezaya çarptırıldı, meçhûl. Peki, Türkiye’de hukukun belli bir zümrenin menfaatine göre işliyor olması yalnız bugünün meselesi mi?
Millet Nezdinde Gayr-ı Meşru Olan Devlet
İbda Hikemiyâtı, hukuku ahlâkın pıhtılaşmış hâli olarak tanımlar. “Ahlâk, ruhî fakülteler hâlindeki siyasî, iktisadî, sosyal, psikolojik vesair davranış şubelerine, farklılıkları içinde onları birleştirici bütün bir şuurla bakmak… İşte ahlâk!” Bugün, güdülmesi şart olan ve ne yazık ki tersinden gömülen kültür davamızın temel meselelerinden olan ahlâk... “Etik” diye Yunancadan alınma, ne idüğü belirsiz bir kelimenin “ahlâk” kelimesinin yerine ikâme(!) edilmesiyle mânâ tamamen ortadan kaldırılmak istenirken, hangi hukuk? Kendisini milletten üstün addeden çeşitli zümrelerin, menfaatlerini korumak adına işledikleri her türlü suçu aklayarak meşru kılmak adına “kurumsallaştırılmış” yargı müessesesi içinden, hukuk mu çıkar? Manzara artık o kadar alenî ki, kimse kimseyi kandırmaya kalkmasın; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni meydana getiren devlet müesseselerinin birçoğu, varoluş sebebini kendi eliyle ortadan kaldırmıştır ve gayr-ı meşrudur.
Bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki; iktidar, mevcut garabeti yerle bir edip yerine hakiki bir hukuk nizâmı tesis edeceği yerde, adlî bürokrasi içine çöreklenmiş olan ihanet zümresinden kendisini kurtarmak adına, her çıkan yeni probleme, yeni çözümler geliştirmek suretiyle meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışmakta. Açık konuşalım; en başta hukuku sağlamakla vazifeli yargı bürokrasisi olmak üzere, Türkiye’de devleti meydana getiren bürokrasi zümresi, kurulduğu günden beri tabiî varoluş gayesini yerine getirmekten başka her türlü işin içindedir ve artık böylesine gayr-ı meşru duruma düşmüş bulunan bir teşkilât ile milletin ortak bir paydada bir araya gelmesi mümkün değildir.
Abdullah Kiracı, “Aylık Dergisi”nin 125. sayısında kaleme aldığı “Devlet ve Ahlâk” başlıklı yazıda diyor ki:
- “Devlet de, devamını sağlama noktasında bu müteâliyetten/aşkınlıktan bir hisse sahibi olmak durumundadır. Meşrûiyetini sağlama noktasında buna muhtaç. İslâm'da Allah'ın emri olan “Ululemre itaat”, devlet müessesesinin temel taşını oluşturur. Hz. Peygamber (SAV) tarafından tesis edilen ilk İslâm devleti, onun sünnetini izleyen halifelerince ve onları takib eden diğer Müslümanlarca sürdürülmüştür. Devlet tesisi İslâm'da, Allah'ın Müslümanlara yönelik bir emridir. Osmanlı Devleti yıkılana kadar, tüm İslâm devletleri meşruiyetlerini Kur'an ve Sünnet'te bulmuşlardır. İnsanlık boyunca ilahî emre kendini istinad eden devletler de, öz itibariyle, meşruiyetlerinin kaynaklarını aynı yerden, Mutlak Varlık'tan ve dolayısıyla Mutlak Fikir'den almışlardır.
Tarihte teşekkül etmiş ve Mutlak Fikir bağlılarınca kurulmamış diğer devletlere baktığımızda ise, onların yine dinden beslendiklerini görüyoruz. O dinin vâz ettiği ahlâkî normları tatbik liyakatinde olduklarını her daim ispatlama cehdiyle, meşrûiyetlerini temine çalıştıklarını müşahede ediyoruz. Bu devletler, farklı kategorilerde olsalar da, müteâliyetten/aşkınlıktan aldıkları yetkiyi kullanmışlardır. Modern çağın seküler anlayışa sahip devletleri de, tanrı veya tanrıları koltuklarından kaldırıp kendileri o koltuklara bir güzel kurulan “nevzuhur tanrılar”dır. Modern devlet kurucuları, “devlet aklı, derin devlet, devlet baba” benzeri tabirlerde ifadesini bulan bir mitos hâlesi oluşturarak devleti olduğundan çok daha güçlü ve ferdlerin takatinin alt etmeye yetmeyeceği bir kutsal varlık konumuna yükseltmeye çalışmaktadırlar. Rasyonaliteye en yakın olduğunu iddia edenler dahi “hümanizm, insan hakları, insanların refah ve mutluluğu, hak, adalet” biçiminde özetlenebilecek, kendilerine inanmayı gerektiren üst varlıklar oluşturup kurdukları devletlerin meşrûiyetini bunlar üzerine bina etmişlerdir.”
Peki, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyet kaynağı nedir? Bugün hüküm süren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin meşruiyet kaynağı olarak seçtikleri, bu devleti millet nezdinde değil de, dönemin nüfuzlu Batılı devletleri nezdinde meşru kılan kaynaklarıdır. Aradan geçen 90 senelik zaman zarfında, devletin, millet nezdinde meşruiyetini sağlayacak bir kaynağa kendisini istinad edememesi, zaten başlı başına çok büyük bir problemdir.
E, böyle bir devlette, bugün cemaatin adlî bürokrasi içine çöreklenmiş unsurları iktidara darbe yapmış, çok mu? Dün askerî bürokrasi, bugün adlî bürokrasi, yarın hangi bürokrasi? Devlet, millet nezdindeki biricik meşruiyet kaynağı olan “Mutlak Fikir” ve ondan mülhem/kendini ona istinad eden “İslâm’a Muhatab Anlayış’ı benimseyerek kendisini yeniden teşkilâtlandırmadıkça, dün 28 Şubat, bugün Cemaat, yarın sermaye ve yabancı ellerde kukla olmuş daha nice unsur benzer faaliyetler içine girmekten hiç ama hiç çekinmeyecektir. Tartışılacak bir şey yok aslında ve aslında tartışılacak o kadar çok şey var ki?
Hukuk özeline geri dönecek olursak, Türkiye’de hukukun ırzına geçilmesi, bugünün meselesi mi? Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan İstiklâl Mahkemeleri, hukuku sağlamaktan ziyâde kendi milletine düşmanlık eden bir grub yargıcın, devlet eliyle işlenecek cinayetlere meşruiyet sağlamak üzere meydana getirdiği infaz kurulları değil miydi? Tebrik(!) etmek gerek; tâ o günden beri Türk hukuku, çizgisini hiç bozmamış ve istikâmetten ayrılmamıştır. Geçen zaman zarfında sermaye lehine, darbe dönemlerinde ordu lehine, her dâim Kemalist zihniyetin menfaatine ve son olarak da Cemaat eliyle aynı ahlâksızlığı mahkeme salonlarında heykelleştirmeyi başarmıştır. Hukuk, ahlâkın pıhtılaşmış hâli olacağı yerde, Türkiye’de ahlâksızlığın ucube bir heykeli hâline gelmiştir.
Yakın tarihten misâl vererek hatırlayalım; 28 Şubat döneminin Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Türkiye’de milletin kendi inancı doğrultusunda hayat sürmek istemesi karşısında, hiçbir hukuk teâmülüne bağlı kalmadan, uydurma fezlekelerle canlarının istediği gibi birçok insan hakkında hukuksuz yargı kararlarına imza atmaktan çekinmemişlerdir. 28 Şubat şartlarında alınan hukuksuz yargı kararlarından doğan mağduriyet bugün dâhi hâlen giderilmiş değildir.
Hâsılı kelâm, Türkiye’de rejim şekli ve ruhiyle birlikte değiştirilmedikçe olmaz, olmuyor ve olmayacak da! Bu arada Ak Parti ve Erdoğan, kendilerine gösterilen teveccühün altında millet ile devletin bir paydada buluştuğu zannına sakın ha kapılmasın; millet, eskiden tanıdığı, eskiyi hatırlatan teşebbüsleri selâmlıyor, devleti değil!
Mikroba Merhamet, Hastaya Merhametsizliktir
Gelelim Cemaate ve Gülen’e. Biz gömmekten bıkmayız da, o artık bir zahmet hortlamaktan yılsın. Anadolu’dan başlayarak bütün Müslümanların itikadını, Batılı Efendilerinin emrettiği gibi ılımanlaştırıp bozmak olan Cemaat, takkesi düştüğü günden beri varoluş gayesini yitirmiştir. Hâl böyle olunca, evvelâ Cemaatin şu soruya yanıt vermesi gerekir; sen varoluş gayeni kaybettiğin hâlde, hâlen seni ve avaneni niçin destekliyorlar? Bu suâli biz değil, siz cevablayacaksınız.
Devam edelim; son otuz senedir Cemaatin “Truva Atı” olduğunu bas bas bağıran bizim sesimizin duyulması için, illâ ki bu tahtadan atın iktidara toslaması mı gerekiyordu ve eğer toslamamış olsaydı, tozpembe bir dünyada el ele-kol kola yola devam mı edilecekti?
Şunun anlaşılması gerek: Bizim Cemaat ile aramızdaki dava, Hak ile bâtıl davasıdır ve Müslümanların itikadına tasallut eden her kim olursa olsun, bizden aynı muameleyi görecektir.
Gelelim bugüne.. Bize göre Erdoğan’ın ve iktidarın en büyük zaafı, merhamettir ve “merhamet âleti” öyle bir şeydir ki, yanlış yerde kullanıldığında faydadan çok zarara sebebiyet verir. Rahmetli Üstad Necib Fazıl’ın “mikroba merhamet, hastaya merhametsizliktir” ölçüsü icabı, Cemaat ve onun güdücüsü “sermaye çevrelerinin” bu memleketten kökünün kazınmasının vakti gelmiş, geçmektedir. Artık iktidarın da başını dizlerinin arasına alıp, devr-i hükümetinde yaptıklarının ve günlük itiş kakış siyaseti içinde seyirci kaldıklarının bir muhasebesine girişmesinin zamanı gelmiş de geçmektedir.
Neticede
Geçtiğimiz sayıda da söylemiştik; “bu rejim mutlaka değişecek” diye. Evet, her iki mânâsıyla da “Mutlak’a” değişecek ve iktidarda olanlar bu değişime hizmet etmek adına ya seferberlik ilân edecekler, ya da değişimin anaforunda dağılıp gidecekler. Geri kalan, günü kurtarmak adına ıstırab içinde kıvranmalarından ibaret…
Cemaate dönecek olursak.. Yaptığınız suikastler neticesinde merhamet kumkuması şu iktidarı devirseydiniz de, fikir emrindeki neşterin merhametinin ne anlama geldiğini, siz Allah ve Resûlü düşmanlarına güzelce bir tattırıverseydik.
Baran Dergisi 433. Sayı