İnsanlığa musallat olmuş en büyük belâlardan biri de, hiç kuşku yok ki Yahudilerdir; dikkat edin Musevîler değil, Yahudiler. Evvelâ kendi içinden çıktığı kavmi yok eden, çıkarı istikâmetinde önüne çıkan ahlâkî kural ve kaideleri çiğnemekten çekinmeyen, kendisinden başkasını insan yerine koymayan, gözlerini diktiklerine sahib oluncaya kadar işledikleri her cürmü kutsal sayan, tıpkı bir mikrop gibi hasımlık ettiğinin bünyesine sızmakta ve zarar vermekte maharetli, “hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik” tekerlemelerinin arkasındaki asıl mahfil, Yahudi... “Dünyanın neresinde olursa olsun”, dersek belki çok iddialı olacak ama bilhassa Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişim noktasındaki memleketlerin hangisinde ihanet, hıyanet, zulüm, fitne, fesat, kargaşa, huzursuzluk varsa asla göz ardı edilmemesi gereken hakikat şudur; bu işlerin ardında illâ ki ya bizzat yahut dolaylı yoldan Yahudilerin dahli vardır.
***
Şu sıralar eşine az rastlanır cinsten zorlu bir süreci idrak ediyoruz. Dünya çapında siyasî, iktisadî, ilmî, fikrî, içtimâî ve ferdî bakımdan hem toplu hem de ayrı ayrı ciddi bir buhrana muhatab durumdayız. Hadiselerin cereyan edişindeki sürate son model otomobillerin, uçakların ve roketlerin bile yetişemediği devrimizde, ideolojik iflasları da aynı süratle seyrediyoruz. Bugüne kadar etrafında kitleleri buluşturmasını bilmiş ve samimi bağlıları tarafından tekâmül ettirilmeye çalışılmış birçok dünya görüşü, tıpkı ağaç dallarındaki kuru yapraklar gibi bir bir dökülüyor ve ne yazık ki bağlılarını, bağlı oldukları iddiasında bulundukları dünya görüşünün varlık sebebinin tam aksi yöne savuruyor.  İnsanlık tarihinin bilinen hiç bir devrinde böylesine hızlı, böylesine şiddetli ve böylesine basit bir çözülmenin misali yoktur herhâlde. Ve nihayetinde, İslâm’a Muhatab Anlayış bağlılarından başka dünya görüşü sahibinin kalmadığı-kalmayacağı bir ân’a doğru aynı süratle ilerliyoruz. Zaman, onun yahut bunun eliyle bir bir sahtelikleri kusuyor sanki bünyesinden...
***
Yahudi diyorduk... Kendi üç kuruşluk çıkarı için bütün dünyayı birbirine kırdırmaya muvaffak olsa kılı kıpırdamayacak ve hattâ elde ettiği menfaat dolayısıyla memnuniyet duyacak Yahudi...
Sinsiliği ve ayrıca insanî zaafları mahir bir şekilde provoke ediyor oluşuyla cürmünden çok yeri yakıyor görünse de, korktuğu tek mânâ İslâm ve dolayısıyla bütün gücüyle taarruz ettiği de Müslümanlar...
***
“Şeytanın en büyük numarası yokluğuna inandırmaktır” derler. Yahudiler, şeytana atfedilen bu niteliğe talib olmuş olacaklar ki, en büyük numaraları, hadiselerin arkasında parmakları olmadığına inandırmak…
2009 senesinde düzenlenen Davos Ekonomi Zirvesi’nde, dönemin Başbakanı Receb Tayyib Erdoğan’ın “Van Minut” çıkışı ve ardından 2010 senesinde gerçekleşen “Mavi Marmara” saldırısı, Yahudileri, o güne kadar izledikleri siyaseti değiştirmeye zorlayan unsurların başlıcası olarak gösterilebilir. İsrail devletini kurduğu günden beri, sebeb olduğu kin ve nefretin kendisini boğma ihtimaliyle belki de ilk kez ciddi bir şekilde yüzleşen Yahudi, bu tarih itibariyle kendisini perde arkasına saklamayı, sahneyle beraber biriken kin ve nefreti de Amerika’ya yönlendirmesini bilmiştir. Buradan “Amerika aslında masum, kabahatli olan Yahudi” gibi bir anlam çıkartılmasın. İsrail küçük şeytansa, Amerika’da büyük şeytan...
Mavi Marmara saldırısının hemen akabinde, ne yazık ki, Mavi Marmara’dan doğan sinerjiyle başlayan Arab Baharı raydan çıkartılarak, Müslümanların yaşadığı ülkelerin ne hâle getirildiği ve o tarihten beri perde arkasına saklanan İsrail’in, kendi hedeflerine ulaşmasının önündeki engellerin bir bir nasıl bertaraf edilmeye çalışıldığı malum.
Arab Baharı’nın başladığı günlerde tuzağa düşürülen ve kendi hesabına iş gördüğü zannıyla İsrail ve Amerika hesabına iş gören iki devlet var; bunlardan biri Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i deviren Suudî Arabistan, diğeriyse Suriye’de Beşar Esad’ı etkisizleştiren Türkiye. Suudî Arabistan ve Türkiye, belki de ilk defa kendi hesablarına iş gördüklerini zannederek Arab Baharı’na taraf olurken, aslında İsrail ve Amerika tarafından tasfiye edişte kullanıldıklarını anlamadılar, yahut anlamakta geç kaldılar. İki devletin içine düşürüldüğü tuzak ile Mısır’da İsrail açısından tehdit olarak görülen Müslüman Kardeşler tasfiye edilirken, İsrail için çok büyük bir tehdit potansiyeli taşıyan Türkiye-Suriye işbirliği de bir daha tesis edilmeyecek şekilde dağıtılmış oldu.
İsrail açısından öncelikli tehdit olarak kabul edilen Irak, Suriye ve Mısır’ın hâl ve fasl edilmesinden sonra, Türkiye ve Suudî Arabistan içine itildikleri sunî meselelerle güreştirilirken, İsrail, bulduğu bu fırsatı değerlendirmesini bildi ve başından beri gözünü dikmiş olduğu Mescid-i Aksa’ya yöneldi. Bugünün devletleri için öncelikli hedefler arasından siyasî ve ekonomik başarılar yer alırken, İsrail açısından öncelik Mescid-i Aksa’nın, yâni İslâm’ın o topraklardan sökülüp atılması gelmektedir.
Yahudi, her ne kadar psikolojik inisiyatifi ele almış, dolayısıyla cürmünden fazla yer yakıyor görünüyorsa da, senelerdir bir avuç Filistinli inanmış Müslümanı mağlub edemeyerek, bir yandan da gören gözlere ne kadar da aciz ve zavallı olduğunu deklare etmektedir. Evet, inanmış adam... Bugün, Yahudi’nin karşısına dikilme ve hattâ ona dünyayı dar etme potansiyeli taşıyan ve artık paçalarından akan kibre nisbetle karşısında tir tir titredikleri tek bir mânâ vardır ki; o da İslâm’dır. Türlü pazarlıklar ve nefs hilelerini kullanarak kendileri adına oynattıkları kuklaları pazarlıksız Allah ve Resulü diyenlerin arasından devşiremeyeceklerini ve bu hakikatin bilinmesinden doğacak riski de kurnazlıklarına yakışır bir şekilde kavradıkları için, Yahudilerin baş nefret kutbunda her daim İslâm vardır. Ve bundandır ki, malikiyet iddiasında oldukları Filistin topraklarından İslâm’ı sürmekten başka da çareleri yoktur. Buldukları her fırsatta Filistinli Müslümanlara ve İslâm’ı tedai ettiren mekânlara saldırıları da işte bu yüzdendir. Sanılmasın ki pervasızlıkları cesaretten besleniyor; tüm o gözü karalıkları, esasında varlık-yokluk kavgasının arefesinde bulunduklarını bilmelerinden…
***
Hiç ama hiç kuşku yok ki, bugün Müslümanlar için menfî bakımdan cereyan eden hadiselerin tamamının arkasındaki merkez, İsrail’dir. Bu hakikati göz ardı ederek içinde bulunduğumuz cendereden çıkmamız mümkün değildir. Öyle ya, teşhis edilemeyen hastalık nasıl tedavi edilebilir?
***
Gelelim Türkiye özelinde ne yapılması gerektiğine...
Birincisi; yaşananlardan da görüldüğü üzere, Yahudiler, Türkiye içinde birikmiş, sıkışmış ve infilâk etme potansiyeli taşıyan meseleleri fitilleyip duruyorlar. Demek ki, ya böylesine sıkışmalara ve patlama potansiyeline mani olmak, yahut onlardan evvel davranarak kontrollü bir şekilde infilâkı gerçekleştirmek gerekiyor ki, evvelâ içteki dağınıklık çözülsün ve birlik sağlanabilsin.
İkincisi, İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinde geçtiği üzere; “belânın çaresini Arab ve İslâm dünyasının önüne düşerek veya bu dünyayı peşimize takarak aramak, ona göre aktif ve şahsiyetli bir politika takib etmek ve bu arayıcılığın yeni idare ve rejimini getirmek, vücut hikmetimizin başı olmalıdır...” Bahse konu olan yeni idare ve rejimin ne olduğunu biliyoruz değil mi? Takib edilecek politikanın da geçmiş yıllardaki “yumuşak güç” politikasından ibaret olmadığını...
Üçüncüsüyse, ilk iki maddeyi tamam ettikten sonra, yıldırım bir harekât ile Suriye’yi hızlı bir şekilde geçip, İsrail’e komşu olarak, günün büyük devletlerini konuşmak üzere masaya davet etmek... Yaşlanmış hayvanlar, cüsseleri ne olursa olsun, genç ve yırtıcı olanlar tarafından parçalanmaya mahkûmdur. Bugün Moskof ayısı ve ahmak Amerikan filinin vaziyeti de yaşlanmış hayvandan hallice; iri, kof ve zayıf...
Dördüncüsüyse, tabiî ki hak ve adaletin tesisi ve elinin yetmediği yere gölgesiyle adaleti getiren Devlet-i Ebed Müddet’in günümüzdeki tezahürü olacak Başyücelik Devleti’ni tesis etmek…
Tüm bu maddeleri yerine getirebilmenin peşin şartıysa, şu basit suale verilecek yanıtın menfî yahut müsbet cevabından geçiyor; “Allah’a inanıyor muyuz?” Bütün mesele aslında bu!

Baran Dergisi 458. Sayı