Kemal Sunal filmlerinin sosyolojik tahlil açısından ele gelir bir tarafı vardır. Buna mukabil içerisinde yobaz ve kurnaz Müslüman tiplemeleri barındırmasından Müslüman Anadolu insanının geleneklerini aşağılamaya kadar bir çok sıkıntıyı barındırdığı da tartışılan yönlerindedir. Evet, problemli tarafları olduğu aşikâr; fakat cemiyetin ekserisinin bu filmlere mevzu cihetten yaklaşmadığını düşünüyorum. Sanıyorum ki, iyi-kötü toplumun her kesimi tarafından benimsenmiş olması da bunu gösterir. Filmlerdeki diyalogları ezbere aktarabilen, karşılaştığı bazı hadiseler üzerine bir Kemal Sunal filmi diyaloğuyla nükte yapan insanlarımız var bizim; fakat yazımızın mevzuu bu değil.

Kemal Sunal’ın, geleneği tenkid eden ve bir çok bakımdan Müslüman Anadolu halkını aşağıladığı söylenen filmlerinden birisi de “Kibar Feyzo”. Malûm filmde sevdiği kadına kavuşmak için başlık parasını denkleştirmesi gereken, kavuştuktan sonra dahi başlık parası meselesi peşini bırakmayan, parayı denkleştirmek için gurbete gidip çalışan ve modern hayatı gördükten sonra köylüleri ağalık düzenine isyan için örgütlemeye kalkan Feyzo karakterini canlandırıyor Sunal. Türk sinemasının en önemli aktörlerinden biri olan Şener Şen ise Maho Ağa karakterini... Maho Ağa, ‘marabalar’ kendisini her kızdırdığında “Vallaha kovaram seni ha!”, “Vallaha sataram bu köyü ha!” gibi tehditler savurup durur. Hatta ağanın kendisini kovmasını isteyen Feyzo, kovulmak için yaptıklarıyla Maho’yu madara ederken Maho her fırsatta “Vallaha kovaram seni ha!” demesine rağmen Feyzo’yu bir türlü kovamaz... Film, Feyzo’nun Maho ağayı öldürmesiyle son bulurken, Maho ölmesine rağmen sosyal şartlanma ile bu sosyal şartlanmayı kıracak yeni bir düzen-sistem fikrinin olmaması sebebiyle ağalık düzeni son bulmaz, üstelik yeni gelen ağa Maho’yu aratır...
***
S400 meselesi uzun zamandır gündemi meşgul ediyor. “Türkiye alabilecek mi, ABD müsaade edecek mi?” derken bu süreç boyunca ABD, “maraba”sı olarak gördüğü Türkiye’ye “S400 alırsan seni F35 programından çıkarırım!”, “Ambargo uygularım!”, “Müttefiklik ilişkilerimiz sıkıntıya girer!” gibi tehditler savurup durdu. Hülasa S400’ler geldi, kurulumu başladı ve önümüzdeki sene işler vaziyete gelmesi bekleniyor.

Filhakika, Türkiye’nin böyle bir tavır ortaya koyarak bu hususta irade göstermesi her bakımdan son derece müsbet. Nitekim ABD’nin S400’lerin gelmesinden sonra paniğe kapılarak sergilediği tutum sadece Rus füzelerinin Türkiye’ye getirilip kurulmasından değil, 1940’lı yıllar itibariyle neredeyse her emrini vazife bilerek yerine getiren bir ülkenin kendisine meydan okuması ve bu noktada dirayetle kararının arkasında durmasıdır. Nitekim haberlerde görüldüğü üzere dünyanın jandarması ABD’nin “haşmetmeab” idarecileri senelerce hükmettikleri bir ülkenin karizmalarını çizmesinden son derece rahatsız. Vaziyeti kotarmak için şimdi de “Türkiye S400’leri kullanırsa ambargo uygularız!” diye tehdit ediyorlar.

Hülâsa Türkiye, global sistemin merkezine meydan okuyor. Elbette bunda Türkiye’nin yükselen gücünün payı olduğu kadar ABD’nin içeride yaşadığı çekişmelerin ve sisteme hakim tavrını kaybetmesinin de tesiri olduğunu belirtelim. “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” ABD’nin hâkimiyeti kaybetmeye başlamasının ilk habercisi Saddam Hüseyin’in I. Körfez Savaşı öncesinde meydan okumasıydı. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle; “Saddam Hüseyin emperyalizmin tekerine çomak soktu.” Akabinde 11 Eylül saldırılarının ardından çizilen façasını düzeltmek isterken Afganistan’da Taliban’dan, Kırım ve Suriye’de Rusya’dan, uluslararası ticarette Çin’den okkalı birer tokat yedi. Trump’ın “izolasyonist politika” ısrarına rağmen derin Amerika hakim tavrını kaybetmemek için uğraşıyor; fakat tokatlanmaya da devam ediyor. Şüphesiz ABD efsanesine vurulacak son darbe okkalı bir Osmanlı tokadı olacaktır; fakat merkeze meydan okuyan Türkiye ABD’nin hâlâ müttefikimiz ve dünyanın hâkimi olduğuna dair sosyal-siyasî şartlanmayı kırarak yeni bir düzen-sistem fikri ortaya koyamazsa bir ABD gider, diğeri gelir...
***
Kravat ve şapkadan ibaret Batılılaşma anlayışlarıyla memleketi piçleşmiş bir kültüre mahkûm eden “Beyaz Türkler”in en önemli hususiyeti halktan kopuk oluşlarıydı. Onlar kendilerini bu halktan görmedikleri gibi, ona en aşağı bir varlık gibi muamele etmekten de imtina etmiyorlardı. Sadece, 1950’lerde “Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor!” başlığıyla yayınlanan gazete haberi dahi kendilerini ne kadar ayrı bir yere koyduklarını gösterir herhalde. “Beyaz Türkler” Batılı efendilerinin menfaatlerini gözeterek elde ettikleriyle kendilerini bu memleketin efendisi olarak görürken onlara özenen “Kara Türkler” de çıkmadı değil tabiî ki...

Halktan kopuklukları ve bu milletin öz değerlerine düşmanlıkları sebebiyle Müslüman Anadolu’nun teveccühünü hiç bir zaman kazanamadılar ve kazanamayacaklar da... Nitekim, halk, her zaman kendisine yakın gördüğünü iktidara taşıdı bu memlekette. Filvâki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gösterilen teveccühün de sebebi, halktan oluşu ve halkın değerlerini değer addetmiş oluşuydu; “Kasımpaşalı” tavrıydı...

Son bir kaç senedir devletin idarî kadrosunun tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi halktan kopmaya başladığı tartışılıyor. Kendisine “halkın adamı” diye şarkı sözü yazılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen yerli traktör tanıtımında tarlaya galoş ile girmesi de bu tartışmalara tuz biber eken bir haber oldu. Kimileri “dost işe, düşman galoşa bakar” diyerek her zamanki tavırlarıyla problemleri sümen altı etmeye çalışsa da, “halkın adamı” olduğu bilinen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Beyaz Türkler”i aratmayan bir davranış sergilemesi, bir yerlerde son derece yanlış bir şeyler yapıldığının küçük bir işareti...

 “Erdoğan’ın etrafını sardılar, onu halktan tecrit ettiler.” gibi bahanelerin arkasına sığınılacak demin çoktan geçtiği, milletin “Etrafındakileri Erdoğan seçmiyor mu yahu?” diye sormaya başladığı da düşünülürse meselenin ehemmiyeti daha iyi kavranır diye ümid ediyorum. Erdoğan’ın o tarlaya halkın yaptıklarından iğrenircesine galoşla girmesine sebep olanlar kim mi? Kanun-u Esasi’nin ilanının ardından Osmanlı’nın topraklarını etini koparırcasına elinden almak maksadıyla İstanbul’da toplanan sırtlan sürüsüne “Muhterem murahhaslar hazerâtı!.. İşitmekte olduğunuz top sesleri Osmanlı ülkesinde Anayasanın ilân olduğunu bildiriyor. Şu andan başlayarak Türkiye, Batının meşrûtî hükümetleri arasına girmiştir.” diyen Saffet Paşa’nın, Slavları Osmanlı topraklarından koparmak üzere toplanan bu sırtlan meclisinin aklına güya eşitlik adına Rum, Ermeni ve Yahudi tebayı da sokan Mason Mithad Paşa’nın zihniyeti… Bu zihniyet bugün kimlerde tecessüm ediyorsa o kimselerin ve onlara özenenlerin devlet idaresinden ivedi bir şekilde uzaklaştırılması gerekiyor. Batı’yı hâkim, kendisini ise ezik gören sosyal-siyasî şartlanmadan kurtulmak için atılması gereken en ehemmiyetli adımlardan biri budur.


Baran Dergisi 656. Sayı