Gerçekliği algılayışınız dumura uğradığı zaman, zihnine yerleştirdiğiniz belli bir bakış açısıyla sadece haklılığınızı teyid eden şeylere odaklanırsınız. Edindiğiniz enformasyon arttıkça da doğrulandığınız hissine kapılırsınız.
Bir kültürün bir insandan bir başka insana, bir halktan bir başka halka aktarımında; eğer nüfuz ve sirayet eden kültür, kendisine nüfuz ve sirayet edilen kültürle ünsiyet bağı içinde ise, nüfuz ve sirayet edilen kültürde içine aldığı unsurları sindirebilir, kendi malı kılabilirse; bu zenginliktir, yaratıcılığı teşvik eder. Zira bir kültür ihtiva ettiği unsurlar itibariyle ne kadar zenginse, niteliği yüksek kültürel değerler üretme şansı da o denli büyüktür. Şayet etkilenen kültür içine aldığı maddeleri sindiremiyor, kendi parçası kılamıyorsa bu durum bünyede tahribata sebep olur, yaratıcılık şansı da yok denecek kadar azalır.
Etkileyen ve etkilenen kültürler birbirine ne kadar yabancıysa, aralarındaki farklılık hem kültür hem kişi hem de toplum bazında ne kadar büyükse, yer değiştiren kültürel unsurlar (dinî – ahlâkî – felsefî…) o denli büyük bir değişim ve dönüşüm geçirirler.
Eğer kültürler arası geçişlilikte, birbirinden tamamen farklı iki kültür söz konusu ise, belli bir kültürün temel unsurları bir başka kültür dünyasına aktarılamaz ve yayılamaz. Ancak bizde olduğu gibi deli gömleği misâli; tepeden inmeci, dayatmacı bir anlayışla topluma giydirilebilir. Zira her kültür “tek”tir, otantik (aslına uygun – sahibine ait) haliyle ancak o kültürün insanları tarafından anlaşılabilir, yabancı olana kendini vermez.
İslâm Medeniyeti, Batı kültürünün nüfuz ve sirayet edebileceği geçirgenliğe sahip bir yapı değildi, nüfuz edebilmek için dinin tahrifi, tahribi gerekiyordu. Hainliklerini kurtarıcılık kılıfına sokup yutturmakta mahir, kifayetsiz ve muhteris işbirlikçi kadrolar bunu yaptı. Bünyedeki tahribatı tamamlamak için; dinine - devletine sımsıkı bağlı halkın içine nifak tohumları ekildi, itaat duyguları kırılıp manevî bağlarından koparıldı. Anânelerine, dinî inançlarına ters düşen harici fikirlere, hayat tarzlarına alıştırıldı. Yüzlerce yıllık kültürel bir zemin Müslüman toplumun altından çekilirken; milliyetçilik, sanki büyük bir lütufmuş gibi topluma dayatıldı. O gün bu gündür cehalet artık para ediyor. İnançlar kimliklere dönüşürken, din de içten içe kemirildi, dış biçimler ve hayat tarzları ön plâna çıktı, dinî açıdan demokrat hale geldik. Karadeniz fıkrasındaki Temel hesabı; “herkes s….e göre bir ‘hoca’ buldu”, fetva yarışına girmiş bu “hoca”lardan aldığı fetvayla helâli haram, haramı helâl kılarak istediği gibi amel ediyor. İnancın gereklerini şeklen yerine getiriyor olsak da, bu artık özü olmayan,“ruhsuz bir biçimcilik” ten ibaret.
Türkiye Batılılaşma konusunda tabii ki başladığı noktada değil. Nihayetinde arkasında iki yüz yıllık tarihî bir birikim var. Ancak iki yüz yıllık birikime rağmen kültürel bazda ciddi bir mesafe kat ettiğini, şeklî Batılılaşmadan zihnî – felsefî Batılılaşmaya geçtiğini söyleyebilmek hayli zor. Bütün benzeme – benimseme – tapınma çabalarımıza rağmen Avrupa nezdinde hâlâ medenî değil, sadece yeniliğe tapınma – “yeni”yi romantizm vechesiyle taklit anlamında moderniz. Ne de olsa Batı, kendi dışındaki toplumların da en az kendisi kadar medenî olabileceğine tahammülsüzlükle karakterizedir. Dahası, kimin insan sayılıp kimin sayılmayacağı noktasındaki önyargılarının, ayrımcılığının temelinde; sömürgecilik geçmişi, toplumunun geneline teşmil edilebilir faşizan duygular, bunları sekülerizmle ilişkilendirme ve sekülerleştirme çabası yatar. Oysa toptan kültür – tarihi perspektifinden meseleye bakan tarih ve toplum felsefecileri nezdinde, tüm Batılı toplumlar geç kalmış halklar grubuna girerler. Hümanizm – üniversalizm – demokrasi adına yaptığı şeyler de; açıkça, “ben bunları sadece kendi çıkarım için yapıyorum, diğer halklar beni sadece etnografik malzeme olarak ilgilendirir” diyememenin örtük itirafıdır.
Bizim Batılılaşma olarak ele aldığımız ve öyle de baktığımız mesele, aslında modernleşme. Dolayısıyla esas üstünde durmamız, kendimize sormamız gereken soru: Türkiye’yi Tanzimat’tan bu güne bağlayan devamlılık çizgisinde değişmez meselemiz olarak duran, her gün yüz yüze olduğumuz bu fenomenin niteliği ve ona iktidarını sağlayan dinamiklerin neler olduğu sorusu olmalı. İslâmî toplumlar Batı kültürünün baskısı altında can çekişirken, meseleyi bugüne kadar olduğu gibi sadece siyasî perspektiften ele alma lüksümüz yok. Hakikat tüm unsurların birden göz önünde tutulmasını gerektirir. Dolayısıyla, “ küfrün kaynağını bilmeyen tam imanda olamaz “hikmeti bağlamında;” zıddını tasarrufuna alıcı “, dışımızdakileri de bilmeyi gerektiren metodolojiye mündemiç bir yol izlenmeli. Türkiye’nin artık, bu güne kadar olduğu gibi modernin bir başka boyutunu teşkil eden yahut postmodern bir oluşum şeklinde tezâhür eden içi boş-kof ideolojilere tahammülü yok. İbda Mimarı’nın tarihe damga vuracak nitelikte örgüleştirdiği “ Yeni Dünya Düzeni”ne ve onun maddi taşıyıcılar üzerinden toplumun genel fikir çerçevesine yerleştirilmesine ihtiyacı var. Bu sorumluluk ve vebâl öncelikle bizim omuzlarımızda. Ancak mücerret fikir istidadımız kıt, hayâl gücümüz yok, başkasında olanı da öldürüyoruz. Bağlandığımız dünya görüşünü sadece ideolojik vechesiyle benimsemek bize yetiyor. Bu da bizi olumsuz etkiliyor, mevzuları anlamakta yaşanan sıkıntı ve sızlanmalar da hiç bitmiyor. Şunların bilinmesi lazım: “Eğer arayışınızda samimi ve sahihseniz, size mutlaka çareler gösterilecektir. Dahası, büyük bir fikir rastgele müşahedede bulunanlara kendini vermez, ipuçlarını birleştirebilen zihinlere ulaşır.”
Türkiye’nin iki yüz yıllık Batılılaşmasına denk modernleşme serüveni, Avrupa’ya nisbetle özü olmayan, ruhsuz bir süreç. Ruhsuzluktan muradım; Batı’daki gibi dünyayı savaş ganimeti olarak gören bir sınıfa, Rönesans, liberalizm, kapitalizm, pozitivizm, aydınlanma birlikteliğinde ifadesini bulan tarihî bir geçmişe dayanmadığıdır. Sivil-askerî bürokratik bir nitelik arz eder, seçkinler eliyle gerçekleştirilmiştir. Halka rağmen tepeden inme bir karar, dayatılan bir projedir bizim modernleşmemiz. Yazıdan giyim kuşama kadar, geçmişin değer yargılarının tümüyle reddine dayanır. Batı’da modern olan gelenekle esaslı bir ilişki içindedir; gelenek moderne tahvil edilirken eşya ve hadiseler kendi gerçekliğinden tecrid edilerek algılanmaz, modern geleneğin içinden üretilir. Bizdeki modernleştirici zihniyet ise tam tersini yaptı; kendi değerlerine oryantalist bir şuurla yaklaşırken, modernin içinden hayata ve insana tatbiki mümkün olmayan gelenek çıkarma tuhaflığına soyundu. Bu keyfiliğe rağmen kültürel bazda belli bir mesafe de kat etti. Lâkin bir türlü şekli Batılılaşmanın ötesine geçip modernleşemedi. Montaj sanayine dayalı bir kalkınma modeli, teknolojiyi öne çıkaran bir gelişme türü ve bunun iktisadî nimetlerinden yararlanma isteği hep ön plânda tutuldu. Paragrafın başında saydığımız temel yokluklar sebebiyle de geleneğe dönüştü, üstüne kapandı ve her kapalı sistem gibi ister istemez muhafazakârlaştı. Gelecek nesillere de bu özelliğiyle intikâl etti.
Modernleşmeye eş bir Batılılaşma, zaten ta başından beri sürdüre geldiği baskıcı uygulamalarıyla aslında muhafazakârdı. Tek parti idaresinde geçen süreçte bu niteliği giderek müzminleşti, katı merkeziyetçi bir yapıya dönüştü. Tek parti diktatörlüğünün propagandasına göre yazılmış içtimaî-siyasî tarih; her ne kadar İslâm düşmanlığıyla maruf modernleşme-Batılılaşma yanlısı mahfilleri ilerici, buna karşı çıkan kesimleri gerici-yobaz, en hafifinden muhafazakâr olarak görüyor- gösteriyorsa da, bu artık geçerli bir tez değil. Kültürel Batılılaşma-modernleşme yanlıları da en az “Garbın fennini alalım, ama ahlâkını-kültürünü almayalım" diyen gelenekçi cephe kadar muhafazakâr.
Bu da Türkiye’yi kendi içinde gelenekler çatışması yaşayan, oldukça tuhaf bir konuma sokuyor. Aslında, çatışan kesimlerin her ikisi de muhafazakâr. Kültürel modernleşme yanlısı, pozitivizmden hareketle Müslümanlığı İslâm’dan tecrid ederek algılayan, bu güne kadar kendi hayat tarzı dışında hiçbir şeyden endişe duymamış “ endişeli modern”lerle, İslâm’ın cevaz vermeyeceği derecede kavim ve mezhep taassubu içinde olan ulusalcı-faşist sınıf birinci grubu oluştururken; kültürel modernleşmeyi reddeden, modernleşmeyi sadece ekonomi ve Batı’nın teknolojilerinin ithali çerçevesinde gören gelenek savunucuları ise ikinci grubu teşkil etmektedir. Bu durum bize has bir modernleşme; ama buna modernleşme denilebilir mi? İşte orası çok tartışmalı.
Modernizm, Avrupa bilincinin geçirdiği büyük bir buhranın tezâhürüdür ve kökleri 16.yüzyıla kadar giden bir dünya görüşüdür. Zamanın ve mekânın algılanışında radikal bir dönüşüme tekabül eder. “Yeni”ye, sadece yeni olması hasebiyle tapılan yeni bir dünyaya geçiştir. Türk modernizması bu fenomeni, sadece modern teknolojiye duyulan büyük heyecan vechesiyle içselleştirdi ve tepkisel modernizm olarak da tabir edilen; aydınlanmanın, liberal demokrasinin değerleriyle kurumlarının reddine dayalı, kendine has bir algı türü geliştirdi. Çareyi de hep ekonomi ve teknoloji ekseninde aradı. Bu sebeple de olan bitene bir türlü akıl erdiremedi. Hayâlindeki modernleşmeyle ” olan “arasındaki uçurumu gördükçe de, yaşanan olumsuzlukların faturasını hep İslâm’a çıkardı. Batı Medeniyeti’nin kadim uygarlıklardan; özellikle Yunan-Roma, İslâm ve Yahudi dünyalarından tevarüs ettiği değerlerden mürekkeb bir medeniyet olduğunu, Avrupalılığın yolunun da klâsikle bütünleşmiş kültürünün özümsenmesinden geçtiğini bir türlü anlamak istemedi. Devlet eliyle fakir halkın sırtından ayrıcalıklı bir kesimi zengin etmekle, Erenköyü’ndeki konaktan Şişli’deki apartmana geçmekle, muasır medeniyet seviyesine ulaşacağımız, Avrupalılaşacağımız zannedildi. Kalkınma plânlarında öngörülen hedefler tutturulduysa modernleşmenin bir safhası daha tamamlanmış sayıldı. Bu plânlar revize edilerek, yeni hedefler konularak çıta hep yüksek tutuldu. Keyfiyetten çok kemiyete, süreçten çok sonuca önem veren mekanik bir ilerleme düşüncesi modernleşmede norm olarak sunuldu. Hayata, insana, topluma hep bu perspektiften bakıldı. Ötesini kurcalamaya, sorgu suâl etmeye gerek bile duyulmadı.
Türk toplumu iki yüz yıldır kendisine “doğru” diye belletilen “yanlış”ların açmazı ve yersiz korkularının ezikliği içinde yaşıyor, giderek hakikat arayışından da kopuyor. Neticede iş; “herkesin hakikati kendine” gibi, hakikatle telifi mümkün olmayan bir noktaya varıyor. Herkes kendi hakikatine sarıldıkça da gerçeklerden kaçıyor. İnsanımız önyargılarından hareketle sadece görmek istediğini görüyor, duymak istediğine kulak veriyor. İdeolojik arayışının cevabını psikolojik tatmin olarak almak ona yetiyor. Giderek de bağlandığı dünya görüşünün hakikati temsil ediyor olup olmamasından ziyade, bunun kendisine sağladığı fayda hedefi haline geliyor, hakikatle bütün ilişkimiz bu kadar. Malûmat sahibi oldukça doğrulandığımız hissine kapılıyor, yaşadığımız hadiselerin seçilmiş kısımlarına odaklanıp geleceğe dair tahminlerde bulunuyoruz. Oysa elimizde bulunan çok sayıda veri mutlak mânâda delil teşkil etmez. Ve “gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır” doğrusu bağlamında, bu” varlardan” bir tanesinin gerçekleşmesi bile, o konuya dair tüm bildiklerimizi geçersiz kılabilir. Ve biz bunu bilmiyoruz.
Bilmediğimiz içinde hadiselere “Sır idrâkinden mahrum-meçhûle hürmet tavrından” uzak bir perspektiften bakıyoruz. Ahkâm kesen nutuklar atmayı, bilgiçlik taslamayı seviyoruz. Mikrofonu gören “bence” diyerek başlayıp, pehlivan tefrikasından misâl; önce meseleyi şöyle bir göğüslüyor, sonra da kündeleyip altına alıyor, ansiklopedik bilgisiyle boyunduruğu zorlu vuruyor ki, “düz nefes etsin.” Neticede işi getirip “vatan nasıl kurtulur”a bağlıyor. Eğer kündenin nasıl çözüleceğini merak ediyorsanız, sabrınız ve zamanınız da varsa, "üç vakit” beklemeniz gerek. Bu kadar ciddiyet tabii ki komik, ama problem de zaten orada: Neyi bilmediğini bilmemekte.
Bu komedinin son örneğine, Adlî Yıl Açılış Töreni vesilesiyle Barolar Birliği Başkanı’nın aklî-ahlâkî ve meslekî pejmürdeliğini de sergilediği parodide şahit olduk. İktidarı sanata duyarsız kalmak, çağdışı olmakla itham ederek başladığı konuşmasında; insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye atıf da bulunuyor. Ancak, meselelere vâkıf bir insanın rahatlığından çok, nahak yere edinilmiş bir itibarın pişkinliğiyle, onuncu yıl marşı kıvamında yapılan konuşmada ironik olan; tüm göndermelerinde tek referans noktası olarak Kemalist ideolojiyi alması. “Biz çoğunlukçuluk değil, çoğulculuk istiyoruz” diyor. Demesine diyor da; bu kavramlara istediği anlamı yüklemekte, yanlış önermelerden “doğru” hükme varmakta bir beis görmüyor. Çoğulculuğu da; 20. Yüzyılın en gerici ideolojilerinden birinin normlarını yeniden tesis etmekten ve “cumhuriyetin değiştirilmesi dahi teklif edilemez niteliklerini” tekrardan ibaret. “Sandık her şey değil”, ama söz konusu nitelikler her şey. İstiyor ki; din modern siyasetin tasallutu altında olsun, izafileştirilsin, inançlar kimliklere dönüştürülsün. Yani, sen inancını içinde istediğin gibi yaşa, ama bunu dışarı yansıtırken benim istediğim biçimde yansıt. Kaç türlü fikrî ve ilmî kalpazanlık bir arada. Oysa atıf da bulunduğu normlara göre; toplumun üzerinde mutabık kaldığı ve bir kurala bağladığı çoğulculukla, inananların aklından-gönlünden geçen çoğulculuk farklı olduğu gibi, siyasî bir tercih olarak çoğulculukla entelektüel bir tavır olarak çoğulculuk da çok farklı şeylerdir. Lâkin ilericiliği-modernliği kimseye bırakmayan, aynı zamanda hem akademisyen hem de avukat olan bu zat, avukatların başörtüsüyle duruşmalara girmesine ve bununla ilgili yapılan düzenlemeye karşı.
Gerçekliği algılayışınız dumura uğradığı zaman, zihnine yerleştirdiğiniz belli bir bakış açısıyla sadece haklılığınızı teyid eden şeylere odaklanırsınız. Edindiğiniz enformasyon arttıkça da doğrulandığınız hissine kapılırsınız. Bu da zihin karışıklığını, cahilliği ve kendini beğenmişliğinizi aynı oranda arttırır. Nitekim görsel ve yazılı medya bunun örnekleriyle dolu. Akademisyen, uzman, kanaat önderi v.b. sıfatlarla medyada boy gösterenlerin çoğu; delil yokluğunu yokluğa delil addederek, düzmece faraziyelerden hareketle mantık yürütüyor, düşünce üretiyorlar. Sıra dışı hadiselere getirdikleri yorumlar; kuru bir kronolojiden, malûmun ilâmından, akademik tonda söylenmiş laf kalabalığından ibaret. Aralarına ferâset sahibi bir insan düşmeye görsün; “olamadığı mânânın mâliki görünme” cakası içinde, muhataplarını ilmî-bilmî olmamakla itham etme-susturma yarışına giriyorlar; sanki arıların bal yapmak için mühendislik tahsili görmesi gerekirmiş gibi.
Batı, kendi dışındaki toplumları gerektiğinde zor kullanarak, son derece netameli bir oyuna; demokrasi oyununa alıştırdı. Tam, oyunda ne kadar maharetli olduklarını göstermeye, övünmeye başlamışlardı ki, birden her şey değişti: “Sandık her şey değildir” oyununa geçildiği ilân edildi.
Aylık Dergisi 109. Sayı Ekim 2013