Genel tanım olarak Balkanlar: Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri, güneybatıda Adriyatik Denizi, güneydoğuda Ege ve Marmara Denizi, Doğuda Karadeniz’e ulaşan,  özetle Avrupa ve Asya arasında uzanan bir sınır bölgesi olup, denizlerden de Afrika ile sınır oluşturmaktadır…   Türkiye,  Yunanistan,  Bulgaristan, Romanya,  Arnavutluk,  Sırbistan, Kosova, Makedonya,   Karadağ,   Bosna Hersek,  Hırvatistan ve Slovenya ülkelerini kapsar. Son 7 ülke eski Yugoslavya Cumhuriyetini oluşturmaktaydı.
Balkanlar kökeni Türkçe bir kelimedir.  “Sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık” gibi anlamlara gelen Balkan kelimesi Osmanlı döneminde yaygın olarak kullanılıyordu. Osmanlılar bölgeyi tanımlarken  (Şemseddin Sami’nin anlatımıyla “Rumeli kıtasını garbdan şarka şakk eden silsile-i cibal”e, yani yarımadayı ikiye bölen dağ silsilelerine atfen kullanmışlardır.
 İsmini verdiğiniz şeyin üzerinde söz sahibi olursunuz. Balkanlar ismi Türkçedir. Osmanlı’nın koyduğu isimdir “Balkan dağına”. Antik dönem ismi Haimos veya Aemus.  14. Yüzyıl ve sonrasında Balkanlar üzerine yazılan gezi hatıra vs eserlerin birçoğu bu ismi kullanıyor. 16 Yüzyıl sonrasında ise bazı yerlerde Balkan adı geçmeye başlıyor. 18. Yüzyıla gelindiğinde ise antik isimler hatırlansa da Balkan ismi kullanılıyor ve bölge olarak da Balkanlar deniliyor. Sonraki okumalarımda fark ettiğim şey ise şuydu: Batı devletleri Osmanlı ruhunu silmek için yaptıkları çalışmalara önce Balkan ismi üzerinden başlamışlar ve bölgeyi farklı birçok isimle adlandırmışlar. Ama tutmadığı için Balkan ismini kabul etmek zorunda kalmışlar.
“Balkanlar’ın Osmanlı mirası olduğu sonucuna varmak abartma değildir. Sözcüğün dar anlamıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın güneydoğu yarımadasında varlığı, 14. Yüzyıldan 20. Yüzyılın başlarına kadar uzayan bir zamana yayılmışken, Osmanlı mirası en başta 18. Ve 19. Yüzyılın ayırt edici özelliklerini taşır. Osmanlı mirasının izlerinin bulunabildiği (siyasal, kültürel, toplumsal ve ekonomik) bütün alanlarda, Balkan devletlerinin imparatorluktan ayrılmasıyla keskin bir dönüşüm yaşanmış, bu dönüşüm Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda büyük ölçüde tamamlanmıştır. Demografi ve halk kültürü alanında Osmanlı mirası daha kalıcı ve kesintisiz etkiler bırakmıştır. Algılama mirası olarak da çok uzun bir dönem etkisini korumuş, Balkan toplumlarındaki tarihî öz kimliğin hayatî önem taşıdığı kanısı sürdükçe, bu miras durmaksızın icat edilmiş ve yeniden icad edilmiştir. (Balkanları Tahayyül Etmek-Maria Todorova-sh 36)
BATININ ÇİN SEDDİ: BALKANLAR
Balkanlar tarih boyunca geçiş bölgesi olarak anılıyordu; Doğu ile Batı arasındaki geçiş noktası. Fakat Osmanlı döneminde Batı için Osmanlı akınlarını durdurabilecek sed olarak görüldü ve bu şekilde kullanıldı.
Osmanlı’nın Rumeli diye isimlendirerek fetih hedefini “Kızıl Elma” olarak gidilen yerin daha ötesini işaretlediği Roma Eli, Rum Diyarı olan bölgede Osmanlı öncesinde de uzun yıllar hüküm süren devletler olmuştu. Yunan Medeniyeti, Roma ve Bizans imparatorlukları bölgede uzun yıllar hâkim olmuşlardır. Sırp, Bulgar, Hırvat ve Boşnaklar ise değişik zamanlarda devletler kurmuş olsalar da ömürleri fazla olmayan bu devletler kısa zamanda yıkılmış, varlık gösterememişlerdir.
1350’li yıllarda Sultan Birinci Murad’ın Edirne’den başlayarak Rumeli’ye düzenlediği akınlar, 1463’de Fatih Sultan Mehmet Han’ın Bosna fethiyle Balkanlar’da Osmanlı hâkimiyetini kesinleştirmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak için birçok Haçlı ordusu kurulmuş, bölge milletleri isyan ettirilmek istenmiş ama fetihlere engel olunamamıştır. Ondördüncü yüzyıldan başlayarak yirminci yüzyıl başına kadar bölgede hâkim olan Osmanlı devletiyle Balkanlarda en uzun süreli istikrar dönemi yaşanmıştır. Aslında Osmanlı’ya karşı isyan edip savaşan bölge milletleri, millet olma vasıflarını da Osmanlı sayesinde kazanmış topluluklardı. Batı’nın sadece menfaate dayalı politikalarına göre Balkanlılar Batı için, ikinci sınıf, köylü ve cahil insanlardan müteşekkil bir güruhtu. Onlara göre bu insanlar, sadece savaş zamanı askere alınacak, tarla tapan işlerinde kullanılacak az gelişmiş köylülerden ibaretti. Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması döneminde Batı (Latin) Roma değil de Doğu (Bizans) Roma imparatorluğu sınırlarına dâhil olmaları, bölgenin dinî görünümünde mühim bir tesir yapmıştır. Bizans Ortodoksluğun, Roma Katolikliğin merkezi olurken Balkan milletleri ekseriyetle Ortodoks mezhebini benimsediler.
Batı Roma imparatorluğu ve Latin Hıristiyan mevzûuna, ya da Batılı milletlerin bakışıyla “asil kan meselesine” özellikle bir bölüm olarak değineceğiz. Bağımsızlığını elde eden bölgelerin başına bu asil kana mensup prenslerin getirilmesinin sebepleri dikkat çekici bir nokta bize göre. Bu meseleye daha teferruatlı değineceğiz.
14. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar Balkanlarda hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bölge üzerindeki etkisini kaybetmesiyle birlikte Balkanlarda isyanlar başladı. Merkezî yönetimin gücü ile orantılı olan muhitin kontrolü sağlanamaz hale geldiğinde “dış müdahaleye” açık topraklarda isyanlarla devlet parçalanmaya doğru yol aldı.
Beş yüz yıldan fazla bir zaman Balkanları istikrarlı bir şekilde yöneten Osmanlı, son olarak 1912 Balkan savaşlarındaki yenilgisiyle bölgeden fiilen çıkmak zorunda kalmıştı; ancak bu sonun başlangıcındaki düğüm noktası 1699 Karlofça antlaşmasıydı. Karlofça Antlaşmasıyla tarihinde ilk defa toprak kaybeden İmparatorluğun “yenilebilirliği” ispatlanmış oldu. Osmanlı’ya karşı Doğu’dan ve Batı’dan sürekli yapılan taarruzlar ve daha da önemlisi Devlet-i Âli’nin içinde neşet eden fitne tohumları, bir imparatorluğun yıkılış süreci olarak tarih sayfalarına geçen hadiseler zincirini tetikledi.
“Hasta Adam” diye anılan devleti yeniden diriltme çabasındaki “Cennet mekân” Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesiyle aslında sürecin varacağı nokta belli olmuştu. “Balkanlar’ın anahtarını elinde tutan, Batı’nın kapısını kontrol eder” diye bir söz hatırlıyorum. Gerçekten de Osmanlı’nın dağılış süreci ve Batı’nın Osmanlı’ya karşı hâkim pozisyona geçmesi, Balkanlarda gerçekleşen yenilgilerle başlayıp, Balkanların elden çıkmasıyla da nihayete ermiştir. Osmanlı devletinin yönetim şekli daha ziyade merkezdeki dirayetli duruşla belirleniyordu. Yani merkezin gücü muhite yansıyordu. Çözülüş merkezde başladı, muhitte kopuşa döndü. Ve bunun bedeli de milyonlarca Müslümanın kanı, kaybedilen topraklar ve zillet içinde savrulan koca İslam milleti oldu. Bu şekilde bu günlere geldik.
Osmanlı’nın yıkılışı sonrasında, yüzyılın başında yaşanan iki dünya savaşı sonrasında şekillenen “yeni dünya” siyasetinden Balkanlar da payına düşeni aldı. Yugoslavya Federal devletinin kuruluşu ve dağılışı, arkasından yaşanan Bosna, Kosova ve Makedonya savaşları, çizilen yeni sınırlar, vs; bütün bunlar, ABD, Avrupa devletleri ve yüzyıllardır bölge üzerinde hak iddiasında bulunan Rusya’nın makro ve mikro ölçeklerde uyguladıkları siyasetin neticeleridir. Bunlar, Müslümanlar da dâhil bölge halklarının yüzyıllardır çektiklerinin gerçek sebeblerini anlamak için irdelenmesi gereken konular.
“Soğuk Savaş” belki dünyanın geri kalan kısmında bitmiş olabilir, ancak Balkanlar bu savaşı bütün sıcaklığıyla halen yaşıyor. Balkanlarda çok net olarak görülen gerilimde, genel olarak Batı devletlerinin, özelde ise Alman İmparatorluk mirasını sürdürme çabasında olan Almanya ile Panslavizm politikalarıyla bölge egemenliği kurmaya çalışan Rusya’nın karşı karşıya geldiğini görmekteyiz. Bu ülkelerin Balkan politikalarının dikkatle izlenmesi gerekiyor. Papa’nın Katoliklik üzerinden oluşturmaya çalıştığı siyaseti artık gizlemediği ortada. Amerika’nın jandarma rolünü bırakmamak için bölgede yaptığı etkinlik planlarına karşılık, Rusya’nın Slav milletler- Sırplar üzerinden devamlı güç gösterisinde bulunması ise yeni değil. Almanlar ise “dip dalgası” dedikleri derinden giden nüfuz politikalarıyla açıktan görünmeyen ama işini yürüten bir siyaset gütmekteler. Türkiye’nin son on yılda varlık göstermesiyle birlikte bütün bu tarafların bir şekilde ortak düşman olarak yine ve daima Müslüman varlığını hedefe oturtmaları, bizlere Müslümanların durumuna dair bir fikir vermektedir. Misyonerlik yoluyla Hristiyanlaştırma faaliyetlerinden tutun da bütün dünyada estirilmek istenen “radikal terörist Müslüman” imajıyla korkutma çabaları, inanç ve kültürel baskılar, ekonomik anlamda Müslümanların varlık göstermesini engelleyici tavırlar ve halkın çoğunluğunun kendilerinden oluştuğu ülke ve bölgelerde bile Müslümanların ordu, polis ve diğer kamu kurumlarından tard edilmeleri; bütün bunlar, Müslümanları çok yönlü kıskaç içinde tutmaya matuf girişimler.
Türkiye, son yıllarda Balkanlarda aktif olarak faaliyet gösterme çabasında. Bir yandan uluslararası güçlerin engellemeleri, diğer yandan bölgedeki hassas dengelere rağmen Balkanlar’da TİKA ve Yunus Emre Türk Kültür Merkezi üzerinden sosyal ve kültürel projeleri yürütürken yeni kurulan Balkan devletlerinin inşaaına da katılma çabasında. Balkanlarda Türk devletinin varlığı bir nevi oradaki Müslümanların güvencesidir. Türkiye’nin etkisini kırdıkları anda bölgedeki bütün Müslüman milletler daha kolay hedef haline gelecekler. Balkanlarda Türkiye bahsini daha teferruatlı ele alacağız inşallah.
Balkanlarda kemiyet ve keyfiyet olarak yekün ağırlığı olan Müslüman milletlerden Arnavutlar ve Boşnaklar özellikle çok yönlü tarassut altında tutuluyor. Boşnaklar uğradıkları soykırım ve katliamlar sonrasında “Dayton Antlaşması” ile zincirlenmiş durumdalar... Bosna, tabir caizse Müslümanların uçbeyliği mevkiinde bir konumda olması ve savaş döneminde bir lütuf olarak başta olan rahmetli Aliya İzzetbegoviç önderliğinde zincirle bağlı da olsa bağımsızlığını elde etmesiyle Müslüman kimliğine kavuşmuş ve Balkanlar’da Müslüman şuurunda kök salabilmiş nesiller, yaklaşık yüz yıl sonra ilk önce Bosna’da vücut bulabilmiştir.
Arnavutlar ise sayıca fazlalıklarına rağmen dört ülkede dağınık bir halde yaşıyorlar. Ayrıca Enver Hoca döneminin sosyalist yönetimi altında İslâm’dan koparılmak için çok fazla işkenceye maruz kalmışlar. Yugoslavya’nın dağılması sonrasında ise İslâmî faaliyetler yapmaları bir çok şekilde engellenerek İslâm yerine “Arnavut Milliyetçiliği” ile varlıklarını koruma çabasına girmişlerdir.(Ki bu bakış açısı da “İslâm olmasın da” düşüncesiyle destekleniyor egemen güçlerce) Arnavutluk devletinin yanı sıra halkının yüzde 94’ünün Müslüman olduğu Kosova da çoğunlukla Arnavut’tur. Makedonya nüfusunun neredeyse yarısına yakını Arnavut, mevcut Sırbistan topraklarında ve Karadağ’da yüz elli binden fazla Arnavut yaşamaktadır. 
Parça parça mevzûları bütüne nisbetle ele almak üzere bu kısa girizgahın ardından gelecek hafta bugünlerde Makedonya’da yaşananlara değineceğiz.
 
 Baran Dergisi 434. Sayı