Yetiştiği toprakların milli değerlerine, ahlakına, kültürüne yabancılaşmış olanlar bir zaman sonra kültürün olmadığını iddia ediyor ve bu iddialarını, coğrafyanın devamlı değişiklik göstermesine, toplumların birbirleriyle sürekli münasebet halinde olmasına ve dolayısıyla herhangi bir gelenekte kalamayacağımıza dayandırırken kültürel dönüşümün de her an yaşandığını belirtiyorlar.
Evet, kültür dinamiktir ve sürekli bir oluş içindedir; fakat öz kültürün varlığının reddi iddiasında olanların zihinlerindeki gibi hiçbir istinad noktası olmaksızın bir değişim değildir bu. Dolayısıyla öz kültürün varlığını reddetmek sürekli bir çevre, değer ve inanç değişimiyle kimliksiz olmak mânâsı taşır ki bu da toplumun köklerine daimî yabancılaşma getirir. Oysa kültürün dinamizmi cemiyetin karşılaştığı farklı unsurlardan faydalanarak terkip yapılabilmesinden, derin sezişten gelir.
İslam’ı seçen Türkler bile geçmişten gelen kültürel kodlarını tamamen atmamış ve İslam kültürüyle onu bünyeleştirmiş ve tekrar yaşamlarına tatbik etmiştir. Bu her millet için böyle olmuştur. Kültür bu manada toplumların hususiyetlerine göre oluşmuştur. Nitekim, kültürümüzle edindiğimiz beşerî duyguların her birini İslam'dan bağımsız da görmüyor, İslam ahlakıyla beslendiğini, İslam kültürüyle zenginleştiğini ve İslam anlayışıyla olgunlaştığını söylüyoruz.
Mesela bugün Batıcılık elbisesini giymek, kendi kültürlerini reddedenlere göre “kültürlenmek” oluyor. Farklı inançların, kültürlerin, anlayışların, alışverişlerin etkisinde kalıp tamamen oraya kanalize edilip şekillenmeyi, daha doğru bir ifadeyle teslimiyeti bir yenileşme ve değer olarak addediyorlar. Bugün “öz kültür diye bir şey yok” diyenler, başkalarının öz kültürüne adabte olmak zorunda olduklarını da unutuyorlar. Halbuki kendi toplumunun normlarından, ahlaki, edebi ve dini manada uzak durmayı yenileşme olarak görenler ister istemez yabancılaşacak ve başka kültürlere entegre olacaktır.
Çünkü eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez, kendi öz kültürünü içselleştiremeyen, onu bir bünyede tutup bu minvalde beşerî tecrübeyi geliştirmeyen, başka medeniyetlerin esiri olmaya mahkumdur. Buna tarih en güzel misaldir. Kendi öz kültürleriyle başbaşa kalamayan ve bunu bir ideal etrafında ilerletemeyen devletler hep kaybolmuş ya da sömürgeleştirilmiştir.
Toprağı ekip biçme, terbiye gibi anlamları ihtiva eden kültür; geçmişten içinde bulunulan âna kadar gelen, istikbâle aktarılacak olan manevî değerler bütünüdür. Dolayısıyla zaman ve mekânın şartlarına göre değişkenlik arz edebildiği halde kültürlerde hiçbir zaman kopukluk olmaz, tamamen başka toplumlara angaje edilemez. Bir toplumun geçmiş tecrübelerinden doğan anlayışın tezahürü olarak ortaya çıkan kültür, o toplumun dini ile bir bütünlük arz eder. Kültürümüze bir bakın; onda yüce ve manevi bir terkibin eşsiz çizgilerini göreceksiniz. Ondaki form ve normlarımız yine Müslüman Anadolu’nun imanından, heyecanından, irfanından, hikmetinden, zevk ve istidatlarından tüterek neşvünema bulmuştur.
Kültür soyut bir kavramdır fakat insan onu hayata tatbik ederek somut hale getirir ve yaşatır. Osmanlı’nın dinden ve geçmişten alarak kendi bünyesinde bütünleştirip, ekip biçip ortaya çıkardığı incelikler asırlarca Müslümanlara ve diğer milletlere her zaman örnek teşkil etmiştir. Örneğin, Osmanlı kapılarındaki tokmaklar başlı başına bir incelik abidesidir. Osmanlı’da kapılarda iki tokmak yer alır. Tokmaklardan biri kalın ses biri ise ince ses çıkarır. Gelen erkek misafirler kalın ses çıkaran tokmağı, kadın misafirler ise ince ses çıkaran tokmağı tıklatırlar. Böylece ev sahibi kapıya kimin geldiğini anlamış olur ve ona göre hareket eder. İşte biz buna kültür diyoruz. Yine ihtiyaç sahipleri için düşünülmüş cami ve türbe köşelerinde yer alan ortası çukur sadaka taşları, askıda ekmek, çorba gibi incelikler de birer kültürdür. Bu ve benzeri binlerce misal toplumumuz için değerdir ve bu değerler toplumları şahsiyet sahibi kılar. Nitekim, öz kültürü ayakta tutan da şahsiyettir.
Şahsiyetini yitirmiş toplumlar kendi ruhi benliklerinden koparak, sosyal anlamda da o toplumun normlarına aykırı yaşamak gibi bir gaye gütmeye başlar. Hatta milli ve manevi değerlerinden uzaklaşır, içtimâî normlara yabancılaşmaya başlar. Kendi medeniyetinin öz kültüründen kopuk yetişen fertler yabancı milletlerin kültürlerine aldanır, yabancı milletlerin hayat tarzlarını benimser. Ki bugün kültürel anlamda dışarıdan gelen her şeyi hiçbir müdahalede bulunmadan benimsememiz ve bünyeleştirememiz; yeni bir fikrin öncülüğünde, yeni bir şuur süzgeci ile toplumu kültürel anlamda yeniden diriltmenin gerekli olduğunun göstergesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017'de bir konuşmasında, “Biliyorsunuz, siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz, hamdolsun siyasi iktidarız. Ama hala sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” demişti. Bu sıkıntının dile getirilmesinin ardından yine bu meseleye dair herhangi bir adım atılmamış yahut adım atıldığı sanılmış, kültür iktidarı mevzuunda kalem oynatanlar da maalesef yeterli yönlendirme ve gerekli fikri sağlayamamıştır.
Şimdi bu meseleye değinmeye çalışalım. Kültür sanat faaliyetleri denildiği zaman akla genel manada sömürgeleştirilmiş, milli değerlerden uzak ve milli değerleri alaya alan, yerden yere vuran faaliyetler geliyor. Batı tandanslı ve Kemalizmin iğdiş ettiği şuurlar ile projelendirilen ve Türkiye'de kültür ve sanat diye satılan her türlü çalışma yine Müslümanların zararına ve Müslümanların kültürel manada dirilişinin önünü tıkamaya yöneliktir. Tanzimat’tan Kemalizm’e ve Kemalizm eliyle “Muasır Medeniyetler Seviyesi” diye dayatılan Batıcılık, yerini kültürel kavgaya bırakmış ve Batılı zihinle sekülerler tarafından kültürel manada da bir savaş verilmiş ve verilmektedir. Siyasal alandan ziyade kültürel alanda iktidar olmanın ne kadar önemli olduğunu gösteren bu harita, kavganın da bir yönüyle bu mecrada da verilmesi gerektiğini apaçık ortaya sermektedir. Kemalizm ile İslam kültürüne vurulan darbe ve ardından modern ve postmodern hayatın getirileriyle birlikte tamamen yozlaşan kültürümüz, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kültürel esaret yaşamıştır. Özellikle Batı kompleksiyle Batıcılık budalalığına kalkışan entelijansiyamız asli değerlerine gözlerini yummuş, beceriksiz bir Batı taklitçiliğiyle toplumu da sirk maymunlarına çevirmiştir. Öyle ki, absürtlüklerin haddi hesabı yok; altı Türk şalvarı üstü Fransız şapkası; şiiri, romanı, fikri kopya ve intihal; Türk musikisine yasak, Batı musikisine mecburiyet; kendi hazinesine kilit, yabancı hazineye konma, sözde Müslüman özde ise gavur bir hayat idame edilmiştir. Ve bunların hepsi de sarhoş sofralarında verilen kararlarla tatbik edilmiştir. Bir mutfağa giren onlarca aşçının bir yemeği çorba etmesi gibi, içimize kapatılan ve dışımıza açılan kapıdan kültür mutfağı tarumar edilmiş ve tam manasıyla kendi kültürümüzü kaybetmiş, olanları ise daha fazla koruyamamış ve bünyemizde tutmayı becerememişiz.
Şimdi anlaşılıyor ki; İslam kültürüyle bir medeniyet kuran Müslüman Anadolu, yeniden, yeni bir şuur süzgeci ile kaybettiğini geri getirmek mecburiyetindedir. Kaybettiğine de Salih Mirzabeyoğlu’nun Kültür Davamız eserindeki şu tesbitiyle başlamalı ve başlıca idraklere giydirilmesi adına gereken müdahale yapılmalıdır.
“İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletlerde yabancı mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışımları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.”
Bu toprakların entelijansiyası ortada apaçık duran bu temel gerçeği yok saysa da, görmezden gelse de, kültürel yozlaşmaya karşı, her şeyin yeniden yapılması gerektiği de aşikar. Bu işin geçmişte kalan eserleri restore etmekle, geçmişin eserlerini vitrinlere taşımakla, geçmişi sergiye dökmekle hiçbir alakasının olmadığını da belirtelim ve yeni bir dil çarşafına bütün dünya yemişlerini silkelemenin ve yeni bir anlayışla bunlardan azami derecede istifade edebilmenin yolunun Büyük Doğu-İbda’dan geçtiğini hatırlatalım.