Yaşadığımız devrenin belki de en öne çıkan hususiyetlerinden birisi “kıymet” mefhumuna yönelik algılarda zamanla yaşanan değişimin zirve noktasına ulaşmasıdır. Mevzu süreç öyle bir dönem ki tabir-i caizse altınların bakır, bakırların ise zümrüt olduğu fikri zihinlere zerk edilerek, “kıymetsizlik” bir kıymetmişçesine pazarlanmaktadır.

Küreselleşmenin tesiri ile beraber Batı’nın tüm dünyaya ihraç ettiği liberal-demokratik itikadın insan modeli artık en ücra köşelerde bile kendisini göstermeye başlamıştır. Artık devletler ve milletler Batı menşeili bu gözlük ile dünyaya bakmaktadır. İyi, doğru ve güzel ölçüleri dünya görüşümüzle taban tabana zıt olan bu anlayışın merkezine aldığı mefhum ise “menfaat”tir. Hâl böyle olunca, hangi toplum yahut memleketi ele alırsak alalım, siyasette oy kaygısı, iktisatta maddî menfaat kavgası, içtimâi hayatta şahsî çıkar hesaplarıyla muhatap olunduğunu farkederiz.

Heva ve hevesler peşinde yaşanan mücadele dolayısıyla insanlar, insanlık nâmına sahip olmaları gereken meziyetlerden iyice uzaklaşırken, kıymetsizlik kıymet addedilmeye başlamakta ve toplumda ideal ferdin nasıl olması gerektiği hususundaki algı da değişmektedir. Bu algının topluma sirayeti neticesinde toplumun zihin haritasını meydana getiren kavramları anlayış tarzında yaşanan negatif yönlü değişim mevzu toplumda bozulmayı da beraberinde getirmektedir. Çünkü artık “ideal insan” menfaatperestliğe matuf bir hüviyet taşımaktadır.

Böyle bir iklimin, gerçek mânâda “ideal-kaliteli” insanın yetişmesinin önünde büyük engel teşkil ettiğini bir kenara bırakalım, yetişen ideal sahibi “kaliteli” insanlar da sistem tarafından dışlanmaktadır. O insanların vitrinde olması hem diğerlerinin keleşliklerini meydana çıkarır, hem de yetişmekte olan insanlara ufuk açıcı olarak sistemin çarklarına çomak sokmuş olur; çünkü artık “kurtaran ıztırab”ı çekmenin ve bir ideal uğruna çaba sarfetmenin ruha verdiği doygunluk en ağır yük, “sahip olmadığı mânânın mâliki görünerek” haketmediği mevkileri işgal etmek en büyük kolaylık olarak anlaşılır olmuştur. Anlayışların değişmesi dolayısıyla da yapılan haksızlığın ıztırabı da tabiî olarak hissedilmemektedir.

Bugün, toplumumuzun manzarası genel hatlarıyla yukarıda resmetmeye çalıştığımız gibidir. Anlayışlardaki değişim temel ölçülerin de unutulmaya yüz tutmasına sebep olmuştur. O temel ölçülerden birisi de “işi ehline vermek”tir. Yani liyakat sahibi insanların lâyık oldukları yerlerde bulunmasıdır. Gelgelelim ucunda herhangi bir maddî menfaat olmadığı takdirde liyakat usulünün uygulandığı bir özel müessese yahut devlet müessesesi göstermek de çok zor bir hâl almıştır.

Alâkalandığımız iş dolayısıyla bir çok insan ile görüşme ve tanışma fırsatı bulmaktayız. Sanıyoruz ki bu manzarayı tasvir etmemize zemin hazırlayan da bu görüşmelerden edindiğimiz intibalar; bahsettiklerimiz, gazetecilerden yazarlara, siyasetçilerden akademisyenlere kadar çok geniş bir yelpazede yapmış olduğumuz görüşmeler neticesinde varmış olduğumuz fikirler. Yaptığımız röportajlar esnasında bazen röportaj yaptığımız kişi sorularımızı cevaplarken büyük bir haz alıyor, bazen ise içimizde fırtınalar kopmasına mukabil kabalık etmek kaygısıyla aklımızdan geçenleri dışarı yansıtmamaya çalışıyoruz. Bazen şaşırıyoruz, bazen ise üzülüyoruz. Üzüntümüzün de şaşkınlığımızın da yegâne sebebi ise memleketimizin ahvâli ve en temel ölçülerden biri olan “işi ehline verme”nin unutulmuş olması...

Mücadele ettiğini söyleyip verdiği mücadelenin hangi gayeye erişmek adına olduğunu bilmeden o mücadelenin bayraktarlığını yapma iddiasında olandan, bir mevzuun uzmanı olduğunu söyleyip o mevzua dâir hiç bir fikri olmayanına, yahut da tersinden adı hiç bir yerde duyulmamasına mukabil alâkalandığı meselenin en derin ve girift hatlarına kadar nüfuz edenine...

Bahsettiğimiz meseleyi şahıs bazında misallendirmek gerekirse, yakın bir dönemde yapmış olduğumuz bir röportaj hasebiyle kıymetini fark ettiğimiz Prof. Dr. Hacı Duran ismini telaffuz edebiliriz. Hacı Duran Adıyaman Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisi olarak vazifeli... Kendisiyle Türkiye’nin yapılan tüm pansumanlara rağmen bir türlü kanamayı durduramadığı maarif meselesi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Baran Dergisi’nin 486. sayısında “Bilim ve Bilgi Tek Başına Ahlâk ve Fazilet Kazandırmaz” başlığıyla yayımladığımız röportajda, Hacı Duran’ın alakalandığı meseleye dair gerçekten derinlemesine bir anlayış sahibi olduğunu gördük. Röportajda “ezberci eğitimden uygulamalı eğitime geçilmesinin zarurî olduğu” dile getirilmekte ve aileden okullara, ebeveynden öğreticilere eğitimin nasılına dâir çözüm önerileri sunulmakta...

Öte yandan Duran’ın, “Türkiye’de liberal politikaların ekonomik alanda benimsenmesinden bu yana eğitim sisteminde, öğrenmeyi, terbiyeyi, meslekî becerileri geliştirmeyi birincil amaç gören bir eğitim uygulaması fiilen ortadan kalkmış görünüyor.

Öğretmenlerin ve üniversite hocalarının büyük çoğunluğu yönetici olmak istiyor, müdür olma ve rektör olma çabasındadır. Bir kısmı da kamu sektörünün değişik kademelerinde bürokrat olmak için karar verme mevkiinde olan siyasî mekanizmalarla işbirliği içindedir. Öğretmenlerin ve üniversite öğretim üyelerinin bu yönelimi, onların öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmediğini, emir almayı ve vermeyi tercih ettiğini göstermektedir.  Konuyla ilgili araştırmalara bakıldığında muhafazakâr, liberal ve laik kesim farkı olmaksızın böyle bir eğilimin var olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum eğitim sisteminin iç dinamiklerinin nerdeyse devre dışı kaldığına işaret etmektedir” ifadeleri yukarıda toplumumuzun manzarasına dâir yaptığımız tasviri de doğrulamaktadır.
Maarif meselesinde aşılması gereken engeller çığ gibi önümüzde dururken, bu meselenin halli bâbında Prof. Dr. Hacı Duran’ın fikirlerinden istifade edilmelidir. Sadece maarif meselesinde değil, her meselede çıkar hesaplarını bir kenara bırakarak işlerin ehline yani liyakat sahibi insanlara verilmesi içine düştüğümüz bataklıktan kurtulmak için gereklidir.

Baran Dergisi 494. Sayı