Devletleşmeden hiçbir problem çözülemez; çözüldüğü zannedilen nokta yeni bir problemin başlangıcıdır.
*
Allah hayırlı eylesin, bir ahbabım çocuğunu evlendirecek, salgın şartları içerisinde, sağlık bakanı Fahrettin Beyi de sinirlendirmeyecek şekilde düğün yapılabilecek mekanın peşine düştüler tabiî olarak. Ahbabım uzun senelerdir banka yöneticisi, dünürü de İstanbul Büyükşehir Belediyesinde daire başkanıyken yönetim değişikliğiyle görevden alınan, şimdi başka bir yerde idareci olan biri. Dünürün nasıl olduğunu bilmem ama ahbabım milletlerarası banka yöneticisi, oğlu da Ankara’nın istediği planlar için denetleme ve iyileştirme çalışması yapmak üzere halen gelip giden, milletlerarası bankanın uzmanı. Dünür de bürokrat, “ensesi kalın” derler ya, denilirse bilmeyen biri gibi, tam öyleler!
Ensesi kalınlar ama düğün yapılabilecek mekan bulmakta zorlanıyorlar; tak diye kapılar filan açılmıyor yani. Kız tarafının isteğiyle Sepetçiler Kasrı’na da gitmişler ama yok denmiş. Doluymuş o vakitte. Mevzu da buradan başladı birdenbire. Meğer Sepetçiler Kasrı’nın yönetiminde de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı mı gelini mi yoksa ikisi birden mi, neyse işte, bulunuyorlarmış. Sepetçiler, Yeşilay Derneği’ne bırakılmış, oranın yönetim kurulu üzerinden söylendi bu. “Her yerde kendileri var, olmaz ki ama!” dendi, düğün stresi içinde. “Elli bin yerdeler, değil mi?” dedim. “O kadar değil ama heryerdeler” dedi muhatabım. “Sebebi nedir, biliyor musun? Adam yok, güvenecekleri herif bulamıyorlar, ‘bulduk’ dedikleri aptalca birşey yapıyor, bela açıyor, ‘her tarafa girelim de kontrolü böyle yapalım’ dediklerinden de elli bin yerdeler görüntüsü çıkıyor! İki ucu da işte öyle bir değnek durumu!” dedim. “Olur mu öyle şey, ne demek adam yok!?” dedi. Bunlar namuslu, teslim alınan makamı, teslim alındığı iş üzerinde ileri götürmekten başka derdi olmayan, senelerdir paranın üzerinde oturduğu için istese dünyalar kadar para kazanabilecek olmasına (teşvik primi gibi düşünün) rağmen maaşına razı olan, makamın havasını atmayan, diplomatik plaka olmasına rağmen sınırda kuyruğa giren, nesli tükenmekte olan yaratıklardan olduğundan, sorusu garip değil!
Ben de o gün gördüğüm bir tiviti okudum ona önce:
“- Başından beri naçizane aynı şeyi yazıyorum. Ben hükümete, İBB’nin eksiklerini kapatması, yanlışlarını örtmesi için oy vermedim. İstanbul halkı İBB’yi seçmişse, Haliç’in yeni rengine de, Riva’nın kokusuna da, Küçükçekmece’de yüzeye vuran ölü balıklara da alışacak. 4 yıl daha var..”
Bunu da Ersoy Dede isimli gazetecinin aynı tür tivitini “rt yorum”layarak yapıyorum. Geçen sene Oda TV’de yayınlanan “Hükümet medyasında kavga çıktı... FETÖ arşivleri ortaya saçıldı.” başlıklı bir haber vardı, imkanı olan onu okusun; bu iki arkadaş ile Nihal Karaca’nın “kayıkçı kavgasını” haberleştirmişler, bunu da gösterdim tivitin ardından “adam mı yok!” diyene.
Bu iki arkadaşın onları yazmasının sebebi, İBB’nin suya %35 zam yapması, İBB meclisinde AKP-MHP üyelerinin zammı iptal edip “enflasyon farkı kadar zam” (%12,5) kararı alması. Buna köpürüyorlar! “İstanbul halkı seçimini yapmış” diyor “Atatürk ilke ve inkılapları tarihçisi” arkadaş, madem seçtiler “4 yıl daha var” çekecekler, dokunmayın diyor! Sanki İBB %80-90 gibi bir nisbetle CHP ve müttefiklerinin eline geçmiş! Oysa belediye meclisi hükümet ittifakının elinde, “topal ördek” şimdiki idare, zam bile yapamıyor görüldüğü gibi.
Peki bu kibir ve en önemlisi nefretle yazılmış iki tivitin sahibinin “derdi” ne? Şu tivitlerinden anlaşılan o ki, maazallah bunların altından popolarını koydukları koltuklar bir çekilse, “en baba muhalefet” olacaklar demek! İstanbul 15 Temmuz’da mafyaya sığınan belediye başkanları, parti yöneticileri ile doluydu. Millet sokakta, onlar sığınakta! İBB kaybedildiyse sebep bunlar! Parti’nin, ilçe belediyelerinde değişiklik yapması da yetmemiş ama! Üstüne “hiçbir şey olmadıysa bile birşeyler oldu” aptallığı! İlk günlerde bu satırların yazarı olarak ben de inanmıştım denilenlere, sonra fakat işin aslını görmeye başladım. Koltuklar, avantalar gidecek diye “İstanbul kibir unsurları” yaygara koparınca, fark daha da açıldı! Farkın tek sebebi işte bu iki arkadaş gibi kibirli bir nefretle dolu olanlar!
KADEM ve oradakilerin durumuna geçildi sohbetimiz esnasında. “Önce İstanbul Sözleşmesini imzaladılar şimdi de yırtıp atıyorlar.” dendi. Öyle, hem yazdılar hem de yırtıp atıyorlar. Gerçi yırtıp atma değil, iki üç maddesini yeniden yazma, bazı cümleleri çıkarma mevzu. İşin aslı derneğin ismi yanlış, Kadın Derneği, Demokrasi Derneği vs olabilirdi ama Kadın ve Demokrasi Derneği başlığı bambaşka bir kulvar ve bunlar da “solcu feministlerin elindeki malzemeyi almak” için bu alana girdiler. Oysa bu bambaşka bir “dil”dir, kültürdür, anlayıştır, dedim. Baktım öyle bakılıyor, devam ettim, Hıdır’ın, Bülent’in, Ozan’ın, Cem’in tekme tokat dövdüğü kadınlara yardım etmek, bunları feministlere bırakmamak için yola çıkmış olsalar da, hatta kendilerini -ne ayıp!- onlara kabul için Mor Çatı ile işbirliği yapmış olsalar da, hiçbir şeyden habersiz insanlar oldukları açık. Homoları, lezbiyenleri Erdoğan ailesinin savunabileceğini düşünmek abes! KADEM’in de! Bunları da söylediler zaten eskiden beri. Ama söyledikleri ile girdikleri kulvarın ne olduğunu bilmemek cahilliği içine düştü KADEM. Homolara karşı bir açıklama yapınca, Mor Çatı çıktı “Siz imzaladığınız İstanbul Sözleşmesi’ndeki ‘cinsel yönelimi’ nasıl anlıyorsunuz!” diye alay etti! Ki alay etmesinde de haklıydı! Bunlar “cinsel eşitlik” diye Ayşe’nin, Fatma’nın insan olma ve şiddete uğramama hakkını savunmak ve bir de boşandığında aç kalmasın diye düzenli olarak nafaka alması için bu “kulvara” girmişler. Meğer “cinsel eşitlik” denilen şey bambaşka imiş, Mor Çatı tarafından utançtan mosmor edilerek anladılar! Biz, buna “diyalektiklerin çelmesi” diyoruz; KADEM idaresi o çelme ile yuvarlandı! Bunlar bir de okumuş insanlar üstelik! Ama, biyoloji sahasında arkeoloji kavramları ile çalışmak (!) garabetini gösterdiler, dedim. Senelerce insanlar o sözleşmenin ne olduğunu söyleyip durdu bunlara, ama onlar okumuş insanlar ya, köylü gördüler söyleyenleri, “intikamı” Mor Çatı aldı böylece!
Abartmayı sevdi oradan bazıları, dedim; CV’leri için çalıştılar çünkü. Üstelik bunları da “aldattılar”. KADEM belki gerekli bir sahada çalışmak için ortaya çıktı; fakat fena savruldu! Şimdi çıkmış kadın vekillerden biri “Sözleşme üzerinden herkes konuşuyor bilmeden. Tabii ‘check’ edebiliriz, oradaki bazı kavramlara yüklenen anlam değişmiş mi ona bakarız” diyor kibirle! İsmini saklamaya da lüzum yok, herkes biliyor bu sözlerin sahibini. Bir hukukçu olan Özlem Zengin Hanımın başından geçen boşanma vakasının bu kibirli cümleyi kurmasında tesiri var mı bilmem ama, “kadınlar ve kendini kadın gibi hissedenler”in savunusunu yapan bu hanım, demek ki “anlam değişikliği OLMADIĞINI” bal gibi biliyor! “Kendini kadın gibi hissedenler” vurgusu Sözleşmenin “cinsel eğilim” kavramı içindedir ve KADEM’den hiç kimse böyle bir laf kullanmadı, kullanan sadece bayan Zengin! Ama “.... değiştiyse!” vurgusu önemli: Dönecek, çünkü Erdoğan “ayıptır yahu!” dedi, bayan Zengin de kibirle geri dönüş yolunu döşüyor sadece!
*
“Adam nasıl yok!” meselesine de böyle geliyoruz işte: Ellerinden tutup, iki üç “yakışıklı cümle salladı” diye bu arkadaşlar bir yerlere konuldu. Konuldu ama kriz anlarında da işte “karakter” ortaya çıktı! Üstelik bunlar ve “gibileri” de dikkat edin sadece kendi çevreleri ile iletişim halinde, “biz kölelerinden” de sadece “hurraaa!” demeyi bekliyorlar! Çekin popolarının altındakini, görün kıyameti ve ayrıca “salt başına birey” olarak sıfır olduklarını!
Bu tablo karşısında Erdoğan’ın kilit yerleri “akraba-i taallukat” ile doldurmasını anlamamak muhal! Akraba deyince, teyzeoğlu olan birinin bu hafta içinde “yeni FETÖ’ler” diyerek bize de laf atmasını unutmamak gerekiyor.
*
Erdoğan, 2020 ile yeni bir hal içinde yürümeye başladı. Çevresinin karşı çıkmasına rağmen baro düzenlemesi ve hatta Ayasofya’nın açılma kararı, bunun Lozan’ın imza tarihine denk düşmesi, artık “eski Erdoğan” olmadığını, “ölümüne ölümüne!” yürüdüğünün işaretleri. Bu “adam” eksikliğine de “ÇARE, YENİ KADROLAR” diyerek neşter atmasının yakın olduğunu düşünmek gerekiyor. Bu iki arkadaşın milleti düşman gören lafları rahatça söyleyebilmeleri, istifa etme hastalığı ara ara tutan bir bakanın, partisinin milletvekili olan zata küstahça konuşup telefonu suratına kapatması vs. Bunlar Ankara’da birşeylerin döndüğünün işareti olsa gerek; “oynayın son oyunlarınızı bakalım” nazarında takip edilmesi gereken şeyler bunlar.
*
Ayasofya’nın Lozan’ın imza tarihinde açılıyor olması üzerinden mevcut sistem ile acımasız bir hesaplaşma içine girerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elini rahatlatıp projeksiyon sunmak yerine, arpalıklar gitti hissini yansıtan “küçük ama nefret dolu yazılar ve sözler” ile uğraşan kim varsa, ya Erdoğan ya millet iradesi ile popolarının altındaki şeyin kayıp gittiğini görecekler ve göstermeye de mecburuz.
Anadolu’nun gerçek devleti kurulana kadar ve hatta kurulduktan oturana kadar böyle aksak işler devam edecektir tabii. Önemli olan, “yakışıklı laflar” sarf edip arkadan iş çeviren tiplerin kafalarının görüldükleri yerde ezilmesi!
Eze eze devletleşeceğiz!
Baran Dergisi 706.Sayı