Kapitalizmin lider ülkesi Amerika ve “organik merkez”i Avrupa dünyada meşruiyetini yitirirken, “Batı Modeli” kendi insanı nezdinde de sorgulanır hale geldi. “Modern klişe” tabirle terör, illegalite artık demokrasinin beşiği olmakla övünen ülkelerin devlet politikası.
Tüm varlığını sevdiklerinin önüne serebilen, sevdiklerine hizmeti nimet bilen, başkası olmadan başkası için olmanın iştiyakı içinde kalbi sevgi ile dolu olan insan; maddî imkânları kıt olsa da, zengindir. Buna mukabil, geniş imkânlara sahip olmasına rağmen, kendinden hiçbir şey vermeyen, hiçbir fedakârlıkta bulunamayan, hep biriktiren bünye, hem yoksul hem “ölü”dür. Siz siz olun, bu tür insanlardan uzak durun; çünkü kendileri batarken sizi de dibe çekerler. Bu bağlamda, sömüren ve biriktiren yapısıyla, kendi uzuvlarını yiyerek beslenen Batı toplumu özü itibariyle ölü bir toplumdur.
***
Eşyanın hakikatini bilmek, eşyanın Rabb’in hangi ilâhî isminin hükmü altında olduğunu bilmekle olur. İnsan, kendisini uyaran ilâhî işareti bildiği nisbette kendini bilecek, kendini bildiği nisbette de Rabb’ini bilecektir. Aksi takdirde eşyaya hakkedilmiş ilâhî sır, sonsuza kadar saklı kalır, siz de “o şeyi değil, o şey hakkında söylenenler”i bilmekle avunursunuz.
***
“Bilgi tek, çokluk bilendedir.” Ve “keşfi olmayanın bilgisi de yoktur” buyuruyor İbni Arabî Hazretleri. Oysa evrensel olduğu iddiasıyla, tek “doğru” olarak dayatılan modern aklın ürünü bilgi; hem keşfî olmaktan uzak, hem istikrarsız, hem fakir... Zira en basit bir “aynılığın” doğrulanması ve kesinlik kazanması bile, zaruri biçimde birbirini davet eden zincirleme bir teyide ve bunların sonsuz bir zeminde birbirinin üstüne binmesiyle elde edilen bilgiye bağlı. Dahası, bu bilginin üretildiği zemin, delil yokluğunu yokluğa delil sayan, dolayısıyla bugün söylediğini yarın inkâr eden; yanlışın kendi doğrularını doğurduğu bir zemin. Oysa İbda Diyalektiği’nden de biliyoruz ki, “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti de olmaz.” Dolayısıyla, iyi-doğru ve güzelin kendisine nisbet edileceği “epistemolojik bütün”; hem doğru düşünceyi doğru düşünce faaliyetiyle sonsuza kadar kesiştiren kodları temin etmeli, hem eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamalıdır. Ve behemehâl “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilmiş olmalıdır. Zira “iş”in ruhî yönünü göz ardı eden, sadece beş duyuya dayanan akılcı bilgi tam bir tanıma sağlamaz, varlığı (eşyanın hakikatini) yalnızca ölü kabukları itibariyle tanıtır. Dolayısıyla tanıyan özneyle tanınan nesneyi karşı karşıya getiren bu bilme biçiminde varlığı bulunduğu hâl üzere kavramak imkânsızdır.
***
“Yaptıkları iş”in ne kadar idrakindedirler bilinmez ama, modern felsefenin-felsefecilerin sanki tek bir görevi-gayesi var: Kusursuz ve eksiksiz bir biçimde çalışmasından sorumlu oldukları ve hayatiyet buldukları kapitalist-modernist sistemi eleştirir gibi yapmak, güya muhalif bir görünüm altında bu sistemin çalışmasına mani olacak her türlü düşünceyi, yayılmasına fırsat vermeden, daha kaynağındayken boğmak.
***
Nasıl ki bir doktorun, tedavi etsin diye kendisine teslim edilen canlı bir organizmayı kobay olarak kullanmak, kadavraya dönüştürmek gibi bir hakkı yoksa; benzer biçimde, bir fikir adamının da ele aldığı meseleyi istediği gibi eğip bükme, çarpıtma, kendi menfaatleri istikametinde kullanma gibi bir hakkı yoktur.
***
İbda Diyalektiği’nden öğrendiğimiz biçimiyle; “Suretler olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmez” doğrusuna telmihen söylersek; sanatı üzerine düşünen sanatçı, birbirinden bağımsız gibi duran unsurlar arasında ünsiyet peyda etmek suretiyle ifade zenginliğine ulaşırken, tecrid kabiliyeti nisbetinde de imgeyi temsil ettiği objeden koparıp mânâlarda tecelliye gelecek hakikati suretler aracılığıyla yaratır. Bu yolda her şey onun için malzeme hükmündedir. Sanatçı renk, biçim, ritim, desen… kaygısı içinde elindeki malzemeyi yoğurur, biçimlendirir, kalıba döker ve yeni bir dile dönüştürür. Sanat eserini anlamak da bu dili anlamakla mümkündür. Ancak, estetik anlayışınız taklidin ötesine geçmiyorsa, sanatla kurduğunuz ilişki iptidai ve yeknesak bir ilişki ise, kayıtsızlığınız ve duyarsızlığınız nisbetinde hayatla estetik bir bağ kurmanız da güçleşir. Güzel olan, klâsik olan size hiçbir şey söylemez. Tabiatı olduğu gibi taklid etmeyi, vermek istediğiniz mesajı kaba saba bir biçimde iletmeyi sanat kabul edersiniz.
***
Modern çağ iki ana temele oturur: Ulus devlet ve evrensel ölçekte örgüleştirilmiş kapitalist bir sistem… Ancak ne kadar düzenli bir örgütlenmeye sahip olursanız olun, büyüme ve yayılma sonsuza kadar süremez. Sistem karmaşıklaştıkça, yasal düzenlemeler de katılaşır, dağılma ve branşlaşma artar. “Bütün”ün idaresi elden kaçarken, resmi ve düzenli yapılar da kendi içinde gayri resmi ve düzensiz yapıları üretir. Fordist-Keynesçilik ekseninde seyreden ve gelişimini tamamlayan kapitalist sistem de, 1970’lerden beri, bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek devam eden krizlerle, sanki nihai krizini yaşadığının sinyallerini veriyor. Kapitalizmin lider ülkesi Amerika ve “organik merkez”i Avrupa dünyada meşruiyetini yitirirken, “Batı Modeli” kendi insanı nezdinde de sorgulanır hale geldi. “Modern klişe” tabirle terör, illegalite artık demokrasinin beşiği olmakla övünen ülkelerin devlet politikası. Sanki “yeni” bir sistemin yeni yapıları oluşturuluyor ya da Scott Lash ve John Urry’nin belirttiği gibi; “düzenli kapitalizm”den “düzensiz kapitalizm”e geçiş söz konusu.
***
İbda Mimarı’ndan ödünç aldığımız kelimelerle söylersek, “gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır” ve gaibte sabit olanı izhar etmede bize muhal gibi görünen bir hadisenin gerçekleşmesi, nisbet olarak, imkân dâhilinde gördüğümüz bir olayın gerçekleşmemesine denktir. Ne var ki, bizler hadiselere meçhule hürmet tavrı içinde bakamadığımız ve bize belletilen “organize bilgi”ye aşırı güvendiğimiz için, sıra dışı hadiseleri öngöremeyiz, öngörenleri de kaale almayız. Bu tür hadiseler de sırf bu yüzden, beklenmedik oldukları için gerçekleşir ve tesir gücü büyük olur. Oysa insana ait bilgi bir seferde ve ilelebet geçerli olmak üzere verili bir şey değildir. Büyük değişim dönemlerinin ürünüdür. Bu dönemlerin yenileyicileri tarafından bilgi edinmenin, bilgi sahibi olmanın çerçevesi bütüncül bir yapı içinde yeniden belirlenir. Ancak bu “epistemolojik bütün”lerin ekseriyeti, bilgiyi varlığın dışında bırakan bilme biçimleridir, tam bir tanıma sağlamazlar. Dolayısıyla, iman için gerekli olan bilme biçimi; kendimize, hayata ve “öte”sine ait taleplerimizi, sorumluluklarımızı “Mutlak Fikir”le kesiştiren, her örgüsü tezatsız bir “Bütün Fikir”dir. S. Mirzabeyoğlu bunu ortaya koydu. Bizler, zihnî referanslarımızın zenginliği nisbetinde ondan pay almak durumundayız.
Aylık Dergisi 145. Sayı, Ekim 2016