Bir cemiyetin sadece ferdlerin bir araya gelmesiyle inşa olunamayacağını, aralarında karşılıklı bir iletişim ve ortak paydaların mevcudiyetiyle bunun mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Geçen sayımızda ferdlerin dil vasıtasıyla şuur kazandıklarını, tarifi gereği şuurun dil olmadan mümkün olamayacağını belirtmiştik. Meşhur “yumurta-tavuk” misalinde olduğu gibi bu paradoksal/mütenakız meselenin ancak ilahî bir müdahale ile hal olunabileceğini eklemiştik. Ayrıca birbirinden bağımsız ferdlerin ancak karşılıklı itimat ile cemiyeti tesis edebileceklerini, bunun da insan keyfiyetinin en merkezî hususiyeti olan inanç hissi ile mümkün olabileceğini ifade etmiştik. Yani ferd ve cemiyetin oluşumundaki en kritik unsur inançtır ve adı ne olursa olsun inancın tezahürü de “din”…
Cemiyet, üyesi ferdlerin gönüllü bir biçimde tâbi olduğu belli bir kurallar bütünüyle temayüz etmek durumundadır. Cemiyet inanç merkezi etrafında birleşik bir yapı görünümündeyken, her inanış ahlâkî bir tezahürü zorunlu kılar. Aksi durumda, cemiyetin daha nüve halindeyken dağılması mukadderdir. İnanç ve ahlâk arasındaki ilişki, et ile tırnağın birbiri ile münasebeti gibidir; birbirlerinden ayrılamazlar. Lisanın, inanış ve ahlâkın ilk kaynağı meselesi bir tarafa, sadece şu soruya verilecek cevab bile İbda’nın “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” tezinin isbatı halindedir: Bu inanış ve ahlâkın muhteviyatı ne olmalıdır? Ya da şöyle soralım: Objektif bir iyilik ve kötülük var mıdır?
Bu soruyu bir “mutlak”a bağlı olduğunu alenen beyan eden dinler haricindeki inançlar, muğlak cevablarla geçiştirmeye çalışırlar. Eğer objektif bir iyilik varsa, bunun kaynağı nedir sorusu, kendi zihinlerinin kurgusu bir inanca/puta tapınan herkesi rahatsız edecektir. Dışarıya karşı tutumu ne olursa olsun her cemiyetin kendi iç bünyesinde bizim “iyilik” diye tabir ettiğimiz mihrak etrafında ancak varlığını sürdürebilmesi, kafasına göre bir şeyi mutlaklaştıran ve bunu yaparken de aslında mutlaklaştırdığı kendisi olan nefse girân gelmektedir. Çünkü bu objektifliğin insan keyfiyetine aslî rengini veren ve bu iyilikle mutabık bir sabite irca olunması gerekmektedir. O yüzden mesaisinin ciddi bir kısmını, tüm cemiyetlerde mevcut “iyilik” yönündeki ortak temayülü ve onun neticesi ahlâkı, cemiyetlerin birbirlerinden “apardıklarını” isbatlamaya tahsis etmiştir. Yoksa putu, un ufak olmuş bir şekilde elinde kalacaktır.
Dışarıdan bakıldığında “yekvücut” bir görünüm veren bir cemiyet düşünün. Böyle bir cemiyetin iç bünyesinde kötülük ve zararı merkezî ahlâk düsturu haline getirmesi mümkün olabilir mi? Olamaz! Belki bir uç örnek olacak ancak, tamamen suç işleme maksadı ile bir araya gelmiş bir çete bile, suç ortakları birbirlerinin hukukunu koruduğu müddetçe, yani iç bünyelerinde birbirlerinin haklarını korudukları sürece, varlığını sürdürecektir. Dünyanın kendi menfaati etrafında döndüğünü düşünen ve tüm işlerini o minvalde gerçekleştiren ferdlerden müteşekkil bir cemiyetin yaşama şansı var mıdır? Hayır! Hülasa, cemiyetler “dışarısına” karşı tutumları ne olursa olsun, kendi içlerinde “kötülük” üzerine bina olunamazlar. Aslında merkezinde Allah’ın olması lazım gelen mihraka başka mutlaklar ve onların şerikleri konmuş olabilir; inanç sistemleri çok tutarlı ve sistematik olmayabilir. Sözün kısası yanlış yolda olabilirler, ancak yanlış yolda da olsalar “yürüyüş mekanizma”ları her zaman doğrudur. Aksi durumda ferd ve cemiyetin iptali ya da başka bir deyişle intiharı gerekirdi. Peygamberlerin yaptığı, insanda kuvve halinde mevcut bu mekanizmayı harekete geçirmek ve doğru istikamete yönlendirmektir. Aynı zamanda insan toplulukları için “miyar” vazifesini görmektir. Ferdlerin, izole bir ortamda ilelebet bile kalsalar geliştiremeyecekleri lisan ve dolayısıyla ona binmesi gereken şuur gibi kabiliyetleri kazandırmaktır. Kısacası peygamberler, yeryüzüne insan olma potansiyeli ile gelmiş ferdlerin insanlaşma sürecini başlatıp doğru yönde gelişimini tamamlama vazifesinin kendilerine tevdi edildiği “üstün insanlardır.”
İbda Fikriyatı’nın temel hakikatlerinden olan “sûret olmadan mânâların ebediyen tecelli etmeyeceği” hikmetinin fâş oluşunu bu insanlaşma sürecinden de izleyebilmekteyiz. İnsan topluluklarının iyilik üzerine kaim olmaları, hepsinin bir inanış ve ahlâka sahib oluşlarının yanı sıra birbirine bazen şeklen bazen de mahiyet itibariyle benzer kurumları haiz bulunuşları, onlardaki nebevî özün sûret bulması halidir.
Aralarında ciddi mekân ve zaman farkları bulunan insan topluluklarının şekil itibariyle farklı olsa da mahiyet açısından örtüşen kurumlara sahib olmaları, birbirlerini taklit etmelerinden ziyade aynı kaynaktan besleniyor oluşlarına işarettir. Antropologların ve bilumum şu veya bu “-ologların”, bu teze muhalif iddialarını isbatlamakta gösterdikleri inanılmaz gayreti, İbda Mimarı “ruhçuluğun tersinden isbatı” olarak görmektedir: Bu sözüm ona materyalistler, kendi inanç mihraklarına halel gelmesin diye çırpınıp duruyorlar.
Hayır kurumlarına ve bunların zirve noktası diyebileceğimiz vakıf müessesine değişik medeniyetlerde aşağı yukarı benzer özelliklerle rast gelmemizin sebebi, bunların aynı kaynaktan çıkan yapılar olduğuna işarettir. Bir kere hepsinde en temel karakteristik, kurumun banilerinin ve destekçilerinin dünyevî bir beklenti içinde olmamalarıdır. Bu şekilde bir beklenti içinde olunması, kural olarak böylesi bir kurumun menfaat eksenli bir faaliyet içinde olmasına yol açacağından, bu menfaat ortadan kalktığında o kurumun da yok olmasını gerektirecektir. Hâlbuki böylesi yapılar, çoğu örnekte yüzlerce yıl varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kurucuların elbette bir beklentileri vardı; ama o beklentinin muhatabı, inandıkları müteâl varlık veya varlıklar idi. Beklentileri, eğer öteki dünyaya inanıyorlarsa, burada yaptıklarının karşılığını alarak sonsuza kadar orada mutlu yaşamak, inanmıyorlarsa, mesela Budizm’de olduğu gibi, karma veya benzeri bir reenkarnasyon çevriminde daha üstün bir varlık halinde dünyaya avdet etmekti. Bunların hiç birine inanmıyorlarsa, canlarını uğrunda feda edebilecekleri başka bir müteâl bulup (mesela gelecek nesillerin selameti) kendilerini ona hasretmekteydiler.
Ayrıca, yine tabiatı icabı sermayenin beslenmediği sürece tükenişi kaçınılmaz olduğundan, “faydacı” bakış açısından daha büyük bir maddî getirisi bulunmadığı sürece böylesi girişimlerin saçmalığı su götürmez. Aksi durumlar yok mudur? Elbette vardır, ama bütün bu araştırmamız boyunca edindiğimiz izlenim bunların esası oluşturmadığıdır. Kendi benliği ötesinde aşkın bir davanın peşindeki herkes, yani bir inanç sahibi herkes, neticede gerçekten iyilik etmek maksadıyla hayır kurumları tesis etmişlerdir; bu kişilerin inançlarının mahiyeti, yani maddeci mi ruhçu mu, muvahhid mi müşrik mi olduğunun burada çok ehemmiyeti yoktur.
Elbette, bir kurumun iyilik maksadı gütmesi, onun gerçekten ihtiyaç sahiblerine yönelik hizmet verip vermemesiyle ölçülür. Zenginlere veya ihtiyacı olmayanlara hizmet eden bir müesseseye “hayır kurumu” denmesi, pek anlamlı gözükmemektedir. Gerçekten de yazı dizimiz boyunca incelediğimiz tüm medeniyetlerdeki vakıf ya da benzeri kurumların ihtiyaç sahiblerine matuf faaliyet gösterdiklerini müşahade ettik. Belki bunun tek istisnası, zengin olmaları kuvvetle muhtemel ruhban sınıfına yapılan yardımlardı. Hemen hepsinde bu sınıfın, dinî pozisyonlarını kullanarak yardımlardan aslan payını alma gayreti içinde olduğunu gördük. Ancak yine ruhban sınıfı, tapınakların civarına kurdukları aşevleri ve hastaneler marifetiyle, elde ettikleri bu yardımların bir kısmını yine ihtiyaç sahiblerine tevzi etmekteydiler. Belki de bunda, vakıf gelirleri ve sadakalar yoluyla rahiblerin zenginleşmesinin cemiyette menfi bir tesir doğurmasını engellemek maksadı güdülmekteydi. Tam bilemiyoruz, fakat böyle bir manzara ile karşılaştık.
Vakıf ve benzeri kurumlar umumiyetle aşevleri, darülacezeler, yetimhaneler, okullar, hastaneler, tapınaklar, türbeler vb. tesislerin yapımı ve işletilmesinin yanı sıra doğrudan kamu yararı gözeten ve aslında “ihtiyaç sahiblerine yardım” kapsamı içinde sayılamayacak işler de yapmaktaydılar. Bunlar arasında köprü ve yol yapımını, hamam ve kaplıca inşasını, yolcuların güvenliği için belli aralıklarla kale ve benzeri korunakların yapılmasını zikredebiliriz. Tüm bu tesislerden zengin ya da fakir herkes faydalanabilmekteydi. Bu, incelediğimiz tüm medeniyetlerdeki ortak özelliklerden birisidir. Bundan başka, ihtiyaç sahibi dul ve yetimlere, çocuğu olmayan yaşlılara maaş bağlanması, fakir annelere süt parası verilmesi, evlenme çağındaki fakir kız ve erkeklere yardım edilmesi gibi faaliyetlerde de bulunmaktaydılar. Hülasa, bu cemiyetlerdeki vakıf ve benzeri hayır kurumları, şu an burada hepsini sıralamayı lüzumsuz gördüğümüz birçok sahada çalışmalarını sürdürmekteydi.
Bu kurumların iç bünyelerine baktığımızda, genel bir şablonun olmadığını görmekteyiz. İdareleri kimi zaman bir mütevelliye ya da mütevelli heyetine teslim edilmekte ve bunu kontrol edecek başka bir kişi ya da heyet tayin edilmekteydi. Çoğunlukla da idareleri rahiblere verilmekteydi. Birçok örnekte, kurumun hedefleri ile alakalı bir vesika düzenlenmekte ve idarenin buna uyması istenmekteydi. Bazen müesseseyi kuran kişinin ailesi bu işi üzerine almaktaydı. Hukukî yapıları ile alakalı da farklı durumlar mevcuttu. Bazı medeniyetlerde bu tarz kurumlarla ilgili nisbeten kapsamlı düzenlemeler mevcut iken, mesela Roma gibi hukuken oldukça ileri bir medeniyette, Hıristiyanlıkla tanışana kadar ciddi hiçbir hukukî alt yapı bulunmamaktaydı. Bazılarında bu kurumlara hukukî yaptırımlar karşısında tam bir dokunulmazlık tanınmışken, diğer bazılarında, mesela kadim Ortadoğu medeniyetlerinde, bu dokunulmazlıklar ruhban sınıfı tarafından ya da bazı hallerde doğrudan devlet idaresince kaldırılabilmekteydi. Çalışma şekilleri de, teksif olundukları sahalara göre değişkenlik arz etmekteydi. Genel bir hüküm olarak söyleyebiliriz ki, cemiyetin müteâl bir varlığa yönelik inancı arttıkça, bu tür kurumlar hukuken masunlaşmışlardır. Bu masuniyetin birçok durumda bizzat kurucular tarafından veya bir şekilde bu kurumları ele geçirmiş kişilerce suiistimal edildiğini de incelememiz esnasında sıklıkla gördük. Belki de bu yüzden belli bir zaman sonra bu kurumların dokunulmazlıkları tartışma konusu haline gelmiş olabilir. Bilhassa, servetlerine devlet tarafından el konulmadan çocuklarına aktarma derdindeki kişilerin vakıf ve benzeri kurumların dokunulmazlıklarına sığındıklarını söyleyebiliriz. Bu durumun İslâmî vakıflar konusunda da varid olduğunu yeri geldiğinde göstereceğiz.
Bu kurumlar çoğunlukla gelirlerini, kendilerine bağışlanan arazileri doğrudan işlemekten veya kiraya vermekten elde etmekteydiler. Ayrıca, kazandıkları paraları faizle borç vermek suretiyle de gelir elde etmekteydiler. Bu şekilde mülklerini büyük oranda artıran hayır kurumlarına dair ilk kayıtlar binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. MÖ 2 binlerdeki Babil medeniyetinde ve Hititlerde, vakıf benzeri kurumların ana gelir kaynağı faizdi. Faizden kazanılan paralar, hem fakirlerin ve rahiblerin ihtiyaçlarının görülmesi için harcanmakta hem de ruhban sınıfının (bu devirlerde bu kurumlar genelde rahiblerin kontrolü altındaydı) gitgide güçlenmesine yol açmaktaydı.
Yardım sandığı benzeri hayır kurumları ise, iyilik yapma isteği duyan iştirakçilerin verdikleri desteklerle ayakta durmaktaydılar. Bunların idarî düzeni de, vakıflarla benzerlik göstermekteydi.
Elbette, kralların ve aristokrasinin her devirde bu tür yardım faaliyetlerinde başı çektiklerini, kendi adlarına veya ataları için vakıflar kurup bunlara büyük araziler tahsis ettiklerini eklememiz gerekiyor. Bazen bu kişiler, mevcut hayır kurumlarına aynî ve nakdî yardımlarda da bulunmaktaydılar.
Netice olarak insanlık tarihi binlerce hayır kurumunun mevcudiyetine şahitlik etmiştir. Bunların kimisi yüzlerce, hatta binlerce yıl varlığını sürdürmüş, kimi de birkaç nesil içinde yok olup gitmiştir. Hepsi şu veya bu derecede insanoğlundaki iyilik etme arzusunun tezahürü olmuşlardır.
Artık sıra, nasıl kendisi eşsiz ise getirdiği din ve medeniyet de eşsiz olan, insanlığın zirvesi Resulullah Efendimiz (SAV)’ın temellerini attığı İslâmî vakıf kurumuna geldi. Gelecek sayımızdan itibaren mevzumuz bu olacak. Baran Dergisi 458. Sayı