Sosyal medya kanalları, özellikle son birkaç senedir, FETÖ’cü, PKK’lı, sol görüşlü örgüt mensubu kılıklı; fakat özünde İslâm ve memleket düşmanı, lâik Kemalist Batı ajanları tarafından zihinlerin işgâli ve iğfâli istikâmetinde maharetle kullanılıyor. Çoğunluğu yurt dışında ikâmet eden, Türkiye’deki yasalardan yana kaygı taşımayan hesaplar üzerinden memleket gündemi ve dolayısıyla zihinler yalan ve fitne bombardımanına maruz bırakılıyor, itibar suikastları düzenleniyor, lâf yalama ediliyor. Yine aynı yol ile doğruları söyleyenler “yalancı”, yalancılar ise “doğrucu başı” şeklinde lanse edilerek, piyasada sözüne itibar edilebilir kimselerin varlığına katiyen müsaade edilmiyor. Hepsinden daha vahim ve acı olanıysa, son bir asırdır kafasına vurula vurula hafızası kaybettirilmiş milletimiz, maruz kaldığı bu toplum mühendisliği karşısında sergilemesi gereken en tabiî irfan refleksini bile ortaya koyamıyor, hak ile bâtılı birbirinden ayıramıyor ve dolayısıyla da her gün yeni bir yalanın, yeni bir umutsuzluğun peşinden savrulup duruyor.
İktidar bu saldırıların bizzat hedefinde olmasından dolayı vaziyete karşı tedbirler almaya çalışıyor olsa da, hadisenin pek çok buudu olması ve iktidar cihetinde bu vaziyeti bütün hâlinde kavrayabilecek kapasitede bir kurmay kadrosu olmaması hasebiyle, alınan tedbirler işe yaramadığı gibi bir de farkında olunmadan karşı tarafın değirmenine su taşınıyor.
Sosyal Medya Hayatımıza Nasıl Girdi?
İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz ölçüdür; ihtiyaçları âlet doğurur. Meselâ elektrik bugün bir ihtiyaç hâlini almıştır; fakat elektrik bulunmadan ve kullanılmadan evvel bir ihtiyaç değildir. Televizyon, telefon, bilgisayar, beyaz eşyalar da bulunup, son kullanıcı tarafından kullanılabilir hâle getirilerek umumun tüketimine sunulduğundan beri ihtiyaç hâlini almıştır. Sosyal medya da diğer âletler gibi hayatlarımıza girmiş ve “kabul” gördüğü ândan itibaren de bir ihtiyaç hâlini almıştır. Bu kabul bahsine ileride değineceğiz.
Teknolojinin gelişmesi, düne kadar özel yetenekler gerektiren pek çok âletin son kullanıcı tarafından kullanılabilmesine ve dolayısıyla tüketilebilmesine olanak sağladı. Çok çeşitli âletlerin bu şekilde son kullanıcıya ulaştırılabileceğinin anlaşılmasından sonra bir taraftan üretim çılgınlığı başlarken, diğer taraftan da üretilen bu malların tüketilmesi sorunu doğdu. Binlerce yıldır kalıplaşmış belli başlı âletlerle hayatını idame ettirebilen insanlık, son bir asırdır sanki Hazret-i Adem’den beri varmışçasına pek çok âleti, bilhassa da konfor kaynağı gördüklerini bir ihtiyaç olarak hayatının merkezine almaktan geri durmadı. Tabiî burada reklamcıların tebliğci metodu bırakıp, bunun yerine telkinci metoda sarılmasının başarısını unutmamak gerek.
İnsan ve toplumların şuur süzgeçleri -ki dünyanın en doğusundan en batısına kadar her dinin, dilin, milliyetin ve coğrafyanın kendisine has bir şuur süzgecini haiz olması gerekirdi- son bir asırda delik deşik edildiğinden beri, ihtiyaçlar da fert ve toplumlar tarafından değil, bunları kim dayatıyorsa onlar tarafından belirlenir hâle geldi.
Hani biraz evvel İbda Hikemiyâtından iktibasla dedik ya, âletler ihtiyaçları doğurur diye, hemen buna yine Hikemiyâttan ilâve edelim, peki her yeni âlet ihtiyaç mıdır, ihtiyacı neye göre tesbit edeceğiz?
Tam da burada, âleti de bünyesinde ihtiva eden teknik bahsine yer vermekte fayda var.
“Teknik”le alâkalı olarak ise, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu; “kendini insana empoze eden varlık, varlığın ruha mukavemet edişidir ve bu karşılıklı tesir içinde insan, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için, yapma varlığı, yani tekniği meydana getiriyor (…)” demektedir.
Bu bakımdan, teknoloji kelimesini, eşya ve hâdiseleri teshir etmek üzere yaratılmış insanın, eşya ve hâdiseleri teshir etmek için kullandığı ilim ve marifet şeklinde de ifâde edebiliriz.
İhtiyaçları Kim Tayin Ediyor?
Tekniğin bu tanımını verdikten sonra şimdi tekrar ihtiyacın neye göre tesbit edildiği bahsine dönelim. Bir ihtiyaç hâsıl oldu, çünkü bu ihtiyacı doğuran bir sebeb, bir âlet ortaya çıktı. Peki, bu ihtiyaç, hangi ruhî ve fikrî muhtevanın tezahürü olarak ortaya çıktı? Bugün bizim önümüze hâlâ Batı’dan bir sürü âletler geliyor, bu âletleri tezahür ettiren ruhî ve fikrî muhteva ile bizim ruhî ve fikrî muhtevamız ne denli örtüşüyor? Öyle ya, dini, milliyeti, dili, ahlâkı, coğrafyası bambaşka topluluklarız biz, yoksa değil miyiz?
Böyle söyleyince, adam silah da üretiyor, o da onun ruhî ve fikrî muhtevasının tezahürü olarak doğuyor, bunu da mı inkâr edeceğiz, diyenler olacaktır belki şimdi. O zaman te biraz daha derinleşelim. Bir âlet varlığı itibariyle bir ihtiyaç doğurur; fakat meselede derinleşildiğinde görülecektir ki, bunun kabul edilip edilmemesinin yanında, kabul edildikten sonra da bu sefer ihtiyaç hâline gelen âletin neyin vasıtası olarak niçin kullanılacağı da başlı başına bir mesele teşkil etmeye başlar.
Dünya çapında şahsiyetleri dolayısıyla birbirinden ayrışan milletlerin ve yine aynı şahsiyetleri dolayısıyla millet içinde birbirinden ayrışan ferdlerin son bir asırdır etkili bir silâh olarak kullanılan kültür emperyalizmi ile nasıl da tek tipleştirilmeye çalışıldığını ve dünya düzeninin de fertlerin bütün şahsiyet çıkıntılarından arındırılarak “dünya vatandaşı” hâline getirilmeleri suretiyle ayakta tutulmaya çalışıldığını biliyoruz.
Şimdi buradan tekrar teknik, âlet ve ihtiyaç bahsine dönecek olursak… “Bir ruhî ve fikri muhtevayı niçin kabul edeceğiz, yahut kabul etmiyorsak, onun yerine neyi, niçin kabul edeceğiz”, sualiyle devam edelim.
İdeolocya
“İdeolocya, bir insanın inandığıyla iş ve eseri arasındaki uygunluktur.” der Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu. “İnanılan fikrin, faaliyetlerle iş hâline dönüşümüyle, ruhî muvazenenin temini.” Bu ifâdelerin geçtiği Necip Fazıl’la Başbaşa adlı eserinde söz şöyle devam eder;
“İdeolocya, ferdin ve toplumun inşâındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi olduğuna göre, soralım: İnsanın insanla, insanın tabiatla olan ilişkilerini, insanın âlemdeki rolü ve gayesini, tek kelimeyle ruha kendisini empoze eden, mukavemet eden varlığı, bütün yönleriyle kavrayıcı, ideal değerlerle pratik değerler çerçevesindeki meseleleri irfân kıvamı hâlinde ortaya koyan bir ideolocyan var mı?..”
Şimdi. Bir iman kutbu yok, bu iman kutbuna bakarak hem istikâmeti tayin edecek ve hem de istikâmete vardıracak bir ideolocya yok, bu ideolocyayı ameli hayata tatbik edecek bir kültür yok, bu kültürün yataklık ettiği irfan yok, olmayan irfanının da bir şuur süzgeci yok. Farkındaysanız Napolyon’un hikâyesindeki “barut yok” noktasından bile ileri bir yokluk yurdunda bulunuyoruz, hâl böyle olunca da bütün bu ihtiyaçlara dikkat çekmekten başka konuşacak bir şey kalmıyor! Dikkat ediyorsanız, çok önemli addedilen sosyal medya meselesi bu bakımdan zurnanın son deliğini bile teşkil etmiyor.
Siyasî Tarafı
Pratikten devam edecek olursak… Sosyal medyanın belli kesimlerce propaganda vasıtası olarak kullanılmasının yanında, bir de bu platformların arkasındaki şirketler de ayrıca bir mesele tabiî. Amerikan Başkanı Donald Trump’a uygulanan ambargoda gördüğümüz gibi, sosyal medya şirketleri kendilerini yargı yerine koymakta, hüküm vermekte ve faaliyette bulunduğu ülkelerin hükümranlık haklarına ortak çıkmaktadırlar. Buna karşılık olarak hükümetlerin bir yaptırımı var mı? Teorik olarak olmasına rağmen, yine bu platformlar üzerinden iktidarlarına yakıştırılacak yaftalar dolayısıyla kimsede bu cüret yok! Sosyal medya platformları, iş kendilerini savunmaya gerektiğinde hemen Sivil Toplum Kuruluşu suretine bürünebiliyorlar; fakat iş para saymaya gelince hepsi özel şirketler. İşin ideolocyaya bakan tarafı yalnız fert ve toplum açısından değil, aynı zamanda devletlerin hükümranlıkları açısından bile sıkıntı teşkil ediyor görüldüğü üzere.
Hürriyet Bahsi
Propaganda ve hükümranlığın gaspının yanında, Sosyal Medya şirketlerinin faaliyetlerinden biri de istihbarat toplamak. Bunu hem istihbarat teşkilatları için hem de şirketler için yapıyorlar. Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminde, televizyonu ilk kez gören ve bu âletle beraber Zeki Müren’i hem göreceğini hem de duyacağını öğrenen vatandaş soruyordu hâni, “Peki, Zeki Müren’de bizi görecek mi diye?” E şimdi Zeki Müren bizi hem görüyor, hem de duyuyor? Özel hayatın gizliliği falan, bu Türkiye dâhil birçok ülkede Anayasa güvencesi altında değil miydi?
İletişim Başkanlığı’nın Harikulade Tedbiri
Sosyal medya meselesinden başladık, meselenin istediği seviyeden konuşunca bakın nerelere geldik. Mesele bu kadar derin ve giriftken, iktidarın sosyal medya üzerinden yapılan kara propaganda ve dezenformasyon faaliyetlerine karşı geliştirdiği tedbir ise “doğru mu, yalan mı” diye sayfa açıp, burada, sosyal medya şirketlerinin de izin verdiği, hesaplarını kapatmadığı sürece “Karınca bir lokmada fili yuttu” diyenlere, “Hayır, karınca bir lokmada fili yutamaz” şeklinde lâf yetiştirmek.
***
E şimdi böylesi bir meseleye bu seviyeden yanaşılıyorsa, bize kalırsa daha da kolayından bir yol izleyip, sosyal medya platformlarının fişini çeksin ve kurtulsunlar. Açıkçası bu kafa ile alacakları diğer tedbirlerin sosyal medyayı adeta bir propaganda merkezi gibi işleten Batılı devletler, bunların finansörü sermaye odakları, bu devletlerin ajanları ve ajanların güdümündeki hâinlerin değirmenine daha da fazla su taşımaktan başka bir amaca hizmet edeceğine ihtimâl dahi vermiyoruz.
Dün gazete televizyon, bugün sosyal medya, yarın da başka bir medya ile bu faaliyetler sonsuz kadar sürer gider. İdeolocyası olmayan, vasıtanın adı her ne olursa olsun kendisine dayatılan âleti alıp almayacağına, alacaksa nasıl ve niçin kullanacağına kendi karar veremeyen toplumlar, burunlarından halkalanmaya mahkûmdurlar.
Baran Dergisi 737.Sayı