Hekdeş tabirinin geçen sayımızda asıl kaynağı olan “Mâbed vakfı”nın hasrından çıkıp, içtimaî fayda maksadı güden kurumlar için de kullanılmaya başlandığını belirtmiştik. Bu süreç, Mâbed’in yıkıldığı MS. 1. Asırda başlamış, ama asıl şeklini Gaonik devirde kazanmıştı. Gerçi Mâbed yıkılmadan evvel de, Mâbed’in bakımı ve hahamların geçimini teminden başka, ama yine dinî maksatlı ufak çaplı vakıf veya benzeri kurumlara rastlansa da, aslolan her zaman Mâbed hekdeşi idi.
Gaonik devir, Yahudi tarihinde hususî bir yere sahiptir, çünkü Yahudiler bu devirde bu gün de câri olan “Yahudi şeriatı veya fıkhı” diyebileceğimiz Talmud hukukuna tam şeklini vermişlerdir. MS. 7. Asırda başlayıp 11. Asırda biten bu devrin aslî özelliği, Yahudiliğe Abbasî hilafetinin merkezi Bağdat’ta yaşayan Yahudi din adamlarının yön vermesidir. Tabii, bu devrin en karakteristik yanlarından birisi de İslâm’ın Yahudilik üzerindeki tesiridir. Bu tesirin en fazla görüldüğü sahalardan birisi de, Yahudi vakıflarıdır. Bu devirde Yahudi vakıfları, tıpkı İslâm vakıfları gibi, büyük bir çeşitlilik arz etmeye başlamış, tamamen fakirleri ve ihtiyaç sahiplerini gözetir kurumlar haline dönüşmüşlerdir. Elbette bu fakirlerin “Yahudi fakirler” olduğunu bir kez daha belirtelim. Bu devirde tesis olunmuş Yahudi vakıfların kurumsal yapısının da, İslâm vakıflarını taklit ettiğini gözlemlemekteyiz. Bu dönemde Yahudilerin yaşadıkları her yerde bu tarz vakıflar kurduklarına şahit olmaktayız; sadece İslâm coğrafyasında değil, Avrupa ve Rusya’da da Yahudilerden ihtiyaç sahiplerine hizmet eden benzeri kurumlar vardı. Vakıf kurumunun bugün bildiğimiz anlamdaki ilk şeklini oluşturanlar Müslümanlar, bunu Avrupa’ya taşıyanlar da Yahudilerdi. Ancak Yahudi vakıfları, şimdiye kadar konusu ettiğimiz diğerleri gibi, sâfi bir hayırseverlik ruhundan kaynaklanmamaktaydı. Muhtelif dünyevî menfaatlerin, mesela Yahudilik’te normalde yasak olan faiz yasağını delmek gibi, bu kurumların tesisinde etkisi vardı.
Bu vakıfların üzerine bina edildikleri hedeflerini gaonların (Bağdat’taki hahambaşıların) kendilerine edilen suallere verdikleri cevapları havi mektuplardan takip edebilmekteyiz. Mülklerin hekdeş olarak tahsisi ve zedakaların toplanması bu kurumların gelir kaynaklarını oluşturmaktaydı. Bu devirde Yahudiler umumiyetle ticaretle uğraştıklarından, arazi tahsisi mahduttu; daha çok satılabilir değerli eşya ve doğrudan para tahsisine rastlanılmaktaydı. Bu vakıflara göz attığımızda, genel hatları ile şu tür hedeflere muallik olarak kurulduklarını tesbit etmekteyiz: “Genel olarak fakirlere”, “vakfeden kişinin kendi akrabalarına”, “havra ihtiyaçlarına”, “esirlerin fidyelerinin ödenmesine”, “Talmudi Tevrat’a” (yani, Yahudi din bilgini yetiştiren okullara), “cenazelerin defnine”, “evlenecek yetimlerin çeyizlerine”, vb.. Muhtelif bölgelerde Yahudi mahkemesi tarafından mahkûm edilmiş mücrim kişiler, cezalarını hekdeşlere hizmet ederek ödemekteydiler. Bu hekdeşler, bulundukları bölgenin ismi ile anılmaktaydılar. Bazı şehirlerde, farklı cemaatlerin kurdukları hekdeşlere tesadüf olunmaktaydı, ancak genellikle bir şehirde bir tane hekdeş bulunmaktaydı. Yahudiler, eğer yazılı bir vasiyet bırakmışlarsa, içinde mutlaka hekdeşe yönelik bağışlar olurdu. Hekdeş tabiri, bilhassa bu devrin son dönemlerinde ve daha sonraki devirlerde, Yahudi din okulları, darülacezeler, hastaneler, yolda kalmış ve zor durumdaki Yahudi yolcuların barınabilecekleri pansiyonlar vs. şeklinde hizmet eden kurumların genel adı oldu. Mesela, Resp. Ranah, Osmanlı dönemi İstanbul’unda bu tarzda hizmet gören Yahudi hekdeşleri hakkında ayrıntılı malumat vermektedir. (Resp. Ranah, 84)
Hekdeşlerin kuruluş gayelerinin değiştirilip değiştirilemeyeceğine dair Yahudiler arasında farklı kanaatler mevcuttu. Mesela “şehir ahalisi, bir aşevini yardım sandığına (veya tam tersi) dönüştürebilirdi. Bu tesislerin gayesini, uygun gördükleri başka herhangi bir mevzûya hasredebilirlerdi.” Hatta Jacob b. Meir’e göre, şehir ahalisi bu tarz vakıfların gelirlerini mecburi olmayan ama izin verilmiş bulunan sahalara da harcayabilirlerdi. Mesela, şehirdeki Yahudi cemaatin ortak kararı olması kaydıyla, hekdeş gelirlerinin bir kısmını veya tamamını yaşadıkları şehrin savunmasına destek vermek maksadıyla tahsis edebilmekteydiler. Diğer taraftan gayesi alenen bilinen bir vakfın mülklerinden, normal şartlar altında, başka bir gaye ile faydalanılamazdı. (Resp. Rambin, ed. Blau, n: 206) Vakıf gelirlerini, belirlenmiş maksattan başka bir mevzûda kullanma yönünde cemaat önderlerinin de kabul ettiği yerel bir âdet varsa, aksi açıkça söylenmediği sürece, vakfa bağışlanmış paraların bu âdete göre verildiği farz edilirdi. Bu mesele üzerine yapılan tartışmalarda, hayır işinin maksadının mahiyeti büyük bir rol oynamaktaydı. Genel bir kural olarak, daha az ehemmiyetli olandan daha ehemmiyetli olana bir dönüşüm yapılabilmesi kabul edilmekteyken, tersi vaziyetlere izin verilmemekteydi. Mesela sinagoglara veya kabristanlara tahsisli hekdeşler, bir öğrenci evi ve Talmudi Torah’ın (din bilgini yetiştiren okullar) ihtiyaçlarını karşılayacak kurumlar haline dönüştürülebilirdi. Ama tersi mümkün değildi. Aynı kaide, her sene alınan ürünün fakirlere dağıtılması için sahibi tarafından hekdeşe bağışlanmış bağ-bahçeler için de geçerliydi. Eşraftan yedi kişi bu tür bir hekdeşin maksadının değiştirilmesi hususunda görüş birliğine de varsa, bağışı yapan kişi, bağışladığı tarla veya bahçenin sadece bu gaye ile kullanılacağı şartını koymuş ve bu şartın değiştirilmesinin “fakirleri soymakla” aynı olacağını söylemişse, bu durumda Talmudi Torah yararına dahi olsa vâkıfın şartı değiştirilemezdi. Fakat Yahudi esirlerin fidyelerini ödeyerek onların canlarını ve hürriyetlerini kurtarmak söz konusu olunca, Talmudi Torah’ınkiler de dâhil olmak üzere bütün hekdeşlerin maksadını değiştirmek mümkündü, çünkü bir Yahudi’nin hayatını kurtarmak diğer tüm hayır işlerinden evlaydı.
Hekdeşlerin, bilhassa İslâm tesirinde kaldıkları Gaonik devirden sonra, İslâm vakıflarından ilham aldıklarını ve onları büyük oranda taklit ettiklerini ifade etmiştik. Hekdeşlerin İslâm vakıflarını örnek aldıkları hususlardan birisi de idarî mekanizmanın oluşturulması konusundaydı. Vâkıfın atadığı “mütevelli”, mütevellinin üzerindeki “mahkeme gözetimi”, mütevellide aranan şartlar gibi konularda o dönemdeki Yahudi vakıfları, bizdeki vakıflarla büyük benzerlikler sergilemektedir. Bir Yahudi hekdeşi, vakfı kuran kişi veya kişilerce veyahut doğrudan mahkemece atanan bir apostropos (mutemet, mütevelli) veya bir gizbar (hazinedar) tarafından idare olunmaktaydı. (Tabii buradaki mahkemeden, Yahudilerin kendi şeriatlarınca kurdukları mahkemeyi anlamak lazımdır, içinde yaşadıkları memleketin mahkemelerini değil.) Mahkeme, tabii olarak her bir hekdeşin vâsisiydi. Vakfın idaresi hususunda mütevelli, her daim mahkemenin gözetimine tâbiydi. (Sha’arei Uzel, 1, sh. 108-115) Mütevellinin, Allah’tan korkan, güvenilir ve ticarî işlerde tecrübeli olması gerekirdi. (Resp. Rambam, no: 54) Mütevellinin vazifesi, hekdeşin varlıklarını her tür zarar ve ziyandan korumak ve onları hangi maksadla bağışlanmışlarsa, o maksada uygun bir biçimde dürüstlük ve samimiyetle idare etmekti. Mütevelli, aynı zamanda mahkemenin koyduğu kurallara da uymak durumundaydı. Mütevellinin vakfın varlıklarını idaredeki dürüstlük ve becerikliliği hususunda ciddi bir kuşku hâsıl olursa, mahkemenin onu görevinden azletmesi gerekmekteydi. Ancak mütevelli, vâkıfın kendisi tarafından atanmışsa, vazifelerinde ihmalkâr olduğu somut delillerle isbatlanmadıkça görevinden uzaklaştırılamazdı. Birçok yerde hekdeşin denetimi için avi yetomim (yetimlerin babası) adı verilen gözetmen veya gözetmenler atanması âdettendi. Bu, ilk olarak Abbasî vakıflarında kurumlaşan “nâzır” müessesine benzer bir mahiyet taşımaktadır.
Kamu ihtiyaçları için kurulmuş hekdeşler söz konusu olduğunda hazaka (bulunmuş bir mala üç yıl kimse sahip çıkmazsa mülkiyetinin bulana geçeceği kuralı) hakkının iddia edilemeyeceği kaidesi vardı ve bu kaide Talmudî kanunlardan çıkarılmıştı. Gerekçesi de vakıf mallarının belli bir sahibi bulunmadığından, kendileri için mücadele edecek kimsenin olmaması ve bu yüzden vakfın malları üzerindeki mülkiyet hakkının zamanaşımına tâbi bulunmamasıydı. Ancak buna karşılık Solomon b. Abraham şu tezi ileri sürmekteydi: “Bu zamanda hekdeşlerin varlıkları öylesine tertib olunmuştur ki, onların artık hazakah marifetiyle başkasının mülkiyeti altına girmesi imkân dâhilindedir. Bunlarda bağışlayanlar bellidir ve böylesi mülklerde hissesi bulunan ve havranın bilgisi ile bu mülkleri alan, satan ve takas eden atanmış hazinedarlar vardır. Yani artık bu mülkler sahipsiz değillerdir.” Solomon b. Abraham’ın bu “içtihad”ından sonra, hazinedarlarca idare olunan tüm hekdeş mülkleri bakımından bu hüküm uygulanmaya başlandı.
Talmud sonrası dönemde hekdeş, Yahudi hukukundaki “şahitlik” kurallarında vuku bulan ilginç bir gelişmenin merkezine oturdu. Talmudî zamanlarda kaide, münakaşa mevzûu meseleyle bağlantılı olan veya ondan çıkarı bulunanların, o meseleyle alâkalı şahitliklerinin geçersiz sayılması yönündeydi. Bu yüzden de kasaba ahalisinden bir kişi, o kasabanın mal ve mülklerini ilgilendiren bir konuda şahitlik yapamazdı; ta ki o mülklerle arasında en ufak bir illiyet bağının kalmadığını isbat edene kadar. Bunun için de 11. Asır gibi oldukça geç bir tarihte, belli bir sinagogda ibadet edenlerin, o sinagogun yararına vakfedilmiş mallar hususunda şahitliklerinin geçersiz sayılacağına hükmolunmuştu. Yahudilerin genel yararını gözeten ve cemaatlerin bir bütün halinde alakadar oldukları bu tür kuruluşların sayılarındaki hızlı artış neticesinde (Bu “hızlı artış”ta da yine İslâm’ın etkisini görmemek mümkün değil), böylesi birliklerin menfaatlerini içeren konularda bu yasağa riayet sürekli artan bir yük halini almıştı. Bunun sonucunda da yeni kurallar, yani takkanah (Rabbilerin mevcut bir hükmü yeniden yorumlaması)ihdas edildi; mezkûr şahitlikler geçerli kabul edilmeye başlandı. Çünkü “amme meselelerinde eski kural mer’î kalırsa, herhangi bir davada şahitlik edecek kimse bulunamayacaktı.” Kamuyu alâkadar eden davalar çözümsüz kalmaya mahkûm olacaktı.
İbrani vakıflarında genel olarak gördüğümüz, bu kurumların, menşei ilahî olsa da, hayırseverlikten ziyade Yahudilerin kendi aralarında bir dayanışma örfünün bir tezahürü haline geldiğidir. Her Yahudi’nin, o devirlerde üç yılda bir malının onda birini zedaka adı altında bu tür hekdeşlere vermesi oldukça kuvvetli bir âdetti ve vermeyen kınanırdı. Hâlbuki vakıfta aslolan, insanların hür iradesiyle ve dünyevî bir menfaat ummayıp tamamen karşılığını “müteal” bir varlıktan bekleyerek mallarından ebediyet feragat etmeleridir. Değişik usullerle, Hz. Süleyman (AS)’ın temelini attığı İbranî vakıflarını sulandırmış ve kendi dünya ve mal merkezli mizaçlarına uygun hâle getirmişlerdir. Belki ölü bir beden gibi şeklen orta yerde durmuşlar, ama ruhlarının kaybettikleri için gerçek mânâda içtimaî fayda artık sağlayamamışlardır. Musevîliğin Yahudiliğe dönüşümünden İbranî vakıfları da nasiplerine düşeni almışlardır.
(İbranî Vakıfları konusundaki Ana Kaynak: Jewish Virtual Library) Baran Dergisi 432. Sayı