Hakikati değil, kendileştirecekleri bir hakikat arıyorlar, gerçekliğin sadece kendi menfaatlerine olan kısmıyla meşguller. Eğer hakikate ulaştırmıyorsa hatta uzaklaştırıyorsa gezegenleri fethe çıkmanın anlamı ne?
İnsanın değeri ilgi duyduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Zira ilgi duymak hatta anlamak, asla kendini başkasının yerine koymak değildir. “Ahmak insan ruha yorgunluk verir” doğrusuna misal; dokunduğu her şeyi yoran, tahammül edilmez birine tahammül etmek hiç değildir…
İki insanın hayatı mânâlı kılan, anlamını artıran daha büyük bir gerçeklikte buluşmasıdır, öncelikle de hakikat, feraset ve “bilgi” mefhumlarıyla alâkalıdır. Bilgi ise her zaman hem bir tecrübe hem de bir ruhî dönüşümdür.
“Suretler olmadan mânâlar asla tecelliye gelmez” doğrusu, bağlamında söylersek; formdan düşünceye ve tutkuya yürüyebildiğimiz nisbette eşya gerçek haline bürünecek, ona duyduğumuz sevgi nisbetinde oluşumunu tamamlayacaktır. Dolayısıyla her an yeniden yaratılan ve daimî bir devinimle hayat bulan suretler âlemini düşünce yoluyla birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmek için insanın da öncelikle içine yönelmeyi öğrenmesi, ruhî kavramları kullanmayı bilmesi, kendisini mânâdan mânaya sürükleyecek, motive edecek “motif”leri tanıması gerekir. Zira dışımızdaki dünya, içimizdeki dünyadan ayrı değildir...
“Amellere niyetlere göre hükmolunur” ölçüsünde de işaret edildiği gibi, nihayetinde her ruh niyet ettiği, seyrine daldığı, arzuladığı ve bulduğu şeydir. Hakikatleri bulundukları hal üzere bilme becerisi de, ruh dünyasında niyetleri formlara dönüşmüş şekilde görebilecek bir konuma yerleşebildiği kadardır. Zira insan şuurunda olsa da olmasa da, her zaman, her yerde bütünüyle var olan Allah’ı arar. Allah’la insan arasındaki ilişki bir ibadet ilişkisidir ve “İbadet sanattır…” Sanat da Allah’ı aramak, O’ndan geldiğini ve O’na döneceğini hatırlamaktır. “Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsü bağlamında söylersek; bir şeyi güzelleştirmenin tek yolu onu sevmektir. Sanatın ve âlemdeki bütün güzelliklerin temelinde, bu sevgiyi görünür kılma arzusu yatar. Dolayısıyla hem bu dünyadaki hem de öteki dünyadaki hayatında herkes, cezb edilmişlik duygusu içinde Allah’a, Resûlüne ve sevdiklerine olan inancı kadardır, insanın gerçek haline bürünebilmesinin tek yolu budur. İnancı olmayan, sadece dünyevî kavramlara sığınan ve bunlardan medet uman insan ise, o pek güvendiği bilimsel metodun, Allah’a çıkan yollardan biryol olduğunu göremeyecek kadar kör, insan olmanın ne büyük bir nimet olduğunu bilmeyecek kadar hakikatten uzak biridir. Bildikleriyle övünmesi boşunadır, düşünceleri sun’î, duyguları kabadır, nefsin arzularından öteye gitmez… Şöhret kazanmaktan, itibar açlığını gidermekten, ruhu öldüren para yığınına sahip olmaktan başka bir gayesi olmadığı için, vizyonu da yoktur.
Dolayısıyla önemsediğimiz pek çok felsefeci aslında zihnen sığ, öğretisi de yetersizdir. Kuru aklın kuru bilgisi idrak yollarını kapattığı için, asılla teferruatı, gayeyle vasıtayı karıştırmış durumdalar. Benliklerini teslim almış kavramlara, teknik ve felsefî terimlere sahip olmayı, beyinlerini bunlarla doldurmayı, ilim adamlığı olarak telakki ediyorlar. “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” gibi bir kaygıları olmadığı için, düşündükleriyle söylediklerinin farklı olmasından, bildikleriyle amel ederken, bilmediklerinin cezasını başkalarına çektirmekten hiçbir rahatsızlık duymuyorlar! Tek kaygıları var: Hakikate eş tuttukları antik bilgiyi tüm orijinalliği içinde yeniden üretip belirli düşünce kalıplarına taşımak, ruha dair her şeyi dışarıda bırakan teknik bir formül içine hapsetmek; ancak bu şekilde rahatlayabiliyorlar! Ne kadar şuurundadırlar bilinmez ama kapitalist sisteme en muhalif görünenlerin bile düşünceleri ideolojik olarak zararlı, yapmacık, bütünlükten ve samimiyetten mahrum… Düşündükleriyle söyledikleri farklı… Fikirlerini sanki denetiminden sorumlu oldukları kapitalist sistemin kusursuz biçimde çalışmasını engelleyecek her tür düşünceyi daha doğmadan kaynağında boğmak için kullanıyorlar… Sesleri o kadar çok çıkıyor ki, kendilerinden başkasını duyacak halleri yok... Hakikati değil, kendileştirecekleri bir hakikat arıyorlar, gerçekliğin sadece kendi menfaatlerine olan kısmıyla meşguller. Kapitalizmin kendiliğinden yayılması için en büyük fırsatı aslında kendilerinin sağladığının farkında değiller! Oysa her “ilerleme” kendilerini hakikatten biraz daha uzaklaştırıyor. Bu sebeple, asıl sorulması gereken soruyu bir türlü kendilerine soramıyorlar: Eğer hakikate ulaştırmıyorsa hatta uzaklaştırıyorsa gezegenleri fethe çıkmanın anlamı ne?
Böylesine boğucu bir maddecilik kültürünün bataklığında yetişen insanda cesaret, adalet, feragat, sadakat ve fedakârlık gibi asil duygular gelişmez; ilmi cehlini alsa da ahmaklığını almaz, bilgisi artsa da bilgeliği artmaz. Çünkü “Keşfi olmayanın bilgisi yoktur.” Gaflet, yanılma ve unutma ruhunu sardığı için keşf ve görüşü kısalmış, ilmi işlerin iç yüzünü idrakte âciz kalmıştır. Dolayısıyla, ölü bir dilin içinden konuşan bu tür felsefecilerin ciltler dolusu sunduğu analiz ve yorumlardan çok daha fazlasını ve sağlıklısını, bedahetlerle iş gören, duyguları zengin, dolayısıyla düşünceleri de zengin bir insan çok daha zahmetsizce sunacaktır. Zira hakikat cüz’i değil, Külli Aklın emrindedir... Tüm akıl ve bilgi de, İbdaî bir kaynaktan yayılan ve var oluşa ait tüm keyfiyetleri içinde barındıran tecelli nurunun içindedir. İnsanın Külli Akıl’a ait melekelere ünsiyet kesb etmesi de tecelli nuruna iştiraki nisbetindedir, tecelli nuruna iştiraki de Allah’a, Resûlüne ve onların sevdiklerine sevgisi kadardır. Sadece fizikî kavramlara dayanan, mihraksız tüme varımın zafiyetiyle malûl bilimsel metoda güvenen insan ise henüz gerçekleşmemiş olanı var olmayanla karıştıran, görebildikleriyle göremediklerini temsil eden renk körüne benzer ki; Külli Akıl’a ait melekelere ünsiyeti olmadığı için eşyayı yerli yerine koyamaz. İç âlemindeki dizginsiz vahşete gem vuramaz.
Paul Valery’a göre, “Antik Yunan modern zamanların en büyük icadıdır.” Antik Yunan aslında sadece modern zamanların değil, Hellenistik dönemden postmodern zamanlara; Parthenon’dan Hollywood’a kadar, Batı’ya ait tüm zamanların en büyük icadıdır. Çünkü Batı kültürünün geçtiği tüm aşamalarda zihin hali pek değişmemiş, yeryüzünü bir ganimet olarak gören insanın dünyaya ve insana bakışında bir farklılık olmamıştır… Her döneminde ürettiği “yeni”nin kabuk kısmını sıyırdığımız zaman içine ustaca gizlenmiş, gerçekle bir tuttuğu antik bilgiyi bulacağınız kesindir… Aralarında yüzlerce hatta binlerce yıl mesafe olan düşünce yapıları, sanat sistemleri, şaşırtıcı biçimde özdeştir. Aynı benzerlik, Pagan ve Hristiyanlık; Rönesans ve modern zamanlarda da, “kendin yap, kendin tap” tarzıyla inançlar düzeyinde devam eder; yitik dinî hayatın yerine, “Özel Tanrılar” ikame edilir, manevî âlem sanki maddî âlemin müştemilatı gibidir. Tanrıyı insanlaştıran da, insanı ilahlaştıran da, Tanrıya kendisi sebebiyle değil, kendileri sebebiyle; “antik putpereslik”e duydukları hayranlık sebebiyle tapınırlar.
Din-bilgi kilisenin, modern zamanlarda ise “akademi”nin tekelindedir ve güç aracıdır.
En tepeden en dibe kadar papalık zinciri, ilahî kavramları kullanarak insanları etki altına almanın, üstünlük taslamının, ilahî hâkimiyeti kendi uhdesine alarak günahları affetmenin, dilediğini cennete, dilediğini cehenneme göndermenin aracıdır. Ne var ki kaba ruhlu, şiddete yatkın, yalancılığa ve kötülüğe tutkun bu insan modeli bunlarla da yetinmeyecek, ilahî hakikati karartıp, ortaya çıkmasın diye yeni yasalar ve doktrinlerle, üstünü örtecektir. Zira “Güçlü olan haklıdır” tezini meşrulaştırmanın tek yolu, “cambaza bak cambaza” misali, hedef saptırmaktır; soygun ve işgalin üstünü medeniyet bahşediyoruz, demokrasi getiriyoruz yalanıyla örtmektir. Böylesine kirlenmiş, kokuşmuş bir toplumun insanı “gerçek” bir insan olabilir, insanları gerçekten sevebilir, dünyayı güzelleştirebilir mi? Hiç zannetmem. Çünkü bir şeyi güzelleştirmenin tek yolu onu sevmektir. Oysa bu insan modeli sadece kendini seviyor, kendine hayran. Dolayısıyla, Tanrıyı kendi yarattığı âlemden tahliye ettikten sonra, yeryüzünü hatta gökyüzünü kendine itaat ettirmeye, yani kâinatı yeniden yaratmaya soyunan modernizm ve bu kültürün insanı, öyle durup dururken, hüdai nâbit misâli bir anda ortaya çıkmış değildir; arkasında Hellenistik dönemden beri devam edegelen ahlâkî ve kültürel bir birikim vardır. Velhâsıl Antik’i, Orta Çağ’ı, Rönesans ve moderniyle tüm Batı tarihi, sanki; “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti de olamayacağının”, bunlardan birincisinden mahrum olmanın ikincisinde de yetersizlik anlamına geleceğinin de tarihidir.
Ne yazık ki, İslâm dünyası olarak biz de bu “karanlık kıta”nın tarihinden ve kültüründen payımıza düşeni fazlasıyla aldık... Uzun süre boyunca dayatılan bu kültür, ruhlarda hiçbir istinad noktası bırakmayacak biçimde kendi duygularını üretti, kendi dünyasını yarattı… Bu kültüre uygun düşünce kalıpları ve davranış alışkanlıkları edindik… Batılı gibi davranmaya ve davrandığımız gibi hissetmeye başladık, kendisi yenilendikçe duygularımızı da kendi içinde yenileyen imanımız zayıfladıkça, bir bütün olan âlemle de bağımız koptu, kendi hazinemizin dilencisi konumuna düştük, sürüleştik. Artık tek başımıza doğru yolda yürümektense, modern kültürün biçimsiz yığınlara dönüştürdüğü kalabalıklarla birlikte yanlış yolda yürümek, hayatı yaşayarak öğrenmek yerine, ölü kabukları itibariyle tanımak daha çok işimize geliyor! Çareyi hala vahşiler sürüsünün barınağı, her türlü kötülüğün kaynağı, basit ve devşirme ruhların sığınağı, yozlaşmış ve soysuzlaşmış bir kültürde arıyoruz. Oysa bir bütün olan âlemi düşünce yoluyla birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmemiz, âlemdeki düzen ve âhengin bozulmaması, kalıcı olabilmesi için, insanın da bütünün arayışı içinde olması ve bütünün düzeni için bir çaba sarf etmesi gerekir. Böyle bir çaba içinde olmayan ve teknik oyuncaklarını fazla ciddiye alan insan değersizdir. Yaşanmaya değer hayatın arayışı içinde olmak yerine kendi yaşanmaya değerini icad ederek yaşar. Balık hafızalıdır, aklın tutuculuğundan kurtulamadığı için yolunu aydınlatacak bilgi hafızasında yer etmez, aklı Kadir-i Mutlak kabul edip tabiata tapınır. Her şeye nüfûz edip hayat veren, tüm akıl ve bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabule istidadı yoktur; inancın gıdası olan formları tanıyamaz, onlardan bir heyecan ve temaşa zevki duyamaz. Zira bu formu kazanabilmek, bu vizyona sahip olabilmek için inancın hayata dâhil olması, ruhî hayatımızdaki dönüşüme, şuur seviyemizdeki değişimin karşılık vermesi, yani inancın eyleme dönüşmesi gerekir. Çünkü, “insanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “iman ettik” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar” ölçüsünde de işaret edildiği gibi, inanç yalnızca inandım demekle olan-biten bir şey değildir; hakikate duyulan aşktır; ilgiyi, istemeyi ve amel etmeyi gerektirir, bu ruh hali de her türlü şüpheyi şuurdan uzak tutar, itikadı güçlendirir, itikad tam olduğu zaman da itiraza mahal kalmaz. Dolayısıyla mutlak olan ve unutulmaması gereken bir şey varsa o da şu: Mutlak Fikir’den hareketle kurulacak bir devleti, ancak üstün bir yaradılışa sahip fertlerin kurabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir.
Aylık Dergisi 179. Sayı, Ağustos 2019