Çok uzun süre bir yerde kapalı kalıp çok fazla insanla temas etmediğinizde dikkatinizi belli şeylere teksif etmek zorunda kalabiliyorsunuz.
Yorgun argın merdivenleri iniyordum. Şair merdivenleri ağır ağır çıkmaktan bahsediyordu, ben inerken bundan daha ağır iniyor olabilirdim. Bazen aklınıza muhteşem olduğunu düşündüğünüz fikirler gelir, mesela yeni bir iş kurmak gibi; ama biri çıkar ve size piyasadan ve risklerden bahseder, o muhteşem fikirleriniz iskambil kâğıtlarından bir kuleymiş gibi yerle bir olur.
Kafamda bazı şeyler vardı ve sonu yokmuş gibi gelen merdivenleri iniyordum. Yanımdan koşa oynaya çocuklar geçti. Benim aklıma onların neşesi yerine düşüp bir yerlerini yaralayabilecekleri geldi. Elimde değildi, bu bana birkaç zamandır musallat olmuş bir hâl gibiydi.
Çok uzun süre bir yerde kapalı kalıp çok fazla insanla temas etmediğinizde dikkatinizi belli şeylere teksif etmek zorunda kalabiliyorsunuz. Ben de bütün dikkatimi insanlar üzerine yoğunlaştırmıştım. Bu benim için bir süre sonra mecburiyet gibi olmuştu. İnsanların en küçük hareketlerini bile takib etmeye başladığınızda ve bu hareketlerin sebebleri üzerine düşündüğünüzde insanlar hakkında fikirleriniz de tabii olarak değişiyordu.
Uzun sayılabilecek bir süre hastanede kalmıştım. Bu belli bir dereceye kadar birçok şeyden tecrid edilmek ve mahrumluğu da içeriyordu. Hayatta rahatlıkla sahib olabildiğiniz şeylere birdenbire ulaşma imkânınız kısıtlandığında kendinize bu türden meşgaleler edinmek zorunda kalıyordunuz; kitablar, televizyon ve radyo sizi belli bir noktaya kadar avutabiliyordu. Eğer uzun süre insanları takib ederseniz artık onlar sadece birer insan değil, kafanızda kodladığınız birer fiil ve harekete dönüşüyorlardı. Ben de aynen böyle yaptım. İnsanları belli yaftalarla kodlamıştım, şu titiz, bu eyyamcı, öteki mızmız, beriki açgözlü. Onlarda başka duygu ve fiillere yer yokmuş gibi, benim onlara dair fikirlerimden ibaretlermiş gibi davranıyordum. İnsan bir süre sonra buna kendini o kadar kaptırıyor ki, artık insanların benim fikirlerimin dışında hareket edemeyecekleri ve yeni hiçbir alışkanlık edinemeyecekleri inancına kapılmıştım. Hatta bu, bende sabit fikir haline gelmişti. İnsan aslında sabit fikirlerden ibarettir. Hatta dünyayı bu sabit fikirler yönetiyor bile diyebilirim. Belli bir alışkanlığınızı ele alın sizin için vazgeçilemez olan bu alışkanlığın tersine hareket eden herkese karşı bir peşin hükmünüzü koymadan hareket etmediğinizi görürsünüz. Oysa insanı insan yapan şey her insanın birbirine benzediği kadar birbirinden ayrı olduğudur; insan parmak izi gibidir. İkiz kardeşlerin bile derin farklılıkları vardır.
Sonbahar yazın izlerini silerken, rüzgârlar yumuşak süpürgesiyle artakalanları toplayıp götürüyordu. Böyle günlerde insanlar alışkanlıkla giydikleri hafif giysilerle gün içinde oturup güneşin tadını çıkarırken ikindi vakti çıkan serin bir rüzgâr, onları hazırlıksız yakalayıp havaya nasıl aldandıklarına şaşırırken yakalar. Hiç sevmem. Yaz insanıyım. Fakat yazın o bunaltan sıcaklarında da böyle serin havaları aramaktan geri durmam. Yeni hissetmeye başladığım hürriyetimin tadını çıkarmak için deniz kenarına gidip oturmayı düşünüyordum. Serinlemeye başlayan havaya aldırış etmedim. Ufukta kara çehreleriyle toplanmaya başlamış bulutları görmek de beni bundan alıkoymadı. Nihayet bin bir derdin yükünü taşımış ve sırdaşlığını yapmış merdivenlerin son basamağına geldiğimde araba kornaları ile kirlenen caddenin kenarında durup hangi tarafa gideceğime karar vermeye çalıştım. Salacak kalabalıktır şimdi, diyordu içimden bir ses bana, ama ayaklarım benimle bir inadı varmış gibi, almış başını o yöne doğru gidiyordu. İnsanların inatlarının mahsulü olması gibi bir durum bu. Kötü alışkanlıklarım vardı. Ben de şikâyet ettiğim şeylerden çok uzak duramıyordum. Gürültüden nefret ediyordum, insanların konuşmalarından, çiğnedikleri sakızdan, yemek yeme şekillerine kadar bir sürü rahatsızlılarım vardı. Bunları bazen dile getirir, bazen sadece oradan uzaklaşmakla yetinirdim. Çünkü insanların başkalarının rahatsız olduğu şeyleri zevkle sürdürme gibi bir huyları var. Ben de kelamın kifayet etmediği yerde mevzii terk ederek kendimi ve aklımı korumaya çalışıyorum.
Caddeden karşıya geçmek için durduğumda insanı bütün seslerden tiksindirecek kadar kötü bir korna sesiyle kalakaldım. Bütün arabalar uzun bir kuyruğa sebeb olan trafik ışıklarının emrine sessizce itaat ederlerken tam önümdeki lüks arabanın sahibi diğer arabalar kendisine inat bekliyorlarmış gibi kornaya basıyordu. Arabaların arasından karşıya geçmeden evvel şoför camına vurdum. Arabası kadar lüks adam camı açtı ve kendisine çok önemli bir haber verecekmişim gibi bana baktı.
“Stop lambanı kırmışlar.” Ben yolun karşısına geçerken, o da arabadan dışarı fırladı. Belli ki arabası kıymetliydi. Stop lambasının gerçekten kırık olmasını dilerdim. O ân başlayan korna sağanağı ile dönüp arkama baktım, ışık yanmış ve arabanın önü boşalmıştı, artık bütün sürücüler adama hem bağırıyor hem korna çalıyorlardı. Adam hâlâ kırık stop lambasını ararken başını kaldırıp “Hani nerede?” der gibi bana baktı, fakat diğer şoförlerden sinkaflar gelmeye başlayınca söylene söylene direksiyona geçip yoluna gitti. Arsızlara her zaman böyle anında karşılık verilse acaba bir şeyler düzelir miydi?
Bazı insanlarla aynı hayata aynı pencereden bakamazsınız, bazılarıyla aynı pencereden baksanız da aynı şeyi göremezsiniz.
Ben ise hemen hiç kimse ile aynı şeyi göremediğime emindim. İnsanların yanı başlarında çok rahatsız edici bir sese katlandıklarını gördüğüm hâlde çok basit şeyler için arıza çıkarabildiklerine şahid oldum. Sadece görünüşünü beğenmedikleri için bir insana kindar bakışlarla bakmak hatta yanındaki birine imalı sözlerle o insanı yermek gibi. Ben de böyle insanlardan müthiş rahatsızlık duyarım. Kendi dünyalarını yegâne ve vazgeçilmez olarak görüp benliklerini başka hayatların da merkezi hâline getirmeye çalışan bu insanlara hayatlarının zaten bir halt olmadığını başka sözlerle ifade ettiğinizde sizinle kavgaya tutuşmak için kolları sıvamaya hazırdırlar.
“Sabri? Sabri?..”
Mahallenize girersiniz, burası sanki kendi dışındaki âlemle hiçbir bağı, alakası yokmuş gibi kendi hâlinde ayrı bir dünya gibi yaşar gider. Yaşama gayesini hiçbir ulvi şeye, kıymete dayandırmayanların yanında, yaşamasının gayesini bir defa bile düşünmemiş insanlar vardır. Bunlar sanki doğuştan bu gaye onların bünyelerine yerleşmiş, kaderlerine yazılmış, genetik kodlarına işlenmiştir. Ne için yaşıyorsun sorusuna iki kelime ile cevab veremeyebilirler, fakat inandıkları bir hayatı yaşayarak sizden daha mutlu, daha az depresif, daha çalışkan, ama hiç kederli değillerdir. Eğer böyle bir kedere tutulacak olurlarsa da bunu öyle bir şekilde yaşarlar ki, bir büyük yazar onların hayatlarını yazar, iyi bir güfteci onların aşklarından şarkı sözü karalar, mutlulukları oyun havası olur… Diğer tarafta… Diğer tarafta yaşama gayesine savaş açmış ve bu insanlara ölesiye düşman bir topluluk vardır. Midem bulandı. Artık fazla düşünmek de bana iyi gelmiyordu. Zaten doğru düzgün düşünemiyor ve fikirlerimi bir noktada toplayamıyordum. Doktor ilaçlarımı düzenli almamı söylemişti: “Dışarıdaki hayata adapte olmak istiyorsan bu ilaçları düzenli almak zorundasın.” Başın mı ağrıyor, hap al kurtul, huzursuzluk mu duyuyorsun, hap al kurtul, endişe mi duyuyorsun, hap al kurtul… Mesele de budur belki, ben bu hayata adapte olmak istemiyorumdur. Çünkü ben hiçbir şeyin yedek parçası değilim. Hayat denen bütün içinde her insana belli bir vazife düşüyor olabilir, bana da belki “hata” olmak düşmüştür.
“İnsanlara selam ver, hatırını sorarlarsa onlara teşekkür et, üzüldüğünde bunları onlara karşı ifade et, bunlar normal bir insanın davranışlarıdır.” Doktorum kötü biri değildi, fakat verdiği tavsiyeler için şübheliyim. Bu onun aldığı modern eğitimin bir neticesi olabilir. İnsanlar laf olsun diye hatırımı soruyorsa, ilgilenmedikleri hâlde onlara niçin üzüntümü belli edecektim? Ve bırakın selam vermeyi yüzlerine bile bakılmayacak insanlarla aynı havayı soluyorduk. Benim bunlara değil, normalliğe ihtiyacım vardı, normal nedir, denilse tarif edemezdim ama bu değildi. Bundan eminim.
Evin kapısından içeri girer girmez, sağdaki odada hiç değişmeyen yerinde dedem daha beni görmeden seslendi: “Işıkları yak!” gözleri iyi görmüyordu ve bana hiç adımla hitab etmezdi. Odaya girdim ve ışıkları yaktım. Hemen hiç yanından ayırmadığı bastonu yine koltuğunun hemen yanındaydı. Yürümesinde hiçbir problem yoktu. Kibar efendisi bir adamdı, türünün son örneklerinden denilebilecek bir hayatı sürdürmeye devam ediyordu. Az sayıda kalan arkadaşlarıyla günün belli bir saatinde Üsküdar’da bir çay salonunda buluşurlardı. Kıyafetleri her zaman tertemiz, ayakkabıları cilalıydı. Artık kimsenin konuşmadığı arzda kelimeleri bütün harfleri seçilecek bir tonla konuşurdu. Kendisi ne kadar kibar efendisi olursa olsun, sert ve buyurgan bir tavırla konuşurdu. Eski bir avukattı. Çocuklarını da bu tavırla yetiştirmişti ve kendisinden sadece aile efradı değil, etrafı da korkardı. Kötü bir adam değildi, ancak bu sert tavrından asla taviz vermezdi. Ben de onun gibi mi yapmalıydım acaba insanlara karşı? Böylece sevmediğim ve istemediğim insanları kendime belli bir mesafede tutabilirdim. Ama onu taklid etmek zordu. İnsan içinde olmayan bir şeyi yapamaz. Gözlüklerini burnunun ucuna indirmiş gazete okumaya çalışıyordu. Onun ev hâli diye bir şey yoktu. Nasıl ki, insanlar dışarı çıkarken ayrı bir kıyafet giyer, evde ayrı kıyafet, o yataktan kalkar kalkmaz gömleğini ve ceketini giyer, eğer evde oturacaksa ceketini çıkarırdı, kırışmasın diye.
“Okula devam edecek misin?”
Başını gazeteden kaldırmamıştı bile. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Bunu düşünmemiştim. Daha yeni çıkmıştım hastaneden, bir cevab vermiş olmak için:
“Bilmiyorum.” dedim.
O zaman başını kaldırdı ve sert bakışlarını bana çevirdi. Bilmiyorum gibi bir cevab onun lügatinde yoktu anlaşılan.
“Bunu senden başkası bilemez değil mi?”
Bazı insanların sesi hiç yaşlanmaz. Dedemin sesi de öyleydi. Hemen şimdi başka bir cevab vermemi bekliyormuş gibi bana bakıyordu.
“Düşünmeye fırsatım olmadı, devam ederim, sanırım.”
Sanki bir buçuk yıl hastanede kalmamıştım. Nefes almak için insana bir fırsat verilmeli değil mi? Yüzünü buruşturdu. Gazetesine tekrar geri döndü. Bu benim için bulunmaz fırsattı. Sessizce odadan çıktım. Artık, insanlarla tabii şeyleri dahi konuşamayacak durumdaydım. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Kaçar gibi odama sığındım. Saatlerimi, günlerimi hiç sıkılmadan burada geçirebilirdim. Ama ev hayatında böyle bir şey mümkün değildi.
“Sabri! Sabriiii, Sabri?..”
Bu da benim imtihanım. Cevab versem bir türlü, vermesem bir türlü. Bütün insanlar kendileriyle konuşuyorlar mı acaba? Bunu kimseye sormaya da cesaret edemiyorum.
“Bir sıkıntı yok, bu her insanın başına gelir.”
Nasıl bir girdabın içine girdim, bilmiyorum, ama buradan çıkamıyorum. Hoş çıkmak istiyor muyum, o da meçhul.
Ertesi gün hava almak için dışarıya çıktım. Hava biraz daha soğumuştu. Rüzgâr nereden gedik bulursa tenimi jilet gibi kesiyordu. Uzun bir yürüyüş yapmak bana iyi gelecekti. Beylerbeyi tarafına doğru yürümeye başladım. Bu tarafta sahil İstanbul’un her yerinden daha başkadır. Yalnız kalmak için bir köşeye çekilmiş gibi kendi hâlinde sessizce durur. Hele Beykoz taraflarına gittikçe bütün bir sahil daha münzevi bir hâl alır. Ayrı bir güzelliği vardır. Dünyada müstesna bir köşeymiş, saklı kalmış vaatkâr bir tabiatın her ân yeni bir çehre ile kendine hayran bıraktığı uzayıp giden toprağın eteklerinde aldığınız nefes bile değişir. Bunu çok iyi bilirdim. Bir yatağa, bir odaya hapsolduğum o günlerde bunun hasreti ile yanıp tutuşmuştum. Yürüdükçe açılıyordum. Bugün o kadar iyi hissediyordum ki ilacımı bile almamıştım ve harika gidiyordu günüm.
Beylerbeyi’nde sahildeki o küçük parka gelince bir mola vermek istedim. Gerçekten nefeslenmek için güzele bir yerdi. Kalabalık değildi. Ama insanlar vardı işte. Bebek arabasıyla gelmiş bir kadın, kenarda oltalarıyla balık tutan üç adam, sağ tarafta okullu oldukları belli beş genç ve ilerideki bankta gazete okuyan bir ihtiyar vardı.
“Sabri!”
Bir ara güneş çıkar gibi oldu. Böyle serin havalarda güneşin altında oturmak kadar güzel bir şey yoktur. Kendimi zorlayarak güneşe baktım. Gözlerimi kapattım. Hayal etmek ve o hayal içinde yaşamak benim vazgeçemediğim şeylerden biridir. Bana her şeyden daha tatlı gelir. Fakat bu tatlı huzuru bozacak şey hemen gelir beni bulur. Bebek ağlamaya başlamıştı. Ve susacak gibi görünmüyordu. Gözlerimi açtım ve annesinin çocuğuyla ilgilenmek yerine elindeki telefona baktığın ve çocuğa hiç aldırış etmediğini gördüm. Ağlayan bir çocuktan daha kötüsü ona bakmayan bir annedir. Gençler gürültülü bir şekilde konuşmaya başlamışlar ve birbirlerine bağırarak kaba şakalar yapıyorlardı. Başımı güzel bir şey görebilmek için denizden tarafa çevirdim, oltacılardan biri neredeyse bana göstermek ister gibi ortalık yere sümkürdü. Bebek ağlıyor, gençler bağırıyor, oltacılar seyyar bir teypten yüksek sesle müzik dinliyorlardı. Hayatın ortaklaşa devam ettiği alanlarda kendilerinden başka kimse yokmuş gibi hareket eden bu insan türü ile hiçbir zaman uyuşamadım, uyuşmaya da niyetim yok. Hepsi beraber kötü bir koro halini almışlardı, bir ter boşandı sırtımdan, gözlerim karardı, yüzümü ateşler bastı, içimde kaynayan bir şeyler taşmak üzereydi, nihayet ayağa kalktım ve var gücümle:
“Susuuuuuun!” diye bağırdım. “Hepiniz bencil aptallarsınız, çocuğuna baksana kadın! Siz ne diye bağırıp duruyorsunuz haytalar! Siz de adam gibi balığınızı tutun, o kadar yüksek sesle müzik dinlemek zorunda mısınız?”
En son ihtiyarla göz göze geldim, gazetesini indirmiş korku dolu gözlerle bana bakıyordu. İçimdeki ateş söner gibi oldu. Daha rahat nefes almaya ve etrafımı daha iyi seçmeye başladım. Parka göz gezdirdiğimde, kafamın içinde tuhaf bir zil sesi çınlamaya başladı.
“Sabri!”
Gözlerim tekrar kararır gibi oldu. İhtiyarın korku dolu gözlerinden kurtulmalıydım. Bomboş parkın içinde etrafa deliler gibi bağıran bir delikanlı görmek onu nasıl da tedirgin etmiş olmalıydı. Arkama bile bakmadan kaçtım oradan merdivenleri çıkarken parkın kapısında biriyle çarpıştım, ama bu gerçek miydi bilmiyorum, sadece koşuyordum, arkama bakmadan koşuyordum.
Aylık Dergisi 187. Sayı, Nisan 2020