Gelenek, bir milleti diğer milletlerden ayıran, bir toplumu ortak dil, ruh ve anlayışta toplayan unsurdur. Milletler kendilerine vâzedilmiş adetlerle yaşar ve ayakta kalırlar. Dedelerin oğullarına ve torunlarına, torunların da torunlarına gösterdikleri ve anlattıkları her şey, toplumun aynı zamanda millet olarak bir direnişidir.
Nasıl ki, toplumun hayat tarzını belirleyen, şuur seviyesini ortaya koyan ve sanatını ortaya çıkaran anlayış, fikir ve hayat tarzı kültür ise, gelenek de onun kalıbıdır. Kültüre giden yolda yol göstericidir, kültürün geçmişle bağını koruyan kök unsurdur.
Geleneğin ayakta kalabilmesi ve yüzyıllara hitap etmesi de din ile bağını koparmamasına bağlıdır diyebiliriz. Böylece gelenek, İslâm'dan aldığı yetkilerle kendisini geliştirir; o ahlâkî tavır ile ayakta kalabilir ve topluma öğretici bir mahiyete bürünür. İslâm öncesi geleneğimiz ile İslâm sonrası geleneğimizde bariz farklılıklar olmuş, bu farklılığı İslâm ölçüleri nisbetinde hesaba çekerek geleneğimizi doğru tavır içerisinde gösterebilmişizdir.
Geleneğin nüveleri olan ilim, sanat, hukuk, politika, edebiyat, felsefe, tıp ve gök bilimleri vesâir bilgileri biriktiren ve nesilden nesile aktaran insanımız, geleneği zenginleştirmiş ve o topluma yenilikler katmıştır. Davranış biçimleri, ahlâk, anlayış gibi…
Geleneğe bağlılık vahye dayalı bir anlayışla piştiği için saygı duyar ve inanırız. Güzel hasletlerin anbean çıkıp hakikate yol olması gelenekle dinin bir arada olabileceğinin de göstergesidir.
Gelenekte devamlı bir akış, devamlı bir süreklilik vardır. Hem ahlâkî otoritesini dayatır ve dünyevîleşmeyi ise İslâm anlayışı neticesince durdurur. Vahiyden beslendiği için eşyaya bağlılığa da karşıdır. Doğu kültürüne baktığımız zaman bunu apaçık görüyoruz.
Elbette bunu mimarî eserlerimize olan bağlılığımızla da karıştırmamak gerekir. Köklerimizin resmidir onlar; su kemerleri, hamamlar, camiler, tekkeler, köprüler bizim kimliğimizdir. Bir mezar taşı bize sadece mezar taşı olduğunu hatırlatmaz; dünyanın geçiciliğini, hesap gününün olduğunu ve yaptıklarımızın karşılığını bulacağımızın da habercisidir mezar taşları... Biz bu yüzden bize bunları hatırlatan ölülerimize de saygı duyarız; yanından geçerken gürültü etmeyiz ve Fatiha okuruz. Günahlarının bağışlanmaları için dua ve niyazlarda bulunuruz. Hayırla yâd ederiz. Memleketimizde “gelenek” dediğimizde onu İslâm’dan, İslâm’ın kattıklarından ayrı düşünemeyiz; çünkü geleneğimiz İslâm’la yoğrulmuştur.
Geleneğe karşı olan bir anlayış, Topkapı Sarayı'nda bizlere emanet bırakılan tarihi eserlere de ihanet ediyor demektir. Onların nereden ve hangi badirelerle günümüze kadar geldiğini bilememiş, anlamamıştır. Allah'a şükürler olsun ki, bu gibi eserler bunlara emanet edilmemiş ve her nesilde bunları muhafaza edenler çıkmıştır.
Ayrıca bu değerlere sahip çıkmak onları “seviyorum”, “ziyaret ediyorum” demekle bitmiyor. Her ân o ruhu hissetmek, tarihin bize verdiği şuurla yaşamak, o tarihi tekrar şuur süzgecinden geçirip yeniden geleneğimize sahip çıkarak yeni anlayışlar ortaya koymak, zalimle küfür yeryüzünden kalkıncaya kadar savaşabilme istidadını gösterebilmekle olur. Bizim nereden ve nasıl geldiğimizin cevabıdır bu. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu'nun da dediği gibi: “Savaş ve sabır / sabır ve umut / umut ve zafer / savaşla zafer...”
Savaşlar olmasa medeniyetler olmazdı; kültürler olmaz, gelenekler bu kadar kalıcı durmazdı. Savaşların olmadığı toplumlarda geleneklerin de, dinlerin de, ahlâkın da yitirildiğini, “özgürlük”, “barış” vs. yalanlarla nice ahlâksızlığın yerleştiğini görmemiz mümkün. Zafer, bizim Allah'a karşı doğru ve güzel bir şekilde yaşayışımız olmalıdır. O zafer, savaşla, o savaş ise Allah rızası güdülerek sabırla olur.
Bugün geldiğimiz yer ise; maalesef Firavunların karşısına çıkmadan hakkı haykırdığını zannetmek. Şiirlerle, türkülerle bir meydanda toplanıp vicdanı rahatlatarak eve dönmek. “Kahrolsun ...” diyerek savaşı bitiriveriyoruz. Fakat “kahrolan” hep Müslümanlar oluyor nedense… Toplumun şimdiki algısında ise savaşı şiddetle karıştırmak var. Savaşı şiddet olarak görenler yaşadığı yere savaşla geldiğini de unutmuş demektir. Savaşmayı şiddet görenler, katliam görenler Şeyh Şamil'in, Cevher Dudayev'in, Şamil Basayev'in, Osman Batur'un, Çakal Carlos'un zalimlere karşı savaşını, Çanakkale Destanı'nı, İkinci Abdülhamid'in İslâm için İngilizlerle, Fransızlarla ve Yahudilerle savaştığını, Kudüs'ten Siyonistlere tek bir karış toprak vermemesini, Sultan Selim'in Şiilerle mücadelesini, Peygamberimizin müjdelediği İstanbul Fethi'ni, Tarık bin Ziyad'ın, Selahaddin Eyyübi'nin düşmanlarına karşı verdiği savaşını, Memlüklü Devleti’nin Moğol zulmünü bertaraf etmesini, Oruç Reis’in, Turgut Reis'in, Osman Gazi'nin ve Süleyman Şah'ın Bizans kâfirlerini yenmesini, Abdülkerim Satuk Buğra Han'ın, Sultan Alparslan'ın kâfire kök söktürmesini, mücadelesini unutmuş demektir. “Savaşa hayır” diyenler, zalimliğe evet demiştir. Zalimin zulmüne peşkeş çekmiştir. İslâm kahramanlarının mücadelesine ihanet etmiştir.
Bize miras kalan köklerimizi, kuru akıl ve yobaz bir tavırla kabul etmemek de, gelmiş geçmiş bin asırlık maziyi toprağa gömmek demektir.
Geleneği sadece hurafelerden ibaret sayan ve deist bir kafayla köklerini inkâr edenlerin bahanesini de “Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği vakit de: 'Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız' dediler” ayeti gösteriyor. Hâlbuki ayeti kerimenin atalarının batıl dini üzerine ısrar eden kavimlere söylendiğini görmezden geliyorlar. Bizler geleneğe uymakla aslında vahiy kültürünü yaşatıyor, medeniyeti ayakta tutuyoruz. Kadim medeniyeti muhafaza etmek değerlerimize sahip çıkmakla mümkündür.
Geleneği; durmak, olduğu gibi kalmak, hurafelere itibar etmek gibi algılamamak gerekir. Gelenek bağlı olduğumuz toplumu yönlendiren bir araçtır ayrıca. Mesela, aileyi oradan aldığımız fikir ile bütünler ve bir aile yaparız. Aile aynı zamanda bir toplumu da temsil eder; toplum ise o memleketin kimliğidir.
Gelecek, geçmişle olan yakınlığımız mesabesinde gelişir. Geçmişe bakarak ileriyi görürüz aslında. İstikbâle dönük ne yapılacaksa mâziden aldığımız dersi hatırlayarak yaparız. Mâzi bizim tecrübemizdir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun, Nasreddin Hoca'nın eşeğe ters binerek mâzi ve İstikbâle dair bizlere verdiği dersi açıklaması, mâziye nasıl bakacağımızı da değerlendiriyor: “Gözün görmesine ve görülmüş olanın hafızada resim olmasına nisbetle, hâl ve mâzi, gerçekleşmiş bir zamandır. Henüz gerçekleşmemiş ve mümkün olma özelliği ile var olan istikbal ise, görülmüyor özelliği ile, sadece akıl ve hayalde olarak, arka tarafımızdır. Gözün ön ve arkanın görünmüyor olması... Eşeğe ters binen Hoca, eşeğin 'lisân' ve torunun 'dil' ve dolayısıyla 'istikbâl' olmasına nazaran, istikbâlin lisân kasasında saklanışını da göstermiş oluyor... Normal şekilde eşeğe binmiş olsaydı, göz menzilin ötesi istikbâl olacak ve geçmiş arkada kalmış olacaktı. Ne var ki, 'yabanî eşek, lisân, istikbâl' mânâlarını bizde uyaran husus, eşeğe ters binmiş olmasıdır. Lâtifesidir.” (Ölüm Odası-57-sf:426)
Yol göstericimiz örflerdir. “İrfan” kelimesi ile aynı kaynaktan gelen örf, bize nasıl ve ne şekilde yaşamamız gerektiğinin de cevabıdır. Duygu nasıl ki öğretilemeden insanda oluşan bir şeyse, örf de öyledir. Gelenek kalıplarına uyarak insanda yetişir. Geleneğe itibar edilmeyen toplumlarda hikmet ışığının da yanmadığına şahit oluyoruz. Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin, Yunus Emre Hazretlerinin, Fuzuli’nin anlaşılmadığı toplumda hikmet ışığı ve zarafet yoktur.
Gelenek sorgulanabilir. Fakat vâzedilmiş irfanî kanunlar yok edilemez. Sorgulamak da irfanın temel taşlarından yola çıkılarak yapılmalıdır. Unutmamak gerekir ki, dini ayakta tutan geleneklerdeki inanış biçimleridir. Bâtıllar her ne kadar doğru olmasa da onları nefyederek doğruya inancı kuvvetleri bakımından kıymetlenir.
Modernizm ve post modernizm geleneği kabul etmez ve toptan reddeder. Bu reddetmenin arkasında yüzyıllık bir yozlaşma ve Batılılaşma yatıyor. Bir medeniyet inşa edemediği gibi var olan medeniyeti de kabul etmez. Eskiyi yok edici anlayışı, yeniliğe dair bir anlayışının da olmadığını ortaya koyar. Hâlbuki yenilik her ân gereken ve eskiyi tamir ederek üzerine bir şey katarak gelişendir. Bunun karşılığı olarak en iyi “ibda” diye ifadelendirebiliriz yeniliği. Bu kelimede hem ilk defa ortaya bir şey çıkaran manası, hem de estetik manası yatar. Geçmişe baktığımızda da bunu görebiliyoruz: Endülüs'te yapılan herhangi bir eser hem ilktir hem de estetiktir. Dayanağımız olmadan geleceğin inşa edilemediğini de anlayabiliyoruz. Dayanağımız gelenektir, yani mazimizdir.
Asırlardır pişerek ve süzülerek, binlerce âlimin, yüz binlerce kitabın süzgecinden geçerek günümüze gelen İslâmî birikim ve medeniyet, nedense son yüzyılın modern deist yazarları ve hocaları elinde unufak edilip yüz sayfalık bir kitap haline getirilmeye çalışılıyor. Günümüz toplumunda bu konularla ilgisi ve bilgisi olmayanlar ise modern hocaların kafasıyla peygamberi postacı gibi göstererek sadece tebliğci kılığına sokma derdindeler. Edip Yüksel, Mehmet Okuyan, Mustafa İslâmoğlu, İhsan Eliaçık, Emre Dorman, Abdülaziz Bayındır, Yaşar Nuri Öztürk gibiler ve bunların çevresinden yetişenler, Kur’an’ın anlaşılmaması için uğraşmakta, Hadisi Şerif’leri inkâr etmekte, geleneğe ait her ne varsa onları yıkmak için çalışmakta… İmam Buhari Hazretlerine küfreden bu ahmak takımının elbette nasıl oruç tuttuklarını, nasıl namaz kıldıklarını, nasıl hac ettiklerini merak ediyoruz.
Binlerce âlim, ilmi süzgeçten geçirmiş, en ince ayrıntısına kadar dikkat etmiş, hesabını verememenin korkusu içinde hareket etmiş ve eserlerini “Allah-u âlem” diyerek bitirmiş. Bu kadar ince anlayışı kenara bırakıp da, ilmi, modernitenin birkaç kitabından anlamaya, özümsemeye çalışmak küstahlıktan, ahmaklıktan, cahillikten başka ne olabilir ki?
Tarihî kimliğimizi bu kadar tarihî eser ve mekân içinde bulamamanın acziyeti de ne kadar acı. Bu bunalımı gelen turistlere tarihimize kapı aralarken yaşıyor ama hissetmiyoruz. Onlar bakıp görüyorlar, biz ise sadece bakıyoruz.
Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi, “Millî kültür zırhı giymemiş zümrelerin” bu vatana ve geleneğe küfredeceği daha çok meselesi vardır.
Meselenin bir diğer tarafında ise bu millete geleneğini iyi anlatamazsan, iyi yansıtamazsan, Ayverdi’nin deyimiyle tarihi, medeniyeti, dini, irfanı, an’anesi ile bir bütün olan bu milletin kal’asından taş indirmeye çalışanlar, geride ne dil bırakır, ne tarih bırakır, ne örf bırakır ne de millet bırakır.
Cemiyete hiçbir şekilde faydası olmamış gelenek düşmanlarının verdiği zararlar, sanatın, tarihin, ilmin ve irfanın iğdiş edilmesine büyük katkı sağlamış olanlardır.
Cemiyetin düzelmesi ve millî şuurun selameti için önce cemiyetin ahlâkını bozan bu gibi zümrelerin ağzı kapatılmalı, bu vatan toprağında cirit atıp ahlâksızlık yapanların ve din düşmanlarının her türlü yolu engellenmelidir; bunlara söz hakkı tanınmamalıdır. Bu müptezeller rahatlıklarının ve haddi aştıklarının farkındalar ama biz Müslümanlar neyi kaybettiğimizin ve ne yapılması gerektiğinin farkında değiliz. Allah sonumuzu hayretsin. Âmin.
Baran Dergisi 447. Sayı