Osmanlı’nın aşk ve vecdini kaybetmeye başlamasıyla girilen gerileme devri, Müslüman milletimizin öz mekânı olan Anadolu’ya hapsedilmesine ve nihayetinde öz yurdunun işgal edilmesine kadar vardı. 1919’da millî mukavemet cephesinin teşkiliyle, İslâm şehidlerinin kanlarıyla yoğrulan, kuru bir toprak parçasından öte bir mânâ olan Müslüman Anadolu, Din-i Mübin-i İslâm için canını vermekten imtina etmeyen serdengeçtiler eliyle kurtarıldı. Fakat Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “madde plânında”ki bu kurtuluşun ardından gelen yine Üstad’ın tabiriyle “mânâ plânında” helak oluştu.
Hilâfetin ilgası, tekkelerin ve medreselerin kapatılması, ezanın Türkçeleştirilmesi, camilerin ahıra çevrilmesi, vakıf mallarına el konulması, Müslüman millete âdeta bir deli gömleği gibi Batı kisvesinin giydirilmesi, Tevhid-i Tedrisat ile eğitimin köksüzleştirilmesi, Batı’dan aparma hukuk ile İslâm hukukunun bertaraf edilmesi… Tüm bunlara karşı direnen Müslümanların dar ağaçlarında sallandırılması… Ve lâiklik… Baştanbaşa bir hayat nizamı vaz eden ve bu hâliyle hâkim olmadığı yerde varlığından bahsedilemeyecek İslâm’ın vicdanlara hapsedilmesi ve Müslümanların öz yurdunda parya hâline getirilmesi…
Kendi eliyle kazandıkları savaşın mağlubu olmuştu Müslümanlar! Ne diyordu her satırına bir kitap yazılacak “Aydınlık Savaşçıları -Moro Destanı-”nda Salih Mirzabeyoğlu:
“Kurtuluş Savaşıyla kurtardıklarımız
birlik oldu birlikte savaştıklarımızla
-bedeli ihanet oldu kanımızın-
kara bir bulut gibi
kapkara düşünceyle
-kiralık düşünceleriyle-
“giydiler çıkardıkları çizmeleri”
emperyalistlerin.
efendi olma hevesiyle
silahları bize döndü”
1930 yılında gerçekleşen ve Müslümanların öz yurdunda parya hâline getiriliş maksadını ve nihayetini mütalaa eden bir hadise:
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşunun üzerinden beş-altı ay geçmeden Ankara'ya giderek M. Kemal’e gerici unsurların partiye akın ettiğini ve buna hâkim olamayacağını, bunun sebebinin ise Müslüman halkı dışarıda bırakmak olduğunu söyleyip partiyi kapattıran Ahmed Hamdi Bey (Başar)’in lâiklik tartışmaları etrafındaki “Bizce lâyiklik tabirinden anlayacağımız mâna, din ile dünyayı ayırmak değil, dinin ayrı bir sınıf elinde olarak dogmalaşmış esaslara bürünerek dünya işlerini tahakkümü altında bulundurmasının önüne geçmektir. Lâyiklik inkılâbı adına ne yapıyorsak, hepsini İslâm olduğumuz halde yapabiliriz. Fakat eğer, din ile dünyayı ayıracağız dersek, İslâmlıktan uzaklaşmış, dinsizlik yapmış oluruz. Hıristiyanlık dünya işlerinden uzak yaşayabilir, İslâmlık ise yaşayamaz.” çıkışına yükselen itirazlar şöyleydi:
“Hamdi Bey, âdeta yeni din yahut İslâmlıkta Reform yapalım demek istiyor. İnkılâbımızın maksadı tamamen bunun haricindedir. İslâmlık devrini yapmış, fayda ve zararlarını ortaya koyarak eskimiş, ömrünü bitirmiş bir şeydir. O müesseseyi ne korumaya ne de yeniden bir aşı yaparak gençleştirmeye niyetimiz yoktur. Zaten böyle bir teşebbüs, kurumuş eski ağaca hayat vermeğe çalışmak gibi beyhudedir. Hamdi Bey’in yaptığı bütün bu teviller dini yeni kalıplar altında yaşatmak olur; buna yeni Türk devletinin yardım etmesini istemek olur.”
Yâni lâiklik dinsizlikten başka bir şey değildi, maksad Anadolu’yu İslâmsızlaştırmaktı, “Türkiye şeyhler, dervişler ve müridler memleketi olamaz”dı. Genç cumhuriyet işte bu temelde yükseldi…
Oysa memleket her zora girdiğinde canını ortaya koyan da o şeyhler, dervişler ve müridlerdi…
Ve bir gün emaneti olanı geri almaya mutlaka geleceklerdi… “Onlar” ise sağır uykularda;
“Bilemediler dağın, taşın
açan tomurcuk, uçan kuşun
ak öfke kesileceğini...
bilemediler her inançlı
bir kıvılcım taşır
böyle günlere...
bilemediler yalnız "mutlak hakim"e
bağlılığımızı
-yalnız ona kul ona eğileceğimizi-
bilemediler oy
kadın, ihtiyar
genç, çocuk
her can bir siper olup
burç burç
direneceğimizi!..”
***
Aradan neredeyse 100 sene geçti. Müslüman’a zorla Batı gömleği giydirilerek Batılı yapılamayacağı, dinsizlik zehri zerk edilerek İslâm’dan döndürülemeyeceğini tüm acı tecrübeler gösterdi. Müslümanlar her seferinde bu memleketin asıl sahibinin kendileri olduğunu ihtar etse de, Müslüman hüviyeti taşıyanları iktidara getirse de, tam mânâsıyla hâkimiyeti tesis edemedi, Batıcı rejim yaşamaya devam etti. Belli kazanımlar elde edilse de bunlar “hepçi” olan bizim için, Müslümanlar için yeterli değildi. Memleketin bizim olduğunun, devletin bizim olduğunun tescili yâni Müslüman Anadolu halkının inanç ve hayatına göre yeniden tanzim edilmesi gerekiyordu.
O fırsat 15 Temmuz 2016’da geldi… 15 Temmuz 2016, 100 yıllık süreçte Batı müstemlekesi hâline getirilen memleketimizin, Batı işbirlikçileri tarafından prangalanan Müslüman Anadolu’nun zincirlerini kırdığı gece… Tıpkı “Milli Mücadele” döneminde olduğu gibi, 15 Temmuz’da da memleketi kurtaranlar sarığıyla- sakalıyla, göğüslerinde imânla sokağa dökülen Müslümanlar oldu.
İBDA mimarı’nın “İttifak ile ittihadı birbirine karıştırma” uyarılarına rağmen yine tıpkı Millî Mücadele döneminde olduğu gibi Müslüman Anadolu’nun zaferi sümen altı edildi. Batıcı rejimin gardiyanları iktidara ortak olma derdinde kıvranıp duruyor, Müslümanları bir kez daha alaşağı etmenin fırsatını kolluyor.
Fakat tüm bunlar kabaran dalganın, yükselen selin önüne set çekmek kadar beyhude bir çabadan öte bir anlam ifade etmiyor. Şiddet-i zuhurundan gizli bir şekilde yaklaşıyor yaklaşmakta olan… Zira Müslüman ahmak olmaz, Müslüman bir kez düştüğü hataya bir daha düşmez, Müslüman bir delikten iki kere sokulmaz!
***
Tüm ahlâksızlıklara ve yapılan zulümlere rağmen Allah’ın yeryüzünü, yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğu İslâm büyükleri vardır… 23 Haziran 2022’de o büyüklerden biri Hakk’a yürüdü. 2018 yılında Salih Mirzabeyoğlu’nun şehadetinin ardından İslâm büyüklerinin tek tek perde ardına geçtiğinin idrakinde olanların boğazını düğümledi Mahmud Efendi Hazretleri’nin vefat haberi… İstanbul’un, Anadolu’nun, hatta dünyanın manevi direklerinden biri perde ardına çekilmesinin çok büyük bir şeyin habercisi… Neyin habercisi olduğunu göreceğiz. Allah ayağımızı sabit kılsın. Amin!
15 Temmuz’da canını ortaya koyan, Ayasofya’nın açılışıyla sele dönüşen Müslüman Anadolu, Mahmud Efendi Hazretleri’nin cenazesine akın etti. Cenazeye gelenler, Edirnekapı’dan Fatih Camii’ne kadar tüm cadde ve sokakları doldurdu. “Allah dostu, giderken dahi Müslüman’a güven, kâfire korku verdi” dedirten bu mahşerî kalabalık, “Türkiye şeyhler, dervişler ve müridler memleketi olamaz” diyenlere inat, Türkiye’nin şeyhler, dervişler ve müridler memleketi olduğunu; bir İslâm ülkesi olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Batıcılar, bu mevzu üzerinden de İslâm’a ve Müslümanlarını kinlerini kusarken, “gayesine ermemiş savaşın bitmediğini” Atatürkçü Düşünce Derneği, devrim kanunlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle Mahmud Efendi Hazretleri’nin cenazesi hakkında suç duyurusunda bulunacağını söyleyerek hatırlattı.
Her ne kadar devletin başkanı Müslüman kimliğini gizlemiyor, devletin bir valisi çıkıp “Devletin bugünkü tanımı laiklik olsa da hala bu ülkede devletin ideolojisi İslam’dır. Bu ülkede azınlıklar sadece ve sadece gayrimüslimlerdir.” diyebiliyor olsa da, Müslümanların tüm kazanımlarına rağmen Batıcı rejim yerli yerinde duruyor, ADD vesair İslâm düşmanları Türkiye Cumhuriyeti kanunları nazarında haklılığını koruyor. Bu da bizlere İslâm düşmanı azınlığın 15 Temmuz’da, Ayasofya’da, Mahmud Efendi Hazretleri’nin cenazesinde memleketin asıl sahibi olduğunu gösteren Müslümanlara tahakkümünü sona erdirmek adına “devrimi devirmeyi”, Batıcı rejimi değiştirmeyi, gayesine ermemiş savaşın bitmediğini ihtar ediyor. Sel her geçen gün yükseliyor ve hesaplaşma günü daha da yaklaşıyor.
Gelen biziz, giden onlar!
Görüş: Faruk Hanedar
Aylık Baran Dergisi 5. Sayı
KAYNAK: BARAN HABER