Senelerdir tüm imkânlar seferber edilerek dünyaya pompalanan popülizm, 21’inci asrın ilk çeyreğinde siyaset planında da filizlerini vermeye başladı.. Popülizm, tıpkı bir tarım ilacı olan DDT gibi muhatab olduğu her “şey”in kurutucusu bir nev’i. Bugüne kadar neler kurumadı ki? Edebiyat, fikir ve sanat planında yalnız Batı taklitçilerinin olduğu bizim gibi memleketler değil, bütün bir dünyanın kavruluşuna şahitlik etmedik mi? Şiir başta olmak üzere bugün edebiyat alanında hangi eser hakkında konuşabiliriz? Dünyada yükselen fikir cereyanları neler? Hiç baktığınızda içinizi ürperten, orijinal bir sanat eseri ortaya konulmayalı kaç sene oldu? Hepsinden de öte, adam yetişmiyor, adam... Popülizmin ne mânâya geldiği, ne büyük bir belâ ve sıkıntı kaynağı olduğu bugüne kadar hâlâ anlaşılamamışsa, görünen odur ki, pek yakın bir gelecekte dünya çapında herkes bunu öğrenecek
Üstad Necib Fazıl’ın, Türkiye’de senelerdir tekerleme hâline getirilmiş olan “ağır sanayi hamlesi” mevzuunun aslını faslını çerçevelediği şu veciz tablo, bugün dünya çapındaki yokluğun gerekçesini de izah ediyor aynı zamanda:

- “Ağır sanayii (endüstriyi) kurmadan önce, ağır sanayii doğuracak mücerret idrak zemini hâlinde, müsbet ilim dallarının EDEBİYYAT’ı lâzımdır ki, gerek doğuş, gerek değer, gerekse ihtiyaç olarak bu idrak, ‘ruh’a mukavemet eden varlığı kavrama çilesini belirten ‘mücerret idrak-mücerret fikir’in yolda bıraktıklarıdır.
Burada mevzu olan içinden bir şey doğmaya müsait, kısır olmayan, doğurgan bir idrak zemini. Böylesi bir idrak zemininden yalnız ağır sanayi mi doğmuyor? Edebiyat, fikir ve sanat bizzat bu idrak zemininden doğarken, aynı zamanda müessirler de şahsiyet renklerini yine bu zeminde buluyor. Böylelikle “adam” yetişiyor yahut tam tersi vaziyet olan bugün olduğu gibi, yetişmiyor. Eskiden büyüklerin şikâyet ettiği, beğenmediği, burun kıvırdığı tipleri, biz bugün mumla arar olmadık mı? Bu mevzulara döneceğiz; fakat evvelâ aktüaliteye bir bakalım.

Anayasa Referandumu
16 Nisan tarihinde bildiğimiz üzere Anayasa referandumu var. Bu referandumda, Türkiye’de yürütme kuvvetinin parlamentodan ayrılması ile beraber “Cumhurbaşkanlığı” ismi altında başkanlık sistemine geçilmesi oylanacak.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin askerî bürokrasisi tarafından kuruldu ve devlet içindeki gücünü muhafaza etmek üzere, bürokrasi, devletin dayanak sınıfı hâline getirildi. Türkiye Cumhuriyeti, memur kafasıyla kurulmuş bir memur devletiydi ve senelerce bu şekilde işletildi. Demokrasiden sık sık dem vurulmuşsa da, millet kimi seçerse seçsin, senelerce askerî bürokrasi, yargı bürokrasisi ve diğer bürokratların vesayetinde, millete hizmet edileceği yerde, milletimiz bürokratların hizmetçisi kılındı.

Askerî darbeler, hukuksuz ve keyfî yargılamalar ile senelerce Müslüman Anadolu İnsanı’na kapıları sıkı sıkıya kapalı tutulan devlet bürokrasisi, bugün muhatab olduğumuz sıkıntıların başlıca müsebbiblerinden...

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, bürokrasiye iki kesim hâkim oldu. Bunlardan birincisi, alenî bir şekilde milletimizin ruh kökü olan İslâm’a düşmanlık eden Kamalistlerdi. İstiklâl Mahkemelerinden başlayarak DGM’ler dönemine kadar yargı bürokrasisini tıpkı “Demoklesin Kılıcı” gibi milletin ve millete yakın siyasî iktidarların üzerinde sallandıranlar, gerektiğinde askerî darbe yoluna da başvurarak, bu kılıcı kendi milletine karşı kullanmaktan çekinmediler. İkinci kesim ise, 1980’li yıllarda artık Türkiye’de Kamalizm gibi çağ dışı bir zihniyet ile Batı hâkimiyetinin sürdürülemeyeceğini keşfeden Amerikalılar tarafından, Kamalizmin yerine ikâme edilen Fettuşilerdi. Türkiye’de Müslümanların zorla hizaya getirilemeyeceğini idrak eden Batı, tıpkı Birinci Dünya Savaşı evvelinde olduğu gibi, dini içten yıkmaya azmetmiş kâfirlere yol verdi.
***
Burada kısa da olsa 28 Şubat’a bir parantez açalım. Yaşlı insanlarda çoğu kez gençlerde bile görülmeyen bir atılganlık hâli vardır. Bu herhâlde “bakın ben ölmedim, hâlâ yaşıyorum” demenin fiiliyâta dökülmüş ifâdesi olsa gerek. Aynı bu şekilde Kamalistler için de 28 Şubat süreci, Batılılara karşı “bakın ben hâlâ işe yararım, görün bakın Müslümanları nasıl tepeleyeceğim” demenin fiilî ifâdesiydi. Son bir hamle yaptılar ve ellerindeki tüm imkânlara rağmen Metris Cezaevine kıstırılmış bir avuç Müslümanı aşıp muradlarına eremediler. Göğsü madalyalarla dolu paşaların kapalı kapılar ardında siyasîlere ve açıktan basın yoluyla milletimize yaptığı kabadayılığın bir aslı esası olmadığı, 1999 senesinin Aralık ayında Metris Cezaevinde tescillendi. Buraya bir not olarak ilâve etmekte yarar var: Bu Kamalistler o kadar kafasızlar ki; 28 Şubat süreci diye güya yaptıkları temizliğin, en çok da yerlerine ikâme edilecek olan Fettuşîlere yaracağını, alanı onlara açtıklarını bile göremedi, anlayamadılar...

28 Şubat döneminde yaşanan hukuksuzluklar, siyasî iktidarların umursamazlığı, aymazlığı, beceriksizliği ve hattâ pısırıklığı dolayısıyla hâlen giderilememiş olmasına dikkat çekmek için biz arada manşetlerimizde “28 Şubat Süreci Hâlen Devam Ediyor” desek de, aslına bakacak olursanız, 29 Ekim 1923’te başlayan 28 Şubat süreci, 5 Aralık 1999 günü son perdesini oynamış ve diğer bölümleri gibi son derece başarısız bir finalle siyasî ve içtimâî hayatımızdan silinip gitmiştir. Birkaç cahil ve ayyaşın sürdürdükleri ahlâksız hayat tarzını sanki bir ideolojiymiş gibi bugün hâlâ Kamalizm adı altında yaşattıkları iddialarına da bakmayın hiç. Sesleri çok çıkıyor da, bilin ki onca gürültü tenekeden çıkıyor, içi boş tenekeden...
***
Bürokrasiye hâkim olan ikinci kesim olan Fettuşîlerden bahsediyorduk... 2000’li yılların ilk on senesi, Fettuşîlerin devlet bürokrasisindeki hâkimiyetlerini tescillemek için selefleri olan Kamalistleri bürokrasiden temizlemeleriyle geçti. 77 senedir milletimizde Kamalistlere karşı biriken kin ve nefreti de bu dönemde son derece maharetli bir şekilde kullanmasını bilen Fettuşîler; Ergenekon, Balyoz, Ayışığı ve sair davalarla senelerdir Kamalistlerin millete karşı kullandıkları yargı silahını bu kez onlara doğrulttular. 2012 senesinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklamaya kalkarak yargı silahının siyasî iktidara doğrultmalarıyla, bu sefer başka bir merhaleye geçildi. Gezi Olayları, 17-25 Aralık yargı darbesi ve nihayet 15 Temmuz’da askerî darbeye dönüşen süreç, bu kez milletimizin cesareti ve basireti sayesinde bertaraf edildi.
***
Yeniden 16 Nisan tarihinde gerçekleştirilmesi planlanan referanduma dönecek olursak... Bu referandumdan elde edilmek istenen biri doğrudan, diğeri dolaylı olmak üzere iki netice var. Birincisi, 1923 senesinden beri hâkimiyeti elinde tutan bürokratik oligarşinin kaldırılması. İkincisiyse, birincinin neticesi olarak siyasî iktidarların artık şikâyet etme makamı olmaktan çıkması ve hakikaten de icraat makamına dönüşmesi. Referandumdan “evet” çıkması hâlinde, senelerdir bahane edilen koşullar değişecek ve milletin hesabı kimden soracağı da netleşmiş olacak.
Kamalistler gidip yerine Fettuşîler gelmesin, onların yerini de başka bir benzerleri doldurmasın diye, biz, referandumdan “evet” çıkması taraftarıyız. Bununla beraber, referandum iki şıklı bir sorudan ibaret. Dolayısıyla bu iki şıktan ziyade bize göre tartışılması gereken, referandumdan sonrası.

Çözüm Bekleyen Meseleler
Bürokratik oligarşinin kendi menfaatini kollaması, siyasî iktidarların ise yeri geldiğinde korkaklığı ve pısırıklığı, yeri geldiğindeyse bürokratik oligarşiyi suçlamak suretiyle meselelerden kendilerini sıyırmaları neticesiyle bir asrı aşkın süredir bir sürü mesele üst üste yığılmış çözüm bekliyor. Meseleleri bir sıralayalım da, çözüm bahsine ileride geleceğiz...
***
 “Bir devlet küfür üzere ayakta durur da, zulüm üzere duramaz” ölçüsü mucibince, elbette ilk mesele adalet… Türkiye’de yargı, adalet dağıtan müessese olacağı yerde, bürokratik oligarşiyi elinde tutan zümre adına senelerdir tetikçilik yapıyor. İktidarın da sıkça bu durumdan şikâyet ettiği vaki... Dolayısıyla evvelâ sağlıklı bir hukuk sistemi inşa edilmeli ve şiddetli bir şekilde denetlenerek işletilmeli. Bizim millet olarak bu ülkede daha fazla hukuksuzluğa tahammülümüz kalmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün görevde olan yargısı hâlen 28 Şubat döneminden kalma haksız hukuksuz yargı kararları hakkında gereğini yapmaktan bile acizse, burada durup uzun uzadıya düşünülmesi gerekiyordur herhâlde...
***
Bürokraside oligarşik bir yapının hâkimiyeti olur da, ekonomide olmaz mı? Olur tabiî... Cumhuriyetin kurucularının Batılılaşma ve muasır medeniyet seviyesinden anladıkları şey, burjuvazi meydana getirmek ve geliştirmek olduğu içindir ki, Türkiye’de ekonomi belli bir kesimin elinde oyuncak olmuş vaziyette.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik giderilmedikçe, ekonomik sistem içindeki para hareketlerinin, tıpkı bir huni içinden akıyormuş gibi, dönüp dolaşıp sıkça bahsettiğimiz sermaye odaklarının cebine inmesi engellenmedikçe, faize dayalı finans ve bankacılık sistemi sürdükçe millî bir ekonomiden de, kalkınmadan da bahsetmek hayal olur. Kimse kendisini kandırmasın: Tüsiad’ın “hükmî” mihrak şahsiyeti olduğu ekonomik oligarşi ya millileşecek yahut tasfiye edilecek. Bunun arası yok!
***
Diğer bir mesele de yolsuzluk. Devletin en küçük birimlerine kadar sirayet etmiş olan rüşvet, adam kayırma ve ihalede fesat, kamu vicdanını derinden yaralayan meselelerin başında geliyor.
***
Fuhuş, kumar, alkol, uyuşturucu ve sair illetlerden milletimizin korunması konusunda da ne yazık ki ciddi çalışmalar yapıldığından bahsetmek mümkün değil.
***
Tüm bunlarla beraber... Devletin bir gençlik politikası yok. Gelecek kuşaklardan ne beklediğini bilmiyor, ne beklediğini bilmediği için de ona göre insan tipi meselesi olamıyor.
Eğitim politikası yok. Eğitimden anlaşılan istihdam açığını düşük tutmak için istatistikî hesaplar yapmaktan ibaret.
Milletlerarası münasebetler politikası yok. Birçok ülkenin dış politikada bir şahsiyeti vardır. Bizim ise ne yazık ki günün şartlarına göre eğilip, bükülmekten başka bir marifetimiz yok.
***
Tüm bu saydıklarımızla beraber bir de Anadolu’nun bağrında bir çıban gibi duran Amerikan Üsleri, Kürt Meselesi, Kıbrıs ve hattâ son günlerde sıkça gündeme gelen Kardak Kayalıkları gibi meseleler de çözümsüz gündemi işgâl eden meselelerden. Artık bunların da bir çözüme kavuşturulması gerekiyor. Hani basit birinden misâl verelim. Kardak Kayalıkları nedir yahu? Ya gidin üzerine bayrağı dikin, askeri çıkarın ve alın, ya da selefleriniz gibi verin Yunanistan’a. Çözümsüz bırakmak, iki tane kayalığın etrafında bütün gün kovalamaca oynamak nedir? Meseleler çözümsüz kaldıkça bir süre sonra kangren hâlini alıyor ve kendi çapından büyük sıkıntıların müsebbibi hâline dönüşüyor.
***
Dikkat ediyorsanız, saydığımız bu meselelerden biz rahatsızız, milletimiz rahatsız ve ne ilginçtir ki çözüm mercii olması gereken siyasî iktidar da rahatsız.

Revolution
Kalb para, sahte para demektir. Eski zamanlarda madenî paralar değerli madenlerden basılırdı ve sıkıntıda olan devletler paranın alaşımına değersiz metaller karıştırarak sahte para sürerlerdi piyasaya. Bizdeki “inkılab” kelimesi, “kalb” kelimesi kökünden türemiştir. “Kalb” kelimesinin mânâları arasında bir hâlden diğer bir hâle çevirme, değiştirme de var.
“İhtilâl” ise ayaklanma, karışıklık, düzensizlik gibi mânâlar ihtiva ediyor. Kelime kökeni bakımından ise “hâlel” kelimesinden türetilmiş bir kelime.
Şimdi buraya nereden geldik? Bizim kendi dilimiz kurbağa diline çevrildiği için biz pek çok kelimeyi biliyoruz zannediyorsak da, esasında bu kelimelerin bizde bir karşılığı yok. Fransızca kökenli “revolution” kelimesini, belki böylelikle anlaşılır ümidiyle seçtik. Yabancı bir kelime olduğundan, en azından inkılâb kelimesinde olduğu gibi belki bildiğimiz zannında olmayız da, anlamaya çalışırız.

“Revolution” kelimesinin Fransızca ve İngilizcedeki umumî mânâsı, sosyal hayatta, politikada ve cemiyetin kurduğu müesseselerde meydana gelen süratli ve köklü değişim, ihtilâl...  “Revolution” kelimesinin kökünde yer alan “volution” kelimesi ise sıkıntı, çile, helezon kıvrımı gibi mânâlar ihtiva ediyor. “İhtilâl” kelimesine karşılık olarak gelen “revolution” ve helezon kıvrımı mânâsına gelen “volution”.
***
Fransız İhtilâli, “revolution” kelimesinin mânâsını karşılayacak şekilde sosyal hayatta, devlet müessesesinde ve cemiyetin kurduğu diğer müesseselerde büyük bir değişimi de peşinden getirdi. En başta da değerler değişti. Batıda o zamana kadar muteber olan kimse toprak sahibi iken, değişimin neticesinde muteber olan para sahibi oldu. Zaten aslına bakacak olursanız, ne olduysa da bundan sonra oldu.

Bizde ise toprak mülkiyeti olmadığından, Fransız İhtilâli’nin tesirleri açıktan görülünceye dek muteber olan kimse, İslâm’a göre faziletli olandı. Fransız İhtilâli’nin neticesinde muteber olanın servet sahibi olması fikri yerleştikçe, hayatın geri kalanındaki müesseseler de kendilerini muteber olan bu “şey”e göre yeniden düzenlendiler. Bugün içinde bulunduğumuz dünyadaki müesseselerin ve Batı dediğimiz şeyin kendisi bizzat bu değişimin mahsulüdür. Popülizm de bu değişimin ferd ve toplum hayatına olan aksidir.
***
Fransız İhtilâli, yukarıda bahsettiğimiz değişimin meydana geldiği helezon kıvrımıydı, bir neticeydi. Sebeb ise Rönesans’tı. Rönesans’ta meydana getirilen mücerret idrak zemininden doğan fikirler, Batı’yı, Batılı düzenleri ve müesseseleri Fransız İhtilâliyle beraber altüst etti. Aradan geçen bunca zaman diliminde de Batı, asırlarca kendisine kaynaklık eden Rönesans’tan kalma mücerret idrak zeminini yenileyemediği için, gün be gün tüketti. Bugün bu tükenmişliğin Batıda meydana getirdiği yokluğu, plastisite harici tüm planlarda görmek mümkün. Farkındaysanız, batıda adam yetişmiyor. Siyasetçi, filozof, şair, ressam, edebiyatçı yetişmediği gibi, aslına bakacak olursanız kimya, fizik, tıp, astronomi gibi müsbet ilim dallarında da çığır açıcı yenilikler meydana gelmiyor. Batı, kısır bir idrak zemininde gün be gün kendisini tüketiyor.
***
Bugün Batı hakkında konuştuğumuz zaaf, Üstad Necib Fazıl’ın teşhisiyle, bizde, Kanunî Sultan Süleyman devrinde başlamış, 17’nci yüzyılda belirginleşmiş, 18’nci asırda apaçık hale gelmiş, 19’uncu asırda iflâsa dönmüş ve 20’nci asırda da iflâs temelleşmiştir.

Bugün, tersinden bir başka harika ile karşı karşıyayız. Batı, içinden eserler doğurduğu mücerret idrak zeminini daha geçtiğimiz asırda tükettiğinden, daha nasıl bir iflasa sürüklendiğinin şuurunda değil. Oysaki biz 20’nci asırla beraber iflasımızı öylesine temelleştirdik ki, sırf onlardan evvel dibin dibine batmış olmamız hasebiyle tersine bir harikalık olarak, onlardan öndeyiz. Çünkü içinde bulunduğumuz vaziyeti, geri kalmışlığımızı ve tükenmişliğimizi biz biliyoruz. Biz İslâm’a göre olan hayırdan şerre düştüğümüz için bugün bu hâldeyiz. Kurtuluşumuzun yine İslâm’da olduğunun şuurundayız. Batı ise bir zilletten, diğer bir zillete doğru yol alıyor. Ve ilginçtir ki, bizim Batıdan daha evvel batmış olmamız, bugün, bizi onlardan önde kılıyor.

Revalution
Yazımızın içinde çözüm bekleyen meselelerimizi sıraladık. Şimdi de bu meselelerin nasıl çözüleceği bahsine gelelim artık.
Fransız İhtilâli’yle beraber evvelâ muteber olan insan tipinin değiştiğini söylemiştik hatırlarsanız. Batı’da toprak sahibi, bizde ise İslâm’a göre faziletli insan muteber iken, Fransız İhtilâli’nin neticesi olarak muteber olan servet sahibi kimse hâline dönüştü. Buradan da anlaşılacağı üzere, evvelâ kıymet hükümlerimizi meydana getiren ölçülerimizi değiştirerek işe başlamamız gerekiyor.

“Revalution” kelimesi, yeniden değer biçmek mânâsına geliyor. Bu kelimenin kökünden türetildiği “valution” kelimesi ise değer biçmek mânâsında. Mademki Fransız İhtilâliyle beraber dünya çapındaki değerlerde değişim meydana geldi, öyleyse yeniden değerler ölçütünün değişmesi gerekiyor ki, içinde bulunduğumuz vaziyetten kendimizi ve sonrasında dünyayı kurtarabilelim. Genelde ekonomik bir kavram olarak kullanılan “revalution” kelimesi böylelikle “revolution” yani ihtilâlin neticesi hâline geliyor. Değerler
Bir “şey”in değerini “iyi, doğru ve güzel” kıstasının ne olduğu belirler. Bugünün dünyası için konuşacak olursak; para ediyorsa iyi, para kazandıracaksa doğru ve ettiği pahaca güzel gibi bir idrak yerleşmiş vaziyette. İşte, tam da değişmesi gereken bu idrakten bahsediyoruz. Tilki Günlüğü adlı eserinde İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, baba evinden bahsederken diyor ki:

- “Baba evinde her zaman, kitap mühim bir unsur olmuş ve Şerif Muammer (Muhammed), şahsiyet sahibi olma, kafa yapısı ve fikir meselesini her zaman maddi üstünlük ve ehemmiyetlerin önünde görmüştür...
İşte tam da bu... Biz neyi öne alacak, neyi önceleyeceğiz.
Bugün bizim evlerimize baktığımızda mühim olan ne? İyi okusun, üniversiteye gitsin, filanca partiye yakınlaşsın falan... Niçin? Çünkü daha fazla para kazanması için. E şahsiyet sahibi olma, kafa yapısı, fikir meselesi? Onlar üst sırada kendisine yer bulamayan tali meselelerden olmuş vaziyette. Bunun neticesinde meydana gelen insan ve toplum ise dünya çapında sosyolojik bir felâket olarak karşımızda.

İyi, Doğru ve Güzel
Önceliklerimizi de, kıymet hükümlerimizi de belirleyen “iyi, doğru ve güzel” kıstasıdır. Dolayısıyla bugünün önceliklerinde ve değerlerinde bir değişime gidilmesi gerektiğinde mesele döner dolaşır ve iyi, doğru ve güzel kıstasına gelir dayanır. O zaman da kimin “iyi, doğru ve güzel” kıstası sorusunun yanıtlanması gerekir...

Falanın iyisi, filanın doğrusu ve bir diğerinin güzeli... Biz nihayetinde insanız, nefs sahibi insan. Dolayısıyla mesele eğer insana bırakılacak olursa, insan adedince “iyi, doğru ve güzel” doğacaktır ki, bunun bizi müsbet bir neticeye götürmeyeceği muhakkak. Her ne kadar demokrasi palavrası altında herkesin “ben”i olan “iyi, doğru ve güzel” ölçütüne alan açıldığı iddia ediliyorsa da, birbiriyle çelişen kıstaslardan bir ahenk tutturulamayacağı ve bunun umumileştirilerek bir cemiyetin ortak paydası hâline getirilemeyeceği açık... Hayvan sürülerinde bile böylesi bir vaziyet vaki değil zaten.

 Demek ki bizim “iyi, doğru ve güzel” kıstasını insanda değil, “insanı aşkın olanda” aramamız icab eder ki; Müslüman olduğumuza, inandığımıza göre bizim için mutlak “iyi, doğru ve güzel” olan İslâm’ın bildirdiğidir.

Bundan mütevellit bugün bize bir yandan İslâm’ın “iyi, doğru ve güzel” diye buyurduğu ölçüleri tesbit etmek ve diğer taraftan da bu ölçüler ışığında yeni insan, yeni toplum ve yeni bir devlet vücuda getirmemiz gerekir.

Başyücelik Devleti
Ne kadar konuşursak konuşalım mesele dönüp dolaşıp Başyücelik Devleti’nin bizim için ne denli bir zaruret olduğunu ikaz etmekten başka bir işe yaramıyor açıkçası.
Başyücelik Devleti, “Mutlak Fikir” sistemini tatbik eden vasıta sistemin idare ruhu ve şekliyle beraber vücud bulmuş hâlidir. İslâm’ın mutlak “iyi, doğru ve güzel” kıstasları ışığında insan ve toplum meselelerine çözüm getiren bir ideolocya örgüsünün ortaya koyduğu devlet modelidir aynı zamanda. Hedefi olan ve hedefe vardıran bir vasıtadır da...
Biz bugün ne yaşıyorsak, Üstad Necib Fazıl tarafından örgüleştirilmiş olan İdeolocya Örgüsü’ne karşı yarasa kılıklı, menfaatperest ve hasis aydın tipinin kendi kelekliği görünmesin diye yaptığı perdelemeden ve günümüz siyasetçisinin kafasını kaldırıp da günü kurtarmanın ötesine bakamayışından dolayı yaşıyoruz.

Buraya kadar dünyanın umumî manzarasını da, önümüzde çözüm bekleyen kendi meselelerimizi de sıraladık. Cumhurbaşkanlığı sistemi her ne kadar devletin idare şeklinde meydana gelecek müsbet bir değişime işaret ediyorsa da, eğer biz dinimize uygun, millî bir idare ruhunu kuşanmayı beceremezsek, bunu da cemiyetimizin ruh kökünün bağlı olduğu İslâm’dan başka yerlerde aramaya devam edecek olursak, bilmek icab eder ki; sallanmakta olan garb, olanca meselesiyle bizim üzerimize çökecektir.
***
Senelerdir bürokratik oligarşinin çeşitli yüzleri ve siyasîler arasındaki beş para etmez meselelerin kavga gürültüsüyle geçen günler nihayet sona ermiştir. Batı, kıymet ölçütünün merkezine aldığı parayı daha fazla kazanmak uğruna bir asrı aşkın zamandır pompaladığı popülizm ile tüm planlarda yüzleşmeye hazırlanırken, bize düşen bu enkazın altında kalmak değil, kendimizi kurtardıktan sonra Batılıyı da altında kalacağı enkazdan kurtarmaktır.
***
Zaman, kadans dedikleri ahenk helezonunda devrini yapa yapa geldi ve nihayet Üstad Necib Fazıl’ın Dünya Bir İnkılab Bekliyor başlıklı konferansında buyurduğu kıvrıma dayanıverdi:
- “Ne gariptir ki, bu devler ve cüceler, ama kıvranan devler ve çırpınan cüceler dünyasında, yine dünyanın beklediği en büyük inkılap işte bu cücelere düşüyor! Ve biz, böyle bir noktadan harekete memur bulunuyoruz. Yani, öyle bir hasta ki, dünyaya devayı getirmek zorunda üstelik…
***
Anadolu’nun “meşruiyet dairesinin merkezinde” Üstad Necib Fazıl ve onun sistemleştirdiği ideolocya örgüsü Büyük Doğu var. Siyasîler bu merkeze yakınlaştıkça meşruiyet buluyor, uzaklaştıkça meşruiyetlerini kaybediyorlar. Ne var ki milletimiz bu yakınlaşmanın lâfta kalmayacak kadar ehemmiyetli olduğunun şuurunda. Öyleyse, daha fazla zaman kaybetmeden, bu yüce millete de daha fazla zaman kaybettirmeden bir yerinden başlamak gerekiyor. Bu değişim bizim için bir varlık-yokluk meselesi hâline gelmiş vaziyette ve artık daha fazla tehir edilme lüksü yok.
***
Biz bugün eşya ve hadiseler ile beraber insana hak ettiği değeri yeniden belirlemek ve o değeri vermekle mükellefiz. Zaten akıllı olmak da bunu icâb ettiriyordu, değil mi?

Baran Dergisi 528. Sayı