Esnaf dükkânlarının duvarlarını süsleyen meşhur tablo vardır. Bir tarafta, “Veresiye Satan” ibaresi altında elini alnına koymuş, üstü başı pejmürde, bezgin ve arka planda görünen içi boş kasasıyla sefil bir esnaf tiplemesi; diğer tarafta ise “Peşin Satan” ibaresi altında, keyfi yerinde, semiz, üstü başı gıcır ve kasası dolu diğer bir esnaf, daha doğrusu bir komprador tiplemesi.

Aynı tablonun bir tarafına “Hak Din İslâm’a Sırt Çevirmiş Müslüman” ile “Bâtıl da Olsa Dinine Bağlı Yahudi” yazalım ve bir kez daha bakalım. Bu tablo, çağımızda, bâtıl da olsa dinine sımsıkı sarılıp, dininin mucibince bin bir zahmet ve meşakkatle devletleşme yoluna giden Yahudi ile, dine sırt çevirmeyi ilericilik, modernizm, çağdaşlık zannederek hak dine sırt çeviren Müslümanlar arasındaki farkı nasıl da açık bir şekilde resmediyor, değil mi?
***
Bilhassa son birkaç yüzyılda, din o kadar çok şeyden tecrit edildi ki, sonunda ne din kaldı, ne de inanan. Din, evvelâ devlet ve siyasetten tecrit edildi. Sonra iktisattan. Ardından bilim ve eğitimden. Tüm bunların neticesinde de tabiî olarak hayattan tecrit edildi. Din bu kadar şeyden tecrit edilirken, Allah da hadiseler üzerindeki rolünden tecrit edildi ve inandığını iddia edenler için bile, sanki her şeyi yaratmış da bir kenara çekilmiş gibi bir anlayış hâkim oldu. Avrupa’da Hristiyanlar ve dünyanın geri kalan her yerinde Müslümanlar hayatı bütün şubeleriyle dinden tecrit etmekte yarışır ve bu tecridin rejimi lâiklik etrafında toplaşırken, bir tek Yahudi, ve hem de muhtemelen bu tecrit anlayışının mucidi olan Yahudi, kendi hayatının her sahasını inandığı dine göre tertib etti. Dininin emri icabınca Arz-ı Mevud (vaad edilmiş topraklar) hedefinde hem birleşti ve hem de dinine göre bir devlet teşkilâtlandırıp, yine dininin siyaseti ve ekonomisini izledi.

Bugün İsrail’e bakıldığında açıkça görülüyor ki; senelerdir bize ve bizim gibi ülkelere sattıkları iktisadî zenginlik, dünyada yer tutma, rahat yaşama gibi hedefler sadece palavraymış ve aksine muvaffakiyet, dinî sabitlere sımsıkı sarılarak, dinin işaret ettiği tartışmasız hedefe doğru birleşip, kararlı bir şekilde yol almakmış. Yoksa Yahudi zaten dünyanın her yerinde rahattı, zengindi ve siyasî iradeler üzerinde söz sahibiydi. Demek ki esas olan bunlar değilmiş ve tüm bunlar, dinin işaret ettiği hedefe varmak için yine dinin koyduğu ölçülere uyulduğu nisbette bir kıymetmiş. Yoksa Ortadoğu gibi bin senedir yedi düvelin birbiriyle savaştığı diyarın tam da kalbi Kudüs’e yerleşmek gibi fantastik bir maceraya atılacak kadar manyak değil ya Yahudi. Evet, Yahudi inanıyor ve inancının gereğini yerine getirmeye uğraşıyor! Onun oraya yerleşmesine müsaade eden Hristiyan ve Müslümanlarsa samimiyetle inanmıyor! Aslında bütün her şey inanmak ile inanmamak meselesinde düğümleniyor. Hani Esseyyid Abdülhakîm Hz. diyor ya; “İnan da, istersen bir odun parçasına inan!” diye...
***
Meseleyi böyle ele aldığımız zaman tabiî olarak iş geliyor ve bizim inanmamıza dayanıyor. Yahudinin bâtıl bir dinin sabitlerine göre kurmuş olduğu devlet ve izlemiş olduğu siyasetin başarısı açık değil mi? Hak din İslâm’a, ona göre tertib edilmiş devlet, toplum nizâmı ve izlenecek siyasetiyle beraber bir bütün hâlinde inanacak olursak, bizi nereye götüreceği açık değil mi? Oysa biz bunun yerine ne yapıyoruz, “dini karıştırmayalım.” Nasıl karıştırmayalım? Bütün meselelerin düğüm olduğu yer burası demedik mi? Bir tarafta bâtıl da olsa inananlar, diğer taraftaysa hak dediğine iman et-miş gibi yapanlar.
***

İsrail ve Amerika’yı kınayanlar bunu ne maksatla yapıyorlar anlamak gerçekten de güç… Yahudi inandığının gereğini fütursuzca yerine getiriyor ve bunu yaparken de Amerikan siyaseti üzerindeki teshirini pek tabiî olarak kullanıyor. Zaten asıl mesele İsrail’in ne yaptığı değil, bizim ne yapmadığımız. Bunun anlaşılması gerçekten bu kadar güç mü? Evanjelikler bile sapkın inançlarının gereği olarak Yahudi’den hiçbir desteği esirgemezken, biz inanıyoruz iddiasında olmamıza rağmen, senelerdir oluk oluk akan Müslüman kanını durdurmak adına bugüne kadar kime silah çekecek cüreti kendimizde bulabildik? Onun yerine karşı taraf “şöyle güçlü”, “böyle güçlü”, “kahrolsun” palavraları. Yahudi, Filistin topraklarına yerleşme kararı aldığında, Osmanlı Devleti zayıf mıydı? Buna rağmen Yahudiler inandığı dinin emrini yerine getirmek için, siyasetten silaha kadar her yola başvurdular ve bunu yaparken de son derece pervasız davrandılar. Biz ise nedense onlara yetişeceğiz diye “rasyonel” bir yol benimsedik ve bunun neticesi olarak boynumuzda tasma takılacak boş yer kalmadı.
***
Amerika Birleşik Devletleri’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesiyle alâkalı olarak Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı değerlendirme, meseleyi bir çırpıda özetleyiveriyor:
- “Bugün Amerika’nın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul etmesi veya öyle karşılayacak olması… Şimdi dünyanın eski dünya olmadığı zaten malum… Öyle uzaktan düdük çaldım tarzında bir şey mümkün değil. Amerika’nın kendi geliyor Ortadoğu’ya. Şimdi sen bir taraftan Amerika’nın gücü-kuvveti falan filan diyorsun, aslında şöyle anla: Amerika’nın işleri, içte ve dışta yolunda olsa, oraya kendi gelmezdi. Yolunda gitmeyen bir şeyler var yani. ‘Allah, bu dini kafir eliyle de ihya eder’in çok çok müşahhas şeylerini görüyoruz.”
***
Görüldüğü üzere artık “din işini boşverin”, “dinî çatışmalar falan, aman dini karıştırmayın” gibi palavradan lâfların da artık tamamen hükümsüz olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz. Öyle ya, din işlerini boş vereceksek, dinî çatışmalarda taraf olmayacaksak, Filistin’den, Kudüs’ten bize ne? Kudüs’te tarlamız var da ona mı sahib çıkıyoruz? Böyle olmadığına göre, bugün yaşanan son derece açık bir şekilde Müslümanlar ile Hristiyanlar tarafından desteklenen Yahudilerin çatışmasıdır. Ve bu çatışma kaçınılmazdır.
***
Rus Avrasyacılık diyor, Amerikalı Büyük Ortadoğu Projesi, Yahudi ise Arz-ı Mevud diyor. Peki biz ne diyoruz? Neyi, neden ve niçin yapıyoruz? Yazımızın içinde dediğimiz üzere; mesele iktisadî zenginlik, rahat yaşamaktan ibaret olsaydı, Yahudi bunca meşakkate katlanmazdı.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydanlarda sık sık okuduğu şiirde geçiyor; “Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.” Göklerden gelen karar İslâm, zaten son derece açık ve net bir şekilde ortada değil mi? Biz bu karar karşısında ne durumdayız? Bütün mesele, İslâm’ı hayatın tüm planlarına sistemli bir şekilde tatbik edecek tatbik fikri ve bu fikirden doğan içtimâî nizâm ile o düzenin devletinde değil mi? Karar belli olduğuna ve her fırsatta da bu şiir vesilesiyle dillendirildiğine göre, ya icraat?

“Düşmanın silâhıyla silâhlanın” ölçüsü nedense bizde karşı tarafın elinde tabanca varsa tabancayla, tüfek varsa tüfekle, füze varsa füzeyle silahlanmak şeklinde idrak ediliyor. Yahudi’ye baktığımızda görüyoruz ki; onların en büyük silâhı, bâtıl da olsa inandıkları dinî sabitleridir ve düşmanın silâhından daha üstün bir silâhla silahlanmak için, hak din olan İslâm’a inanmaktan başka bir çare yoktur!
***
Yeni Dünya Düzenine ne kaba kuvvet ne iktisadî zenginlik ne de makinedeki terakki dayanak teşkil etmeyecek. İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle muvazelendirerek yaşanmaya değer hayatı tesis edecek ve bunu da kıtalar çapında bir ihtilâl ve inkılab hamlesiyle dünya çapında hâkim kılacak olan fikir ve o fikrin aksiyonu, Yeni Dünya Düzenini başlatacak.

Açık konuşmak gerekirse, bu düzeni biz kuracağız! Yeter ki, samimiyetle Allah’a inanalım.

Baran Dergisi 570. Sayı