2010 senesinde başlayan Arab Baharı, Ortadoğu ve Mağrib ile sınırlı kalmadı. Önce Türkiye ve ardından Brezilya ile Venezüella’ya yapılan operasyonlar göstermiş oldu ki, yalnız Arab ülkeleri değil, dünya savaşları ve Soğuk Savaş döneminden kalma dünya düzeni, bugün yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor.
Tunus, Irak, Suriye, Mısır, Libya ve Cezayir ile başlayan halk isyanları malûm. Türkiye’de sermaye ve medya desteğiyle gerçekleştirilen Gezi Parkı ayaklanması ve bunun hemen akabinde hükümete, cemaatin yargı bürokrasisi içindeki unsurları vasıtasıyla yapılmak istenen darbe girişimini hepimiz hatırlıyoruz. Her iki saldırı da karşılandıktan sonra, 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin dördüncü siyasî parti olarak meclise girmesi ve çatışmasızlık sürecinin nihayete ermesinin ardından, Güney Doğu şehirlerinin ne hâle getirildiği de ortada. “Marksist, Leninist, Komünist” bir örgütün mensublarının “Biji Serok Obama” sloganı hâlen kulaklarımızda... Şimdi, Türkiye’yi bir kenara alıp, bir de dünyada neler olduğuna bakalım.
2008 senesinde, merkezi Amerika’da olan suni ekonomi balonunun patlamasıyla beraber, başta Avrupa olmak üzere Amerika ve birçok ülke ekonomik buhrana girdi. Bu kriz döneminde görmüş olduk ki, kendi başına üretim yapan, gerçekten de mal üreten ülkeler ayakta kalmasını bildiler ve ayakta kalmalarının yanı sıra ekonomik olarak büyüdüler de. Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye, Güney Afrika, Meksika ve Brezilya... Nisbeten dinamik nüfuslu bu ülkeler, kriz döneminden büyüyerek çıktılar.
Brezilya
Hemen hemen Türkiye’yle eş zamanlı olarak operasyona maruz kalan ülkelerden biri de Brezilya oldu. Cemaat’in, Türkiye hükümetine yaptığı 17-25 Aralık operasyonun hemen üç ay sonrasında benzer bir şekilde Brezilya yargısı tarafından oradaki hükümete de operasyon yapıldı. Benzer halk hareketleri vesaire derken, geçtiğimiz günlerde yolsuzluk suçlaması neticesinde devlet başkanı Dilma Rousseff’in görevden alınmasıyla sona erdi.
İşin ekonomik tarafı bir yana, Türkiye ve Brezilya’nın buluştuğu ortak paydalardan bir diğeri de, Dünya Kamu Düzeni’nin işleyişinden duydukları rahatsızlığı yüksek tonda seslendirmeleriydi. Her iki ülke de BM Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısından rahatsızlardı.
İran
Suriye’de cereyan eden iç savaşa müdahil olan İran ve Rusya’ya haddini bildirmek üzere Suudîlerin petrol fiyatlarını aşağı çekmesi malum. Alışıldık kalıplarla düşünülecek olursa, Amerika’nın, Suudî Arabistan’ı böylesi bir operasyonda desteklemesi ve İran ekonomisinin iflâsını zevkle izlemesi beklenirken, hiç de böyle olmadı. Suudî Arabistan, en büyük gelir kalemi olan petrol fiyatlarını kendi ekonomisinde yaşanması muhtemel bir krize rağmen, Rusya ve İran’ı terbiye etmek için dibe çekerken, İran’a can simidi Amerika ve Batı’dan geldi. Senelerdir nükleer enerji hikâyesinden dolayı İran’a uygulanan ambargo bir ân da kaldırıldı ve Suudî Arabistan, senelerin müttefiki Amerika’dan müthiş bir çelme yedi.
İran, ambargonun kalkması dolayısıyla petrol haricindeki kalemler ve Amerika ile Avrupa bankalarında bulunan paralarının yeniden kullanıma açılmasıyla beraber rahatlarken, Suudî Arabistan’ın başarısızlıkla sonuçlanan bu operasyonu, yalnız kendisini değil, petrol ile geçinen birçok ülkenin ekonomisini de altüst etti.
Venezüella
Petrol fiyatlarındaki gerilemeden sıkıntı duyan ülkelerden biri de Venezüella. Düşen petrol fiyatlarıyla beraber, ülke içindeki burjuvazinin de hükümete sırtını dönmesi ve ekonomide inisiyatifin kapitalist sermayenin eline geçmesi neticesinde, Venezüella devlet başkanı Nicolas Maduro köşeye sıkışmış vaziyette. Yabancı sermayenin de ülkeyi terk etmeye başlaması ve artık neredeyse iç savaş hâlini alan çatışmalar dolayısıyla Venezülla’da da ipler kopma noktasına gelmiş bulunuyor. Başkasının attığı taşla, birçok kuş...
Ve Fransa...
Birçok Avrupa ülkesi 2008’de yaşanan krizden büyük ölçüde etkilenmiş olsa da, Almanya ve İngiltere’den sonra belki de en az zarar gören ülke Fransa’ydı. En azından o gün için öyle görünüyordu. Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Güney Afrika ve Meksika gibi ülkeler mal ürettikleri için 2008’de yaşan krizden büyüyerek çıktı, demiştik. Hattâ bu ülkeler kalkınmakta olan diğerleri için model olarak dahi konuşulur olmuşlardı. İşin diğer tarafında ise şöyle bir manzara var; Almanya haricindeki ülkeler, üretimi, büyük oranda bu gelişmekte olan ülkelere kaydırmış vaziyette. Kendi sosyal refahları için doğulu memleketleri fason üretici olarak kullanıyor, elde edilen geliri de paylaştırmak ve sosyal devleti işletmek suretiyle kendi iç düzenlerini koruyorlar. Dolayısıyla doğulu ülkeler her ne kadar kalkınıyormuş gibi görünüyorlarsa da, üretilen mallardan elde edilen gelir, bankalar arasında sermayenin keyfince dolaşıyor ve global sermaye, bu paranın istikâmetini tayin edici konumu dolayısıyla, hükümetlerin üzerinde, büyük bir güç unsuru hâlinde bulunuyor.
Fransa, bilindiği üzere tarihî yapısı, siyasî geleneği ve Avrupa kıtasında oynadığı rol dolayısıyla diğer Batılı ülkeler gibi “istenildiği şekilde” Amerika ve Siyonistler tarafından kontrol altına alınmış, emir subaylığı yapan bir ülke değil. Burada şu hususun da altını çizmekte fayda var; dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü Siyonist sermaye elinde tutuyor, musluklar onların istediği istikâmette, onların istediği kadar akıyor. Günümüzde işleyen ekonominin sermayeye dayalı olması ve sermayenin de bu grubun elinde bulunması dolayısıyla, her ne kadar ülkeler bağımsızlık naraları atsalar da, içtimâî hayatı da bu gelirden elde edilen ekonomiye dayandırdıkları için, musluklar kısılmaya başlayınca büyük sıkıntı içine giriyorlar.
Bugün Fransa’da yaşanan çatışmaların da bu sebeble olduğunu düşünüyoruz. Öyle görünüyor ki, sermaye, Fransa’ya akan para musluğunu kısmış, Fransa’yı cezalandırıyor. Fransa da bu vaziyetten orta ve uzun vadede kendisini kurtarmak için üretimi yeniden kendi ülkesine taşımak adına çalışma kanununa müdahale ediyor. Senelerdir alıştığı rahatlığın bozulmasından kaygılanan Fransızlar ise, meselenin aslında bir bağımsızlık, hükümranlık kavgası olduğunu anlamamış olacaklar ki, kendi şahsî menfaatleri istikâmetinde, sermaye ile bir safta Fransız hükümetini cezalandırıyorlar.
Düşman Kim?
Medya ve önüne her uzatılan mikrofona bildiği bilmediği ne kadar mevzu varsa hakkında konuşmayı âdet edinmiş, entel kılıklı danteller vasıtasıyla, bugün dünya siyasetini, ekonomi vasıtasıyla şekillendirmeye çalışan “Siyonizm” tehlikesi sulandırılmış durumda. O kadar ki, mevzu konuşulmaya çalışıldığında hemen “komplo teorisi” damgası yiyor ve bunlar da açılan alanda istedikleri gibi at koşturuyorlar.
Arab Baharı gerçekleşirken birçoğumuz zannettik ki, bu tezgâh yalnız Müslümanlara yönelikti ve hedefinde sadece İslâm’ı ortadan kaldırmak vardı. Oysa bugünden meseleye baktığımızda görüyoruz ki; zannımız doğru olmakla beraber aynı zamanda eksik de... İslâm Âleminden başlayarak, birileri bütün dünyaya yeniden şekil vermeye, kendi düzenini kurmaya çalışıyor. Amerika dediğimiz yapının aslında ne kadar büyük bir dangalak sürüsü olduğu mâlum... Dolayısıyla dünya çapında gerçekleştirilen bu operasyonun arkasında Amerika’yı aramak açıkça salaklık olur. Bu iş görüldüğü üzere ahmak Amerika’nın kendi boyunu da aşıyor. Tabiî dangalaklığı dolayısıyla bu tezgâhın baş unsurlarından biri olarak kullanıldığını da unutmadan.
Mevzuun sulandırılmasına aldanmamak, hadiseleri de sağlıklı bir şekilde okumak gerekiyor. Televizyon ekranlarında konuşanların sıkça kullandığı “son yıllarda her gün dengeler değişiyor” benzeri ifadelere de kanmamak lâzım. Bir asırdır bu bölgede her gün konjonktür değişiyor, günaydın.
Düşmanını tanımlayamayan, tanımayan kaybeder. Dolayısıyla bugün cereyan eden hadiselerin arkasındaki mahfilin hem tanımlanması, hem tanınması ve hem de buna göre karşı bir politikanın inşa edilmesi gerekiyor. Öyleyse eski düşmanı, yeniden tanıyalım.
Her ne kadar Yahudiler tarafından reddedilse de, “Siyon Liderleri’nin Protokolleri” adlı metnin, hâlen uygulanmakta olduğunu görüyoruz. Madde madde, kalem kalem yürürlükte olan bu planın bugüne kadar pek çok hükmü hayata geçirilmiş vaziyette. Geri kalan maddelerin de, bu kafayla gidildiği takdirde hayata geçirileceğinden şüphe yok. Kitaba internet ortamında bile ulaşmak mümkün, son derece açık bir dille yazılmış ve zannedilenin aksine aynı açıklıkla uygulanmakta olan metne bakan herkes, bugün cereyan eden hadiselerin ardında kimin, hangi zihniyetin olduğunu rahatlıkla kavrayabilir.
Düşman, Siyonizm, Siyonistler ve bunların kurmuş olduğu global kapitalist sistem...
Ne Yapmalı
Fransız’ın ne yapacağı aslında çok da umurumuzda değil… Bizim meselemiz Anadolu ve İslâm Âlemi… Kendisini yaşanan günlük hadiselerin hengâmesine kaptıranlar, ne yapılacağını da şaşırmış vaziyetteler. Birçoklarının dilinde dikkat ediyorsanız “kavga ediyoruz” diye bir ifâde var. “Ben kavga ediyorum, gerisi beni alâkadar etmez.” Evet, Türkiye ve İslâm Âlemi başta olmak üzere bugün dünya çapında bir hesaplaşma gerçekleşiyor. Dolayısıyla sokak aralarında medya mensublarının birbirleriyle giriştikleri lâf dalaşlarından başlayıp, Suriye’de fiilî savaşa dönmüş bulunan vaziyete kadar birçok alanda ve çok çeşitli enstrümanlarla kavga sürüyor. Sıkıntı ise şurada; hadi bu adamların her biri kendi içinde bulundukları kavgayı en büyüğü zannediyor ve kafalarını kaldırıp etrafa bakmaya zahmet etmiyorlar da, bu kavganın bizim tarafımızda bir “kurmayı” yok mu ki, şöyle bir kanara çekilip bütün resmi bir görsün. Kıyısından bucağından karışmış herkes bütün kavganın kendi dâhil olduğu yerde ve o şekliyle gerçekleştiğini zannederken, meseleler içinden çıkılmaz paradokslara dönmüş vaziyette.
“Ahlâk davası ne olacak?” diye soruyorsun, cevab “dur şimdi, ben kavga ediyorum.”
“Rejimden kaynaklanan sıkıntılar ne olacak?” diye soruyorsun, cevab “rejimde sıkıntı yok, kavga var, dur bi.”
“Özgürlük diye her türlü pisliğin açıkça yapılmasına müsaade ediyor olmanız?..” Cevab, “dur be kardeşim, görmüyor musun, kavga ediyoruz.”
Ne adamlar var ya... Bu kavganın selâmetle nihayete erdirilmesi için, “bütün fikrin gerekliliği”ni, tüm bu kavgaların her alanda ve her sahada topyekûn verilmesi gerektiğinin ehemmiyetini göremeyecek; fakat “bütün resme bakıyorum” edasıyla, kendi içinde bulunduğu kavgaya kafasını gömüp, gerisine kör ve sağır kalacak kadar sığ adamlar. Dövüyor olsalar bari... Hakikaten de zor, hele ki bu kadrolarla, zordan da zor.
***
Böylesi değişken konjonktürde lâzım olan şey sadece tek bir şeydir: “Muhkem bir dünya görüşü”. Karşına ne çıkarsa çıksın, her ne olursa olsun, o dünya görüşüne göre hareket edeceğinden, hamleler ancak böylelikle birbirini çelici olmaktan çıkar, verimli hale gelir. Böylelikle hem kendin de bir şahsiyet olursun ve düşmanını tanımlaman, tanıman kolaylaşır. Aksi takdirde, sebebler ortadan kaldırılmadıkça, herkesin farklı alanlarda ve sahalarda girişmiş olduğu bu kavga bütünleşmeyeceği gibi, sonsuza kadar bir paradoks hâlinde kör dövüşüne döner ve sürer gider. Neticesinde de kimse bir şey elde edemez, ettiği kavgada aldığı yara bereyle kalakalır. En basitinden, bugün bu kadar kavga şamatası kopartılırken, kapitalist ekonomik sisteme entegre bir kalkınma modelinden bahsederken bile, düşmanını tanımadığın gibi bir de onu yaşatıcı, ona hizmet edici olduğun ortaya çıkıyor. Ne kadar da yazık değil mi?
Düşman son derece net bir şekilde tanınmaz ve tanımlanmaz, siyasetten ekonomiye, kültürden eğitime kadar her planı kuşatıcı, toplum ile ferd arasındaki meseleleri de aynı zamanda çözüme kavuşturucu bir yol haritası çizilmez ve uygulanmazsa, belki bu kavga bir süre daha kaybedilmez; fakat emin olun ki hiçbir zaman nihayete de ermez!
Baran Dergisi 490. Sayı