Modern Çağ ve Endüstriyel Uygarlık birbirine bağlı iki temel üzerinde yükselir: Bunlardan birisi ulus devlet, diğeri de dünya çapında örgütlenmiş, sınırsız esnekliğe, değişim ve uyum kapasitesine sahip kapitalist sistemdir. Sistemin idaresi global sermaye oligarşisinin tekelindedir. Sıradan insanların hakkında hiçbir şey bilmedikleri, ciddi iktisat eğitimi almış kişilerin bile ekonomik kavramların karmaşıklığı içinde kaybolup gittiği, incelikli bir sanat isteyen piyasa hareketleri ve karmaşık kredi düzenlemelerine bağlı döviz değişimleri, sadece bu ayrıcalıklı azınlığa açıktır. Sistemin yapılarında beden gücünün yerini alan makineler etkin, ürünlerin istihsali kitlesel ölçekte ve standarttır. Topluma hâkim olan kültür, tıpkı ürünler gibi insanı da standart hâle getirip tüketen, mânen iflas etmiş içi boş bir görüntüye dönüştürüp fosilleştiren kitle kültürüdür. Bu kültürün insanını harekete geçiren yegâne şey maddedir, insan kendi ürettikleriyle harekete geçirilir. Rutine bağlı; yitirilmiş, yaratılış gayesine aykırı bir hayat sürer, kalıcı olanı, gelip geçici, uçucu olanda tüketir, hakikati aramak yerine onu kendisi üretir. İnsanın hüsran ve talihsizliği de burada yatar, başına gelen tüm felâketler de bu yüzden gelir. Lâkin gaflet, yanılma ve unutma ruhu sardığı zaman, göz şeylerin içyüzünü göremez. Yaşadığı felaketlerin arkasından hayret ve ibret gözüyle bakamaz. Keşke bakabilseydi… Belki bakışı başkalaşır, kapitalist tarihi daha iyi “okur”, bâki olanı fâni olanda tüketmezdi.

Gerçekten de, kapitalist tarih uzun refah dönemlerinden çok krizlerle ve krizlerin sebep olduğu trajedilerle karakterizedir. Refah dönemlerinde mâli iktidarla devlet kurucuları arasında bir uyum ve denge olsa da, kriz dönemlerinde ve mâlî sermayenin finansallaştırılması süreçlerinde bu denge mâlî güçler lehine değişim gösterir. Fakat, tümü birbirine bağlı, birisi çökünce hepsi çökecek olan az sayıdaki mâli yapının çöküşü büyük riskler barındırdığı için, kriz yeniden ortaya çıkacağı günü beklemek üzere uykuya yatırılır, mâli iktidarla siyasî iktidar arasındaki denge yeniden kurulur ve ehven-i şer kabilinden de olsa sistemin devamı sağlanır.

Lâkin yayılma, dağılma ve büyüme sonsuza dek süremeyeceğine göre, nihaî krizini yaşayan, tabiî sınırlarına ulaşmış, yozlaşmış paraya dayalı sistemi artık yeni ve daha gelişmiş yapılar üzerinde yeniden yükseltmek mümkün olmaz. Krizler kalıcı hâle gelirken, yozlaşan para da temel fonksiyonunu; üretim aracı olma ve rezerv para konumunda kalma özelliğini yitirir. Çöküşün en büyük habercisi olan kurumsal dejenerasyon artar, illegalite devlet politikası hâline gelir. Resmî ve düzenli yapıların karmaşıklığı, büyüklüğü, tâbi oldukları yasal düzenlemelerin katılığı, gayri resmî ve düzensiz yapıları doğurur. Kapitalizmin lider ülkesi olan hegemon güç, güç paylaşımına gitmek zorunda kalır. Bu bir zâfiyet belirtisidir ve meşruiyet krizine dönüşmesi kaçınılmazdır. Günümüzde hem kapitalizmin lider ülkesi Amerika bu zâfiyetle mâlül hem de mâlî güçlerle siyasî güçler arasındaki denge bir daha kurulamayacak biçimde bozulmuş vaziyette. Bu da ciddi felaketlere, tehlikelere, krizlere ve koyu bunalım dönemlerine davetiye çıkarıyor. Dolayısıyla, sadece ormanlar yanmıyor, tabiî sınırlarına ulaşmış sanayi toplumu uygarlığının siyasî, iktisadî ve askerî tüm yapıları yanıyor.

Tarihin en büyük ekonomik ve ekolojik krizi kapımızda. Modern devlet yapısı çözülüyor. Dünya müthiş bir iflâsın eşiğinde, küresel ve sistemik felâkete doğru hızla ilerliyor. 2008 finansal krizi hem kapitalizmin tarihinde ciddi bir kırılma noktası hem de yaklaşmakta olan büyük finansal felâkete giden yolda önemli bir uyarıydı. Ne var ki, büyük sermaye sahiplerinin ve Amerikan ulus devleti ile bilgi ekonomisindeki yeni müttefiklerinin geçmişten getirdikleri, hâfızalarında yer eden bilgi doğru olmadığı için, gelecek hakkında geliştirdikleri kurallar, geçmişten geleceğe yaptıkları projeksiyonlar da doğru olmadı ve yollarını aydınlatmadı. Yeni sistemin yeni yapılarını kurma hususundaki anlaşmazlıklar büyük bir hesaplaşmaya dönüştü.

Yeni kapitalist güçlerin ortaya çıkmasını istemeyen büyük sermaye sahipleri kontrollü kaosla gelmekte olan finansal krizi hızlandırıp para politikalarıyla denetimleri altına almak, Çin’le birlikte paraya dayalı ekonomiyi sürdürmek isterken; Batılı olmadığı için Çin’i istemeyen Amerikan ulus devleti ve dijital teknolojinin sahibi olan yeni müttefikleri kontrollü kaos senaryosunu akâmete uğratma, endüstriyel toplumları dönüştürme; ahlâkî, siyasî ve içtimâî düzeni bilgiye dayalı ekonomi ekseninde değiştirme emelinde.

Hani, “pis insanın pis kokusu kendinden önce gelir” diye bir tâbir vardır ya; hayatlarına el koydukları insanların sefâletiyle alay edercesine sefâhat düşkünü pis insanların pis kokusu yine dünyayı sarmış durumda… Pis kokularına kendileri de tahammül edemez hâle gelmiş olmalı ki, bir an önce dünyadan kaçma, gezegenlerde koloni kurma, yeryüzünden sonra gökyüzünü de ele geçirme, kendilerine itaat ettirme derdindeler.

Önemli ve anlamlı tarih ve toplum felsefecilerine göre 20. Yüzyıl, muhtemelen insanlık tarihindeki en koyu ve netameli bir bunalım dönemiydi. Toplumların büyük bir kısmını köklerinden söktü, yıktı, yaraladı ve yok etti. Alıştıkları dünyanın yok olduğunu gören mutsuz, umutsuz ve sahipsiz kalan insanlar kendilerini; “Bu hâl neyin nesi? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Tüm bu olup bitenin sorumlusu kim? Beni, ailemi, ülkemi neler bekliyor? Başımıza daha neler gelecek?” sorularının baskısı altında buldular… Bulduklarıyla da kaldılar ve fenâ hâlde aldatıldılar… Her türlü kötülüğün, zulmün ve vahşetin içinden kolayca sıyrılan ve hiçbir vicdan azabı duymayan “şeytanî akıl”, kitlelerin trajedisini eğlenceye, etkinliğe tahvil edip büyük paralar kazanırken, kendilerini çaresizliğin ezilmişliği içinde hisseden insanlar, kapitalist dünyanın ödülü olarak ellerine tutuşturulan oyuncakların sarhoşluğu içinde kayboldular. Nihayetinde de, “eviyle işi, dişiyle eşi arasında mekik dokuyan”, rutine dayalı; yitirilmiş hayatın, “gönüllü ve mutlu köle”si oldular.

21. yüzyıldayız, insanlık yine koyu bir bunalım döneminden geçiyor ve yine aynı sorular başta düşünürler olmak üzere, akıl iz’ân sahibi her insanı sıkıştırıyor. Yerinden-yurdundan edilen, çoluk-çocuğuyla yollara dökülen, trajedilerini sırtlarında taşıyan mülteciler yine denizlerde boğuluyor… Kurtulanlar bir lokma ekmeğe ve bir yudum suya muhtaç hâlde, çok zor şartlar altında ayakta kalmaya çalışıyor. Bu kadarını bile bulamadığı için ölen onbinlerce insan var. Tıb, ilâç sanayi tarihin görmediği boyutlarda gelişmiş durumda, fakat bu gelişmişliğe rağmen aşı olamadığı için her gün yüzbinlerce çocuk ölüyor. Hollywood filmleri üzerinden biçimlendirilen ve dünyayı teslim alan, acıyı da günahı da benimsemekten uzak Amerikan ruhsuzluğu ise, yaşattığı bu acılardan hiçbir rahatsızlık duymuyor. Tam aksine, Batı insanının tabiatında mündemiç adaletsizlikler, hukuksuzluklar ve tahakküm biçimleri artarak devam ediyor… Hangi metodlarla olursa olsun, topraklarına el koyduğu ülkelerin insanıyla alay edercesine, yaşattığı trajediye “özgürleştirme misyonu” demeyi kendinde bir hak olarak görüyor.

Dolayısıyla, yüzlerce yıldır bilimini, tekniğini insana karşı ve insanı yok etmek için kullanmış bir kültürün insanının, insanlığın hayrına da olsa, çıkarlarıyla çelişen bir iş yapabileceğini ummak, zâlimin mazlum gibi düşünebileceğini beklemek fazla safdillik olur. Onun için, yaklaşmakta olan finansal felâketin yeni bir üretim modeli olarak bilgi ekonomisinin önünü açacağını, kapitalizmi yok etmese bile ciddi bir biçimde gerileteceğini, bilgi toplumuna geçişin mutlaka huzur ve istikrar dönemine bir geçiş olacağını söyleyenlere şüpheyle bakmak gerekir. Zira, Batı bilimciliğinin radikal bir yenilik olarak sunduğu pek çok bilgi, keşif ve buluş hem şaibeli hem tehlikelidir. Hiçbir insan aklı, toplumların hayatında kısa bir zaman dilimine denk düşen iki-üç yüzyıl gibi kısa bir sürede, radikal bir yenilik olarak sunulan bu îcadların sonuçlarını tüm uzantılarıyla kuşatamaz. Bunların sonucu olarak insanlığı hangi faydaların yahut hangi felâketlerin bekliyor olacağını öngöremez.

Bilgi ekonomisi ile ilgili iyimser tahminlerde bulunan fütürist ve ekonomi uzmanlarının öngörülerinin doğru olduğunu kabul etsek bile, yeni sistemin yeni yapılarında yeni teknolojiler etkili olacağına göre, bilginin tekeli de dijital teknolojinin ve sosyal medyanın sahibi şirketlerin elinde olacak demektir. Dolayısıyla, söz konusu şirketlerin denetiminden geçmeyen bilgi, bilgi olarak değer bulmayacak, paylaşılmayacak, sansürlenecek ve manipüle edilecektir. Böyle bir uygulama sadece programlandığımız, öğrenmeye hazır hale getirildiğimiz bilgiyle yetinmek zorunda olduğumuz anlamına gelir ki; bilgimiz artsa bile, bilmeyi bilici hâle gelmekteki konumumuzda bir değişiklik olmayacak, tam aksine; edindiğimiz enformasyon arttıkça zihin karışıklığımız, cahilliğimiz ve kendini beğenmişliğimiz artacaktır. Tâ ki, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın hazırlıklarının yapıldığını, asıl hedefin bedenlerimiz ve zihnimizi ele geçirmek olduğunu bilelim!

Dolayısıyla, sadece internetin sağladığı kolaylıkları alt alta sıralayıp küresel medyanın uyuşturduğu beyinleri, sosyal çöplüğe dönmüş sosyal medya üzerinden kusulan hezeyânları gözardı etmek, asıl hedefin “insan”ı ele geçirmek olduğunun üzerinden kuru bir mantıkla atlayıp parça parça hakikatlerle bütünü kuşatmaya soyunmak, abesle iştigâl olur ki, insana ve topluma ait meselelere kendisinin tamir edeceği makine gözüyle bakan “zeki ucube”lere has bir iştir... Bütünü kuşatamadığınız gibi idaresi de elinizden kaçacak, yanlışın kendi doğrularını doğurduğu bir süreçte, dünya düzeni hâline gelen yalan iktidarını sürdürecektir. Zira, insanın değişmediği bir yerde hiçbir şeyi değiştirmeniz mümkün değildir. Dahası, “kazanmak kaybetmekledir.” Gelenin ne getirdiğinin ve gidenin ne götürdüğünün hesabını iyi yapmanız gerekir. Aksi takdirde, hamâkatiniz hasebiyle öyle bir iş işlersiniz ki, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz.”

Onun için, yeni sistem ve yeni yapılarının kuruluşu söz konusu olduğu zaman, bu yapıları yenileyecek insanın da, Hakk’tan bir olarak çıkan ve âlemin suretlerinde çoğalan, kendisini yenileyecek ve arındıracak bilgiyi kabule istidadının olması gerekir. Zira, hakikat cüz’i değil küll’i akıl’ın emrindedir… Mayası gizli, taşıdığı sır ağır, tâkat getirmesi güçtür, her bakan göze sırrını vermez. Elde etmek için Küllî Akıl’a ait melekelere ünsiyet kesb etmeniz gerekir. Ancak, kesb edeceğiniz ünsiyet varlığa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nuruna iştirakiniz nisbetinde olacak, tecelli nuruna iştirakiniz de, Allah ve Resulü’ne olan sevginiz ve Onlar’ın sevdiklerine duyduğunuz sevgi nisbetinde gerçekleşecektir. Bir ve bütün olan âlemin karşısında bütün bir insan olarak durabilmenin, bir ve bütün olan âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kuşatabilmenin biricik yolu budur.

“Gaybı bir tek Allah bilir, bir de Allah’ın bildirdikleri.” Gerçek âlim, bildiren olmadan gaybın bilinemeyeceğini bilendir. Zira, “İlim insanın cehlini alsa da ahmaklığını almaz.” Bilgisi artsa da bilgeliği artmaz, “öğrenimli cahil” olarak kalır, ârif olamaz. Dolayısıyla, Sanayi Toplumu Uygarlığı devam etse de Bilgi Toplumu Medeniyeti’ne geçilse de, zihinlerde belirleyici olan kodlar yine kuru aklın kuru bilgisinin ürünü olan Batı kültürünün kodları olduğu sürece, değişen pek bir şey olmayacaktır… İnsanı arındıracak ve yenileyecek, hakikatleri bulundukları hâl üzere görmemizi temin edecek bilgiye sahip olmadığımız müddetçe, insanî hasletleri yine teknolojik donanım belirleyecek, akıllı oyuncakları “akılsız” insanların ellerine tutuşturma hamâkati yine devam edecektir. Mutlak olan ve unutulmaması gereken bir şey varsa, o da şu: İdeal bir devletin ancak “MUTLAK FİKİR” temelinde kurulabileceği, bunu da ancak üstün bir yaradılışa sahip insanların kurabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir.

Netice itibariyle, bizden gizlendiği için ekonominin ne denli açmazda olduğundan haberimiz olmayabilir. Fakat, dünyanın daha önce hiç olmadığı kadar küresel bir çöküş tehdidi altında olduğu da bir gerçek. Bu büyük finansal felaketin merkezinde de başta A.B.D. ve Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere, Amerika’nın himayesinde “onur üyesi” olarak kapitalist ülkelerle aynı masaya oturan Japonya var. Krizden en çok etkilenecek olan da ilk sanayileşen bu ülkeler olacak. Dolayısıyla, yollara dökülen, sınırlara yığılan, denizlerde boğulan mülteciler sırtlarında sadece kendi trajedilerini taşımıyor, sanayi toplumu uygarlığının tabutunu da taşıyorlar.

Aylık Dergisi 204. Sayı Eylül 2021