Son yıllarda siyasî iktidara yönelik olarak gerçekleştirilen operasyonlardan sonra, hükümet cihazı işi gücü bırakıp savunmaya geçti. Ergenekon, Balyoz, Gezi, Cemaat derken, iç ve dış politikada mevzi tutmaya çalışan, bunun karşılığındaysa devlet cihazını işletmenin gereğini unutan hantal bir yapı karşımıza çıktı. İş yapmak ve yapılan işin üzerinden gerçekleştirilen tartışmalar, bir süre sonra yapılmayan, yapılmamış ve hattâ yapılmayacak işlerin lâf dalaşını yapmaya dönüştü. Hâl böyle olunca da bir zaruret hâlinde devletin ne olduğundan, niçin devlet diye bir müessese olduğundan başlayıp, aktüel meselelerde devlet olmanın gereğini konuşalım istedik. Öyleyse evvelâ devlet ile başlayalım.
 
Devlet Mefhumu
Devlet mefhumunun ne olduğu yahut ne ve nasıl olması gerektiği hakkında bugüne kadar birçok fikir öne sürülmüştür. Çeşitli veçhelerden bakarak devlet mefhumuna yönelik yapılan tariflerden bazılarına kısaca yer vererek başlayalım.

Devlet felsefesi alanında fikir beyan eden filozoflardan Platon’a göre devlet, “birlikte yaşama zorunluluğundan doğan”, Aristoteles’e göre “doğal bir oluşum”, Ancillon’a göre “dil gibi içtimâiyattan doğan”, Hobbes’a göre “herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan”, Rousseau, Spinoza ve Locke’a göre ise “toplum sözleşmesinin sonucu”, Fichte için “saf insan amacının yüce aracı”, Schelling’e göre “mutlak olan”, Hegel’e göre “ilâhî fikrin yer yüzünde billurlaşmış hâli”, Cicero için “hukukun neticesi”dir.

Yukarıdaki tarifler, çeşitli bakımlardan doğru olmakla beraber, devlet; bir mefkûreye bağlı olmak kaydıyla, sınırları içinde yaşayan insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve iradî faaliyetlerini ahenkli hâle getirmek ve dışa dönük olarak da bağlı bulunduğu mefkûrenin menfaatine göre siyaset belirleyen ve icrâ eden en büyük içtimâî müessesedir. Dolayısıyla fertten başlayarak cemiyete kadar ortaya çıkan her türlü mesele, aynı zamanda devletin meselesidir. Devletin, fert ve cemiyetin din, ahlâk, hürriyet, hayat tarzı, gelenek, edebiyat ve hattâ sanat gibi meselelerinden kendisini tecrit etmesi, içtimâî bünyenin en büyük müessesi olma vasfını yitirmesine sebeb olur ki; o zaman kudsiyet atfedilen “devlet” ortadan kalkar ve onun yerine adeta özelleştirilmiş, hizmet sektöründe faaliyet göstermek üzere işletilen kamu müesseseleri doğar.

Topluma taban tabana zıt bir devlet müessesesi yerine daha esnek ve hattâ birçok bakımdan pragmatist olan bir değişim ilk başlarda her ne kadar toplum tarafından hoş karşılansa da, bir süre sonra hareket alanında meydana gelen genişleme ile beraber devlet, eskiden konuşulması bile mümkün olmayan daha büyük ve içinden çıkılması güç esaslı sorunlarla baş başa kalır. Fikirsiz, idealsiz, günü kurtarmaya dayalı pragmatist bir devlet teşekkülü, bu meseleleri çözüme kavuşturmak bakımından acizdir.

Hâl böyle olunca da milletin gözüne hoş gelen münakaşa iklimi azdırılır, taraflar hayâsızca birbirine lâf yetiştirir ve bunu da sanki bir dava adına yapıyor(muş) gibi yaparak meseleler çözülmek yerine perdelenir. Bu vaziyetin bir diğer neticesi de, hâl ve fasl edilmesi için her biri diğerine bağlı olan meselelerin yalnızca kimilerini çözerek sonuç alınacağı zannedilmesidir. Buradan çözümler değil, bilakis çözümsüz paradokslar doğar.

Sözün başına dönecek olursak, böylesi şartlardan çıkmanın ve her ne kadar farkında olunmasa da bugüne kadar ki tüm meselelerden daha ehemmiyetli olan bu mevzuun hal yoluna konması için en başta bir mefkûreye, ideale ihtiyaç duyulmaktadır. Bu olmadan yapılan hiçbir iş, hiçbir icraat “niçin?” planında kendisini izah edemez, birbirini çeldiğiyle kalır.
 
Aktüel Plan
Türkiye’deki ahlâkî yozlaşma, tarihinde hiç olmadığı kadar su yüzüne çıkmış vaziyette. Dikkat ediyorsanız, ahlâkî yozlaşma oldu demiyoruz, hiç olmadığı kadar su yüzünde diyoruz. Cemiyetin haklı hürriyeti sağlanacak diye ferdî hürriyet alanında meydana gelen tersinden genişleme, bugün ortaya çıkan manzaranın başlıca müsebbibidir. Aslında buraya kadar son derece tabiî bir durum; ta ki doğan manzarayı idrak edip meselenin çözüm yollarını aramak yerine devleti bu meselenin tarafı olmaktan çıkarana kadar... Devlet, hürriyet alanında söz sahibi olmaktan çıktığı ândan itibaren, bilhassa bizim gibi doğulu toplumlarda açılan ve açılacak olan yaraları bir daha kapatmak mümkün olmayabilir; yahut mümkün olsa da çok fazla acı çekilmesi gerekir. Din, ahlâk, hayat tarzı ve hürriyet planlarında devletin meseleye müdahil olması şarttır ve bunun için de ferd ile toplum arasındaki meseleleri çözüme kavuşturacak bir fikir örgüsü, zaruret hâlini alır. Ve ancak o zaman, devlet müessesi hizmet sektöründe faaliyet gösteren bir şirket olmaktan çıkar ve devlet olur.

Aynı bahsi dış politikadan alalım. Senelerdir “dış mihrak” ve “üst akıl” kelimelerini bu memlekette ezberlemeyen kalmadı. Peki devlet bu “malûm meçhul” dış mihrak ve üst akla karşı ne yaptı? Bugün Türkiye sınırları içinde, yalnız belli başlı devletler eliyle dağıtılan silahlarla senin askerî helikopterin vuruluyorsa, şehirlerinde bombalar patlıyor, yerleşim yerlerin bir daha kullanılamaz hâle geliyor, devlet sırları kirli çamaşırlar gibi ortalıkta geziyorsa, o üst akıl, dış mihrak her kimse onu veya onları açıklamak ve gereğini yapmak zorundasın. Meselâ, PKK’nın TSK helikopterini vurduğu Manpad’i Rusya mı verdi? O zaman gideceksin, belgeleyeceksin, millete arz edeceksin ve ardından da polis, asker neyse göndereceksin, Rusya adına bu topraklarda iş gören elçiliklerden başlayarak ne kadar çalışanı ve satın aldığı varsa bileklerine kelepçeyi takacak, uçağa bindirip ülkesine postalayacaksın. Amerika mı? Hakeza, sokacaksın askerini İncirlik üssüne, ne kadar adamı varsa kafasına çuvalı geçirecek, uçağa bindirip ülkesine göndereceksin. Bak o zaman bu millet sana nasıl teveccüh ediyor, bugüne kadar aldığını zannettiğin oylar, kazandığını zannettiğin zaferler nasıl yaya kalıyor. Ama yok, bunları yapmayacak, yapamayacaksan, bari konuşma. Dış mihrakı ben söylersem, üst akıldan ben bahsedersem olur da, sen icra makamının başında millete dedikodu yapamazsın.

Amerika, Rusya, İran, Suriye, Mısır, Irak, PKK, PYD, YPG hep aynı hikâye. Ya gereği?.. Konjonktür, müttefik falan gibi kelimeleri telaffuz edeni artık dinlemek istemiyoruz.
 
***
 
Hâsılı kelâm... Hedefini gösteren haritası, istikâmetini gösteren pusulası, hep beraber çalışan tayfası ve karşılaşılacak nice fırtınadan ve badireden gemiyi geçirip hedefine selâmetle vardıracak bir kaptanın yoksa, devlet de yok demektir.  Artık bir idealin benimsenmesi, bu ideale götürecek ideolocya örgüsünün hayata geçirilmesi, cemiyetin bu mefkûre etrafında buluşturulması ve tepedekilerin bu ölüm-kalım savaşının gerçekten iliklerine kadar hissetmesi lazım. Aksi takdirde memleketin gidişi iyi değil. Ya yapın ya da yapana engel olmayın ki vebalinden kurtulun…
Baran Dergisi 492. Sayı