Başlangıcından günümüz dünyasına kadar İslâm, hayatiyetini ve dinamizmini sürdüren faal bir güç olma özelliğini hep korudu. 1970’lerden başlayarak, İslâmî hareketlerin performansı herkesi şaşkına çeviriyor. Önceleri kâle alınmayan hareketler, bugün gelinen noktada hadiselerin akışını değiştiren; gündemi belirleyen faal konuma yükseldi. Bu durum modern dünyada şaşkınlığa sebep olurken, politika üretenler panik içinde sürekli komplo senaryoları üzerine kafa patlatıyor. Daha yakın zamana kadar,dinin sosyal hayattan çekildiği ve insanlar üzerinde tesirini yitirdiğine dair iddialara doğru gözüyle bakılıyordu. Genel geçer kabule göre, modernizmin dinin etkisini yok ettiği, toplumsal ve siyasal hayatta dinin tesirini yitirdiği ve bunun modernleşmenin tabiî bir sonucu olduğu konusunda hemen hemen herkes hemfikirdi.
Her geçen gün sayıları artan cemaat ve devletin hukuki yapılarını, İslâm hukuk’u ışığında yeniden gözden geçirdiği; sistem çapında ictimaî programların üretildiği ve dünyanın bir çok yerinde cihad şuuru ile mücadele örnekleri gördüğümüz bir dünyada,artık hiç kimse, İslâm’ın nüfüz ve etkisini yitirdiği; sadece halkın nezdinde geleneksel bir fonksiyon ifa ettiği,devlet politikasında bir araç olduğu tezini ileri süremez.
İslâmî mücadelenin son zamanlarda kazandığı güç ve canlılıktaki ivmeyi,etkinliğini yitirmekte olan bir dinin son çırpınışları olarak değerlendirmek ve bu değişim sürecinin ister istemez modern, laikleşmiş bir topluma doğru evrileceğini düşünmek, geniş İslâm tarihi boyunca, İslâmî mücadelenin gösterdiği devamlılık ve değişimi okuyamamaktır. Hiç bir inandırıcılığı yoktur. Mevcut canlılık ve hareket,baştan beri var olan ana damarların devamıdır.Bu mücadeleyi, din kisvesi altında sürdürülen milliyetçilik veya sosyalist menşe’li hareketler olarak değerlendirmek, altında yatan İslâm kaynaklı anti-emperyalist çabayı görmemek, İslâmî bir hassasiyetten kaynaklanan toplumsal dönüşüm gayretlerini inkâr etmektir. Bu tarz bir yaklaşım, sadece ekonomik ve lâikleşmiş bir bakış açısının ürünüdür. Tarihi şartlar değiştikçe, islâmî mücadelede canlılık ve inancını yitirmeden; ana damarlarından kopmadan, değişen şartlara göre farklı şekiller kazanarak devamlılığını sürdürmüştür. İslâm’ın performansını, yalnızca modernizmin geleneksel toplumlara soktuğu fikir ve kurumlara karşı dini ve sosyal bir reaksiyon olarak görmek, islâmî tecrübeden habersiz; hadiselere oryantalist bir perspektiften bakan, modernizm bağlamında bir değerlendirmedir.İslâmî boyuttan yoksun,yanlış bir modele uyarlama çabasıdır.
Merkezi otoritenin zayıfladığı, yönetimde zaafiyet görüldüğü dönemlerde, menfaat şebekesi gibi çalışan ve kendi inisiyatiflerinde olmayan her gelişmeye karşı çıkan müesses nizamın güçleri, bir taraftan güçlerine güç katarken, diğer taraftan olumlu her gelişmeye milletin,memleketin âlî menfaatlerine halel geldiği iddiasıyla bu gün olduğu gibi dün de cansiperâne göğüs germişlerdir. Batı tahakkümünü iyice üzerimizde hissetmeye başladığımız; neredeyse İslâm aleminin çok az bir kısmı dışında, tamamının Batı’nın kuşatması altına girdiği 19. yüzyıldaki gelişim ve dönüşüm çizgilerine baktığımızda görünen: En başta,batı hâkimiyetinden kurtulmak için verilen bir bağımsızlık mücadelesi, akabinde devlet bağımsızlığını kazanmakla beraber, bağımsızlığı verilmeyen dini veya millî toplulukla devlet arasında yaşanan gerilim ve bunun doğurduğu sorunlar, gelişim ve dönüşüm çizgilerinin ikinci aşamasını oluşturdu. Son merhalede, millî hedefler ve dışarıdan kopya edilerek ithâl edilen temel devlet kurumlarının nitelikleri üzerinde devlet-millet fikir birliğinin sağlanamaması, hiç bitmeyecek sorunları da beraberinde getirdi. Devletler bağımsızlığını kazanırken, liderlerin ilk işi uyarlamacı modellere sarılmak oldu. Hâkim tavır, şahsiyetsiz ve özür dilemeci bir duruş sergilerken, lâiklik ve milliyetçilik hep empoze edilen; yerleştirilmeye çalışılan ideolojiler oldu. İslâm bireysel bir mesele olarak görülüp,siyaset ve toplum hayatından dışlanırken,aynı zamanda geri kalışımızın sebebi olarak lânse edildi. Böylece, “imanında da inkârında da zayıf, köpek soyundan nesiller”in yetişeceği fidelik hazırlanmış oldu. Aslını inkâr eden, modernleşmeyi teknolojik seviyede benimseyen, ama kültürel düzeyde içselleştiremeyen;parçası olmaya çalıştığı dünya ile de ilgisi olmayan, apışmış tipler yetiştiren bir fidelik.
Üzerinde önemle durulması gereken esas mesele ve sorulması gereken asıl soru: “İslâm’ın neden başarısız olduğu” sorusu değildir.Zira, islâm’ın başarısızlığı falan söz konusu değil. Sorun daha komplikedir ve şöyle sorulmalıdır: Modern ve küresel tecrübe bağlamında bütün bu kuşatılmışlığa;yerli ve yabancı işbirlikçilerin yüz yıllardır süren ihanetine rağmen, islâmî mücadeleye hayatiyet veren ana fikir ve his nedir? İslâmî harekete her dönem dinamizm ve canlılığını kazandıran esas saikler nelerdir?