Gibraltar, İngiliz dominyonu olmasına rağmen küçük bir devlet olarak da düşünülebilir. Köşesinde Britanya Krallığı sembolü olan ve kırmızı zemin üzerinde beyaz renkli hisar şeklinde bir bayrakları vardır. Bu ülkeye niçin Gibraltar (Cibraltar diye okunuyor) denilmiş biraz da o konuya değinmeye çalışayım.
Asıl ismi Cebelitarık olan bu yarımada İngiliz dilinde bozularak Gibraltar adını almış. Peki, neden acaba Ceziret-ü Tarık (yarımada) değil de Cebelitarık, (dağ) denmiş biliyor musunuz? Çünkü bu yarımada üzerinde adeta yekpare bir taşa benzeyen bir dağ var. Dağın batı tarafı küçük bir körfeze bakıyor ve tek yerleşim yeri de burada bulunuyor. Bu ülkeye şehir-devlet denilebilir, zira başka bir yerleşim yeri yok. Cebelitarık yarımadaya göre oldukça yüksek bir dağ ve belirli bölgelerde denize 90 derece eğimle iniyor yani sarp uçurum. İngilizler bölgede su imkânı kısıtlı olması sebebiyle dağın yamacına yağmur göletleri kurmuşlar. Ayrıca dağın içi askerî maksatlı tünellerle dolu. Dağın tepesinde bir gözlemevi var. Stratejik önemi dolayısı ile İngiltere bu yarımadayı hiçbir zaman gözden çıkarmamış. Burada İspanya ile kavgalı olmasına rağmen asla toprağından vazgeçmek istemiyor.
İspanyolların İngilizlerden nefret ettiğini anlamak için uzman olmak gerekmiyor. Zira Yarımada her taraftan ablukaya alınmış. Karadan giriş çıkış son derece sınırlı. Genellikle deniz ve hava yolu ile giriş çıkış yapılıyor. İspanya ile sınır neredeyse birkaç yüz metre boyunda. Yarımada ile “nötral zon” dedikleri ara bölge var. Bu bölgenin hemen yanında denizi doldurarak elde edilmiş küçük bir havaalanı var. Havaalanı küçük ama uçaklar devamlı inip kalkıyor. Zira ada geçimini daha çok turizmden sağlıyor. Balıkçılık ve akaryakıt temini de önemli bir geçim kaynağı olmuş.
Dağın güneyine “Europoint” adını vermişler. İlginç olan şey burada mimarisi çok güzel olan büyükçe bir camii var. Adada az sayılmayacak kadar Mağripli Müslüman yaşıyor. Şehri gezerken sık sık karşımıza çıkıyorlardı, selâmlaşıyorduk. İşyeri sahibi olanları da var. Akşam ezanını duydum fakat camiye yetişmek kısmet olmadı zira yakıt alımı bittiği için gemiye dönmek zorundaydım. Bir başka sefere nasip diyerek ayrılmak gerekti.
Bu arada küçük alış verişler de yapma fırsatı buldum. Beraber gezdiğimiz elektrik zabiti kulübeden telefon ediyordu. Babası sormuş Cebelitarık neresidir diye? Ben de Fas ile İspanya arasında bir yer dedim. Bir anda dükkân sahibi elini ağzına götürerek yavaş sesle konuşmamızı istedi. Elektrik zabiti şaşırmıştı ona İspanya adını telâffuz etmemesini söyledim.
Daha sonra dükkâncıya “niye konuşmayalım ki?” dedim. Bana İspanya’nın adını anmanın iyi olmadığını sorun çıktığını anlatmaya çalıştı. Demek ki İspanyollarla Avrupa Birliği’nde beraber oldukları halde bu bölgede ciddî problem yaşıyorlar.
İspanyolların güneylerinde bir çivi gibi duran bu ülkeden şikâyet etmeye hiçbir hakları yok. Zira kendileri de Ceuta ve Melila’da Fas devletinden benzer şekilde kara parçası almışlar. Gibraltar’a egemenlik vermek istemiyorlar ise kendilerinin de bu topraklardan çıkması gerekir. İngilizler, Gibraltar’da gerekli nüfus yoğunluğunu sağlayamadıkları için adaya Arap göçmen kabul ediyorlar. Güneydeki cami de bunun bir göstergesi. İspanya’ya karşı Arap kartını ortaya sürüyorlar. Buna mecburlar aksi takdirde adada yaşayacak İngiliz bulamayacaklar. Yukarıda değindiğim gibi İspanyol ablukası çok şiddetli. Ellerinden gelse nefes bile aldırmayacaklar ama yarımadada uzun yıllar boyunca kendi kendine yetecek kadar stok var. Sularını bile yağmurdan elde ediyorlar. Yakıtımızı bile ucuz olduğu için buradan aldık diğer şeyleri varın siz hesap edin.
İşte Cebelitarık boğazına adını veren ve Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında böylesine küçücük bir devletçik var. İngilizler her ne pahasına olursa olsun buradan vazgeçmek istemiyor. Fakat egemenlik için en önemli faktörlerden biri nüfus. Eğer halk yok ise bir toprak parçasını elde tutmak o kadar zor bir iş ki; İngilizlerin düştüğü durum ortada.
Brexit sonrası İngiltere, sadece Gibraltar da değil dünyanın birçok yerinde benzer bir sorunla karşı karşıya kalmış durumda. Kanada’dan Avustralya’ya, Güney Afrika Cumhuriyetinden Malvinas’a kadar yönetimi elinde tutmak için insan unsuruna ihtiyaç duyuyor. Fakat azalan nüfus burada da başa bela olmuş durumdadır.
Her ne ise; yolumuz Cebelitarık’a geldiği için bu ülke ile ilgili hatıralarımı bu şekilde dile getirmek istedim. Gibraltar’da yakıt ikmalimizi tamamladıktan sonra İspanya’nın Huelva limanına gidecektik.
Cebelitarıktan çıkınca Huelva limanına varmış oluyorduk. Oldukça geniş ve uzun olan nehir yolundan limana girdik. Burada 2008 ekonomik krizinin ne derece dehşetli boyutlara vardığını bir kere daha gözlerimle görmüş oldum. Zira koskoca liman neredeyse bomboştu.
Kılavuz kaptanımız eskiden gelen gemilerin yanaşmak için günlerce beklediğini fakat şimdi gemi olmadığı için hemen yanaştırdıklarını söyledi. Gerçektende bizim büyüklüğümüzde en az 50 gemi alabilecek limanda tek tük bir iki gemi vardı. Koskoca rıhtıma yalnız başımıza yanaştık.
Tahliye de pek çabuk sona erdi. 20 bin tonluk tahıl yükünü bir gün içinde boşalttılar. Bu arada Port State Kontrol adını verdiğimiz liman devleti kontrolü de geldi ve güzel bir denetim geçirdik. Artık elimizde altı ay boyunca geçerli olacak paris Memorandumuna tabi limanlar için denetim raporu vardı.
Bu ve benzer kontrollerde çok yararını gördüğüm bir hususu söyleyeyim. Hani Nasrettin Hoca’nın “ye kürküm ye” dediği ve insanların kılık kıyafetten ne derece etkilendiğini anlatan bir fıkrası vardır. İşte onun gibi denetimciler üniformadan çok etkilenirler. Gemimize geldiklerinde bütün personele üniforma ve iş kıyafetlerini giydiririm. Bu durumu işlerin ciddiyetle yapıldığının bir göstergesi olarak algılayan sörveyörler denetimleri esnasında gemi lehine tavır koyarlar. Raporlarına bazı önemsiz maddeleri yazsalar bile geminin kontrollerden başarılı bir şeklide geçtiğini de belgelemiş olurlar. Nitekim bu denetlememizde de aynen böyle oldu.
Bu arada İspanya’da ekonomik krizin bir göstergesi olabilecek ilginç bir durumu da yaşamıştım. Kargo şirketi ile gemimize yedek parçalardan oluşan 7-8 kiloluk bir paket gelmişti ve acentemiz bu malzemeyi getirmek için yaklaşık 1100 Amerikan Doları para istiyordu. Normalde 10–20 Dolara halledilecek bir iş için bu kadar çok para istedikleri için “bütün masraflarını bizden çıkarmak istiyorlar” düşüncesine kapıldım. Bu yüzden muayene için hastaneye gidecek personelimi dahi bir sonraki limanda göndermek zorunda kaldım.
Acentemiz herhalde krizden çok etkilenmiş olacak ki; işsizlikten dolayı en basit işlerde dahi yüksek paralar istiyordu. Fakat gemi kasası bu durum için uygun değildi. Sonunda yine kendileri zararlı çıktı. Mecburen sadece kargoyu teslim almak zorundaydım ve paralarını peşin istedikleri için gemi kasasından ödedim. Fakat diğer bütün işlerimi iki gün sonra varacağım Portekiz limanına erteledim. Nitekim burada çok az bir masraf ile gemi ihtiyaçlarını karşılamış olduk.
Baran Dergisi 550. Sayı