İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, geçtiğimiz hafta şüpheli bir ölüm ile aramızdan ayrıldı ve arkasında yanıtlanmayı bekleyen pek çok soru bıraktı. Geçirdiği beyin kanamasının tıbbî açıdan tabiî görünmediği, doktorlarının ifâdeleriyle sabit; çünkü kendisi yüksek tansiyon hastası değildi ve beyin kanaması geçirdiği esnada Yalova’daki evinin bahçesiyle meşguldü. Yani üzülmesine, sinirlenmesine, heyecanlanmasına vesile olacak bir sebeb ortada yoktu. Aksine, insanın toprak ve tabiatla meşgul olduğu zamanlarda vücudunun sükûn bulduğu bilinen bir gerçek.

İşin tıbbî, fizikî vesaire taraflarından önce, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimiz metodolojiyi vak’aya tatbik etmemiz gerekir. Zira Türkiye ve dünya siyasetinin içinde bulunduğu bu çalkantılı devrede, yapmış olduğumuz yayınlardaki hayrete şayan isabet ve tutarlılık, onun metodlarını kullandığımız ve onun ortaya koymuş olduğu fikirlere dayandığımız içindir. Buradan yola çıkarak Salih Mirzabeyoğlu’nun ölümüne sebebiyet veren beyin kanamasını da, yine onun gözünden değerlendirmemiz icab eder. İbda Mimarı, 2003 senesinde kaleme aldığı Telegram isimli eserde, bir yandan bu işkencenin adını koyarken, diğer taraftan maruz kaldığı Telegram işkencesinin vücudu üzerinde ne gibi tesirlere sebeb olduğunu da anlatmaya başlamıştı. Ölüm Odası B-Yedi adlı eserindeyse keza uzun uzadıya yaşadığı işkenceyi izah etmiş, bu cihaz vasıtasıyla da öldürülebileceğinin defaatle altını çizmişti. Tekrar, ölümüne sebeb olan beyin kanamasına dönecek olursak, artık herkesin bildiği üzere bu hadise cereyan etmeden birkaç hafta önce yapmış olduğu bir telefon konuşmasını bilhassa kaydettirmiş ve bu konuşmada da Telegram işkencesinin artık tahammül sınırlarını aşan dayanılmaz bir hâl aldığını, işkencecilerinin de eğer ki emir gelirse kendisini öldürmekle tehdit ettiklerini ifâde etmiştir. Dolayısıyla, biz her zaman olduğu gibi Kumandanımızın beyanını esas kabul ediyoruz ve ölümünün Telegramcılar tarafından gerçekleştirilen bir suikast olduğunu değerlendiriyoruz.

Nasıl?

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Telegram kelimesini kullanarak isimlendirdiği “Zihin Kontrol” tekniği, insan zihnini mutlak bir şekilde kontrol altına alabilen bir teknik olmasa da, insan beyni ve beyin vücud fonksiyonları üzerinde büyük tesir sahibi. Çalışma mantığına bakacak olursak daha iyi anlaşılacaktır sanırım.

Beynin kendi içinde ve diğer tüm uzuv ve organlarıyla kurmuş olduğu iletişim, sinir sistemi üzerinden taşınan elektrikî sinyallere dayanıyor. Yani biz kolumuzu oynatmak istediğimizde, beynin ilgili bölümünden, kolumuzdaki sinirlere, doğru hareketi yapmasını emreden sinyaller gidiyor. Benzer bir şekilde görme işleminde de, göz görüntüyü alıyor ve çeşitli sinyallere dönüştürdükten sonra sinirler üzerinden elektrikî sinyaller hâlinde beynin görme merkezine iletiyor. Telegram cihazı ise hedef alınan kişinin daha önceden tesbit edilmiş elektirikî sinyal kodlarını taklid ederek, sinir sistemini manipüle etmek suretiyle çalışıyor. Bu tabiî cihazın verici pozisyonunda kullanıldığı hâli. Bir de vücuttaki elektrikî sinyalleri alarak, cihazın başındaki kişiye ileten alıcı rolü var. Yani hedef alınan kişinin gördüğü görüntüleri, duyduğu sesleri cihazın başındaki operatöre iletmek üzere alıcı şeklinde çalıştığı hâli.
Vücudumuzdaki bütün sistemler, (dolaşım, solunum, endokrin, boşaltım vesaire) sinir sistemi üzerinden beyin tarafından kontrol ediliyor. Sinir sistemine yönelik olarak, dışarıdan doğru kodlarla yapılan bir müdahale, vücudu işleten sistemler ve uzuvlar tarafından beyinden geliyormuş gibi idrak ediliyor ve bunun neticesinde vücudumuz aktüel tabirle adeta “hacklenmiş” oluyor.

Telegram’ın öldürücü olabileceği noktasında bugüne kadar yaptığımız çalışmalarda, bizim gözümüz hep kalbin üzerindeydi. Yani Telegram vesilesiyle beyinden kalbe giden sinyallere yönelik bir müdahale gerçekleşmesi ve bunun neticesinde ani kalp krizi gibi öldürücü bir manzaranın doğmasından endişeleniyorduk. Çünkü literatürde bu cihazın öldürücü marifetleri konuşulurken ön plana çıkan hep kalp sektesiydi. Ne var ki, bunun tam tersi, yani kalbin, dolaşım sisteminin bir parçası olan atardamarlara, olması gerekenden fazla kan pompaladığı ve bunun neticesinde damar içinde artan kan basıncının beyin kanamasına sebeb olduğu bir manzarayla karşılaştık.

Yalova’da Salih Mirzabeyoğlu’na müdahale eden ve beyin ameliyatını da gerçekleştiren doktor, bu çapta bir kanamaya daha önce rastlamadığını ifâde etmişti. Oysa ki Salih Mirzabeyoğlu’nun beyin damarlarında herhangi bir anevrizma bulgusu da yoktu. Geçmişinde yüksek tansiyon da yoktu. Bununla beraber, Telegramcıların müdahale ederken dozu fazla kaçırmış olma ihtimalleri de, doktorun ifadesine baktığımızda ortadan kalkıyor, çünkü senelerdir bu işi yapan bir beyin cerrahının doktorluk hayatında gördüğü yüzlerce hasta içindeki en şiddetli beyin kanaması budur açıklaması, bu işin zorlandığını bize gösteriyor.

İbda hikemiyâtından öğrendiğimiz temel prensiplerden olarak, –dır ve –tır demekten her zaman kaçınmakta fayda var, eldeki verileri topladığımızda çıkan manzara bu şekilde. Bunun haricinde bir durum söz konusu ise de, Allahuâlem...

Neden Salih Mirzabeyoğlu?

Dünya çapındaki düzen değişimlerinin nasıl meydana geldiğinden bihaber olanların aklına en çok takılan sorudur belki de; neden bir siyasetçi, ekonomist, hukukçu, sermayedar değil de bu cihazın hedefi Salih Mirzabeyoğlu?
Aslında soru cümlemizi bağlarken de açıkça ifâde ettiğimiz üzere, Salih Mirzabeyoğlu, dünya çapındaki köhnemiş düzenin bütün değerlerini, İslâm’a Muhatab Anlayışın ışığında değiştirerek yeni bir düzene geçilmesi için yaşıyordu. Bütün hayatı boyunca fikir ve aksiyon planında bunun kavgasını verdi, bunun bedelini ödedi. Yani aslına bakacak olursanız Salih Mirzabeyoğlu dünya çapında Yaşanmaya Değer Hayat’ın senaristliğine soyunmuştu. Sinemada kuraldır, bir senaryo fikri eğer yeterince iyiyse, ona uygun aktörler her zaman bulunabilir ve o senaryo, her hâl ve kârda iş yapar. Dolayısıyla bu işlerin arkasında olanlar da aktörlerin aslında çok da önemli olmadığının, birinin gidip yarın yerine bir yenisinin geleceğinin, aslolanın ise fikir olduğunun şuurundalar. Bu sebeble her akıllı düşman gibi aslında doğru hedef üzerindelerdi. Bugün geldiğimiz noktada ise suikasti bir peşin fikir olarak kabul edersek, aslında cevablanması gereken “niçin” suâli doğuyor ki, bugünden sonra Türkiye, Ortadoğu ve dünya siyaseti ve düzeninin nasıl şekilleneceği hakkındaki cevab da bu suâlin cevabında gizli.

Telegram Niçin Başladı?

Salih Mirzabeyoğlu, 2000 senesinden Metris Cezaevine düzenlenen Noel Baba operasyonundan sonra Kartal Cezaevine sevk edildiği tarihten beri Telegram işkencesinden muztaribdi. Telegram’ın ilk başlardaki amacı, Salih Mirzabeyoğlu’nu çıktığı mahkemelerde rezil etmek suretiyle, onun üzerinden fikrini karikatürize ederek iğdiş etmekti. Bu dönemde Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Telegram’ı bilmediği için, ne ile muhatab olduğunu da bilmiyor, içinde bulunduğu vaziyeti tam mânâsıyla kavrayamıyor, hâlindeki değişimleri anlamlandıramıyordu. Hâl böyle iken mahkemeye çıkma günü yaklaştığında, “yaşamayı fikir, fikri yaşamak” bilen mizacı baskın çıktı ve fikirlerini korumak bahasına canını feda etmeyi göze alarak bileklerini kesti.

İlerleyen süreçte Telegram’ın ne olduğunu kavradı, hattâ bir dönem bu cihazın başında bulunan ekibi de deşifre etti; fakat yılanın kuyruğu diyebileceğimiz emekli Binbası İhsan Güven, aynı yılanın başına ulaşılmaması için karmaşık bir suikast neticesinde ortadan kaldırıldı.

Kartal’dan Bolu’ya sevk edilişinden sonra aslî gayesinden şaşmış olsa da Telegram işkencesi sürdürüldü. Daha önce onun zihnini ele geçirmek üzere kullanılan âlet, bu sefer onun düşünmesine, çalışmasına ve konforuna mani olacak bir işkence vasıtasına dönüştü. Hattâ bilen bilir, işkenceden dolayı zihninde meydana gelen dağınıklığa rağmen eser verebilmek adına Ölüm Odası B-Yedi’deki “daldan dala” diye tabir ettiği metodu kullanmaya başlamıştır.

Can Alıcı Soru

Metris Cezaevinde Salih Mirzabeyoğlu’nun öldürülmesi onu bir kahraman yapardı ve muhtemelen fikirleri olağanüstü bir süratle tesir gösterirdi. Bunun için de onun ölmesinden ziyade kamuoyunda rezil edilmesi amaçlandı. Dönemin Star Gazetesinin manşetindeki insanlık dışı rezillik vesaire hep bu amaca hizmet ediyordu. Bunu anladık. Peki, bugün biz nasıl bir konjonktürde bulunuyoruz ve sırada ne var da bunun önünde bir engel olarak gördükleri Salih Mirzabeyoğlu’nu ortadan kaldırmak için onun canına kıydılar? Bize kalırsa, bugünden sonrasının anlaşılabilmesi ve doğru bir şekilde pozisyon alınabilmesi için cevablanması gereken esas soru budur.

Konjonktür

Türkiye’de hemen herkes erken seçim kararı alınmasını piyasaların kötüye gidişine bağlıyor. Yani iktidar ekonomi daha da kötüleşmeden erkenden seçimi yapıp koltuğunu korumayı amaçladı fikri bizlere sistemli bir şekilde empoze edildi ve gerçeklik payı olduğu için de büyük bir kesim tarafından kabul gördü. Peki, bir ülkenin bu denli apar topar seçime gitmesi, yalnız ekonomik şartlara bağlanabilir mi? Her ne kadar tatmin edici görünse de, iktidarın bundan çok daha güçlü bir tehdit algısı olmadığı takdirde bu denli kısa bir sürede, hele ki arada Ramazan ayı varken erken seçime gideceği kanaatinde değiliz. İşin ekonomik cihetinin de bu tehdit algısı içinde muhakkak yeri vardır; fakat ya geri kalanı? Burada belli ki başka bir şey var. Bunu anlamak için de çevremizden başlayarak konjonktürü şöyle bir taramakta fayda görüyoruz.

Arab Baharı denen süreçle beraber Yahudi Devletine tehdit oluşturabilecek bütün devletlerin nasıl ortadan kaldırıldığını gördük. Arab Baharıyla eş zamanlı olarak, Türkiye’yi, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Müslüman görünümlü bir kisveye bürüyerek FETÖ üzerinden Yahudi dostu bir Ortadoğu yapılanması kılma tehdidini yakinen yaşadık. En son bertaraf ettiğimiz 15 Temmuz Darbe Girişimi daha dün gibi aklımızda. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Arab Baharı ve Türkiye’de FETÖ’nün başı çektiği hadiseler yaşanırken, Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinde “Merkez Kim?” başlığı altında, Yahudi Devleti’nin sessizliğine rağmen göz ardı edilmemesi gereken başlıca aktör olduğunu ikaz etmişti. İlerleyen zamanda da Yahudi’nin çevresindeki tehditler bir bir bertaraf edildikçe nasıl başını çıkardığını, onunla ittifak hâlinde olan Suudî Arabistan ve B.A.E. gibi ülkelerin nasıl açıktan Yahudi taraftarlığına soyunduğunu, Donald Trump Amerikasının milattan önce 6. Yüzyılda yaşamış ve Babil’i fethederek Yahudi sürgününe son vermiş eski Pers Kralı Kiros (Cyrus) gibi Kudüs’ü nasıl işgâlcilerin Başkenti yaptığını, global kriz içindeki dünya nezdinde Doğu Akdeniz havzasındaki trilyon dolarlık doğalgaz rezervinin nasıl iştah açıcı olduğunu, Balkanların kurumuş bir çıra gibi kıvılcım beklediğini, büyük güçlerin eskiden olduğu gibi global siyaset sahnesinde istedikleri gibi at koşturmadığı bir dönemde bulunduğumuzu hesab edecek olursak, büyük bir dalganın tüm bu hadiselerin merkezinde yıkamadıkları Türkiye’yi vurmak üzere kabardığını görmemek aptallık olur.

Üstad Necib Fazıl’ın İkinci Dünya Savaşının hemen evvelinde herkesin barış beklediği dönemde “Dünya urunu kusacaktır.” diye tanımladığı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Böylesi bir konjonktürde de hasmımızın bizdeki eğilip bükülmeyen, fikrine canından ziyâde bağlı, aksiyonda gözü kara, İstikbâlin Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu ortadan kaldırmak istemesi, onlar nazarında anlaşılır bir durumdur. 28 Şubat’ın askeri darbe olmadan post modern askerî darbeye evrilmesi ve 15 Temmuz gecesinde FETÖ’nün muvaffak olamamasında İbda bağlılarının rolü de hesaba katılacak olursa, siz buna ister tedbir deyin, ister intikâm!

Bir taraftan Yahudi Kabalistlerin 2021’den beklentilerinin son derece büyük olduğu, diğer taraftan ise İbda Mimarı’nın “Hicrî 1400 Gergini” diye 1440’ı işaret ettiği bir devir değişiminin eşiğinde bulunuyoruz. Dolayısıyla bundan sonra muhtemeldir ki hadiseler adeta yokuş aşağı bir süratle cereyan edecek ve 500 yıllık hesablaşma da bu döneme denk gelecek.

Nakşî Sırrı

Altun Silsile’nin ta Hindistan’dan gelip Anadolu’ya perçinlenmesi, Üstad Necib Fazıl’ın tarih muhasebesiyle beraber bu işin nasılını ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dilden başlayarak en ince detaylarına kadar niçinini bu topraklarda örgüleştirmiş olmasının muhakkak bir hakikati var. Neresinden bakarsak bakalım, Türkiye’yi büyük bir vazife bekliyor.
Üstad Necib Fazıl, “Dünya Bir İnkılap Bekliyor” başlıklı konferansında diyor ki; “Ne gariptir ki, bu devler ve cüceler, ama kıvranan devler ve çırpınan cüceler dünyasında, yine dünyanın beklediği en büyük inkılap işte bu cücelere düşüyor! Ve biz, böyle bir noktadan harekete memur bulunuyoruz. Yani, öyle bir hasta ki, dünyaya devayı getirmek zorunda üstelik…

İşte biz, yani Müslüman Anadolu, böylesi bir konjoktürde kendi düzeni kurmak ve bu düzeni dünya çapında tesis etmek gibi çetinler çetini bir işe memur edildik. Bunun yolunun da herkesin nisbetini ve hedefini şaşırmadan, bize miras kalan kütüphane çapındaki eserlere dayanarak ortaya koyacağımız iş ve eserden geçtiği unutulmamalı.

Son Olarak

Hayatta bulunduğu zaman zarfında büyük çoğunluğumuz, kendi üzerimize düşen temel vazifeleri Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na ısmarlamak gibi bir hata içine düşüyorduk. Oysa ki onun bizden istediği yapabileceklerimizden ziyade, yapabilecekken yapmadıklarımızı yapmamızdı. Dolayısıyla onun perde arkasından misyonunu sürdüreceği muhakkak olmakla beraber, bizim ona iş ısmarlamak hatasından dönüp, senelerdir yapabilecekken yapmadıklarımıza odaklanmak gibi bir vazifemiz olduğunu da bu vesileyle hatırlatmak isteriz.

***

Büyük boğuşma ve hesaplaşmanın arifesinde, her birimize düşen temel vazife, bu mücadelenin gerektirdiği şekilde tam ve eksiksiz teçhizatlanmamızdır. Fikirden, maddeye kadar her bakımdan mükemmel bir şekilde...


Baran Dergisi 593. Sayı