Dünya barışı ve adaletini tesis etmek için oluşturulan Batı merkezli sistemlerin hepsi nihayetinde çürümeye ve akim kalmaya mecburdur. Çünkü tüm insanlığına hitap edecek bir ahlâki yapıdan yoksunluk Batı’yı güç merkezli bir davranış kalıbına itmiştir.
İnsanlığın güç ile olan ilişkisi tarih boyunca büyük muammaları içinde barındırmıştır. Allah tarafından vahyedilen din(ler), felsefi akımlar veya mistik ekoller güç sahibi ile güçsüz arasındaki ahlaki ilişkiyi adil bir şekilde kurmayı amaçlamıştır. Bu noktada güç sahibi olmayı siyasi, iktisadi, kültürel ya da sosyal ilişkilere dayanan erk sahipliği şeklinde tanımlayabiliriz. Güç sahibi bazen bir kabile reisi, bazen bir patron bazen de bir ebeveyn olarak tezahür edebilir. Erk sahibi olmak getirdiği güç ile sorumlulukları aşmayı ve ‘adil’ olanın dışına çıkarak keyfi şekilde davranmayı doğurabilir.
Güç sahibinin sınırlarını tanıması ve keyfiliğe düşmeden davranması için güçlü bir ahlâki zeminin olması gerekir. Bu esas unsurdan bağımsız bir ahlâk, kişinin sınırsız özgürlüğe sahip olmasına yol açar bu da ahlâki sınırları aşmaya ve ‘hududlara riayet’ olan insan olmanın en temel şartının yok olmasına neden olur. Dünya tarihinin son asırlarında yaşanan buhranın en temel sebebinin bu noktada düğümlendiği kanaatindeyim.
Batı’nın fikri planda dayanağı olan Yunan felsefesinde ünlü sofist Protagoras’ın iddiası olan “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü, söylendiği günden itibaren Batı aklının arka planında daima olagelmiştir. Platon ve Aristoteles bu sözün doğru olamayacağını ve “evrensel” değerlerin var olduğunu savunmuş olsalar da tarih sahnesi bizlere bunun aksi örneklerini göstermiştir. Çünkü buradaki temel problem vahyin merkeze alınmadığı her ahlâki yapı bir noktada yıkılmaya mahkumdur. Vahyin karşısında yer alan Batı felsefesi, her ne kadar Hristiyanlığın desteğini almış olsa da daima anomaliler göstermiş, belli aralıklarla büyük insan katliamlarının yaşandığı savaşlara zemin oluşturmuştur.
Modern dönem filozoflarından Thomas Hobbes’un Batı’daki ahlâki esassızlığını özetleyen “İnsan insanın kurdudur” sözü bu noktada başka bir örnek olarak alınabilir. Güç merkezli insanî ilişkilerde daima bir kişi diğerine karşı üstün olmak isteyecek ve netice olarak birbirlerini alt etmeye çalışan insanların meydana getirdiği sosyal bir yapı ortaya çıkacaktır. Batı Avrupa’nın iç dinamiklerine ve tarihine baktığımızda bu durum apaçık şekilde görebiliyoruz. Denetleme kurumlarının ortaya çıkışı ve çıkar merkezli bir yaklaşım, Avrupa’da güvensizliğin merkeze alındığı bir toplum oluşturmuştur. Son 200 yılda tüm dünyaya ihraç edilen bu yapı farklı toplumların iç dinamikleri uyuşmadığı için de daima çatışmalara sahne olmuştur.
Yazıdaki iddiamız ise şu: Dünya barışı ve adaletini tesis etmek için oluşturulan Batı merkezli sistemlerin hepsi nihayetinde çürümeye ve akim kalmaya mecburdur. Çünkü tüm insanlığına hitap edecek bir ahlâki yapıdan yoksunluk Batı’yı güç merkezli bir davranış kalıbına itmiştir. Bu da onların meydana getirdiği her davranışta tezahür etmiştir. Batı merkezli kurumların hepsi menfaati esas alır ve insanlığın hal ve durumunu göz önüne almaz. Bu durumu Batı’da barış adına kurulan teşkilatların hangi olaylar neticesinde çıktığı ve ardından neler olduğuna bakarak görebiliriz.
Batı’da Birleşmiş Milletlerin oluşumu
Batı tarihinde çatışmaları azaltmak veya oluşmasını engellemek için üç ayrı deneme yapıldı. İlki Napolyon Savaşları'nın sonunda 1815’te Viyana Kongresi'nde kurulan Avrupa Uyumu sistemiydi.
İkincisi Birinci Dünya Savaşı'nın ardından oluşturulan Milletler Cemiyeti sistemiydi.
Üçüncüsü İkinci Dünya Savaşı'nın sonrasında ortaya çıkan Birleşmiş Milletler sistemiydi. Hala bu 'BM düzeni' içinde yaşıyoruz.
Bu üç düzenleme de büyük ve kapsamlı çatışmaların ardından gelişti. Kapsamlı çatışma, sadece profesyonel askerler arasında değil tüm toplumun katılımıyla gerçekleşen çatışma anlamına gelir. Fransız İhtilali'nden sonra kurulan milliyetçi Fransız ordusu diğer orduların da benzer şekilde kurulmasını tetikledi ve yüzbinlerce vatandaşın katılımıyla büyük ordular savaştı. Bu tür bir çatışmanın maliyeti, tabii ki 17. yüzyılın çatışmalarıyla kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Bu nedenle Avrupalı ülkeler çatışmanın engellenmesini istedi. Viyana Kongresi'ne katılan büyük güçler, kendi aralarında zirve diplomasisine dayalı bir sistem oluşturdular. Bu sistem yüzyıl boyunca işledi. Büyük ve merkezi çatışmaların sayısını azalttı. Ancak adaletsiz temeller üzerine kurulmuştu. Büyük güçlerin dünyayı sömürdüğü bir sistemdi.
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde bu kez adaleti öne çıkaran ve adaletin sağlandığında mutlak barış getireceği düşünülen bir düzen kuruldu. Milletler Cemiyeti, tüm devletlerin eşit temsil ilkesine dayanıyordu. Meclis karar alacak ve bir dünya hükümeti kurulacaktı. Adalet sağlandığında barış doğacaktı. Ancak öyle olmadı. Sistemin arkasında büyük güç desteği olmadığı için yirmi yıl içinde çöktü. Kimse Milletler Cemiyeti'ni caydırıcı bir unsur olarak görmüyordu. İkinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Savaş sonrasında, bu iki deneyimin bir karışımı denenmişti. Hem adil hem de güçlü olacağı söylendi. Genel Kurul’da her ülke temsil edilecekti. Güvenlik Konseyi’nde ise büyük güçler yer alacaktı. Biri adaleti sağlarken diğeri güç desteği olacaktı. Ancak iki örneğin iyi yönlerini almak aynı zamanda kötü yönlerini de almak anlamına gelir. Ve öyle de oldu. Hem adil hem güçlü olacağı düşünülen BM, hem adaletsiz hem de güçsüz oldu. Kurulduğu günden bu yana tek başına hiçbir işe yaramadı. Güvenlik Konseyi'ndeki büyük güçlerin birbirini kilitlediği ve kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmedikleri bir kurum ortaya çıktı.
Çözüm asla Batı’dan gelmeyecek
Yazının ilk bölümünde de ifade ettiğimiz gibi buradaki temel sıkıntı ahlâki zaaflar. Batı sistemi daima güçlü olanın ezdiği bir anlayışa sahip olacaktır. Bu nedenle karşısında kendisini ezecek bir güç çıkmadığı müddetçe de ezip geçmeye çalışacak. Ahiret inancından yoksun bu yapı, ödülün de cezanın da burada olduğuna inandığı müddetçe hiçbir öneriyi de kabul etmeyecek.
Allah’a ve ahirete olan inanç dünyada siyaset yapmayı kökten değiştirecektir. Çünkü ahlâkın dayanağı olan Allah’a iman, tüm hudutlara riayet etmeye insanı mecbur bırakacak ve siyasette adaleti esas almayı gerektirecektir. Bu sebeple bugün yaşadığımız dünyayı ancak İslâm’ın yeniden çekip çevireceği bir sahne olarak görmek mümkündür.
Aylık Baran Dergisi 23. Sayı, Ocak 2024