Batıcı rejimin Müslüman Anadolu insanına maddî plânda yaptığı zulümden ibaret. Bunun daha beteri ise milleti öz köklerinden koparmak suretiyle ruhen yapmıştır.
Kasım ayı, modernleşmek adına Batılılaşma fikrini benimseyip ahlâkî açıdan Müslüman Anadolu halkını Batılı toplumlara benzetmek adına devrimlerin yapıldığı, “Batıcı Türkiye” açısından ehemmiyetli bir aydır. Bunun sebebi yalnızca rejimin kurucusu M. Kemal’in bu ayda ölmesi değil, Batılılaşma yolunda yapılan ve toplumu doğrudan alâkadar eden bazı önemli “inkılap”ların bu ayda hayata geçirilmesinden kaynaklanır.
Toplumu doğrudan ilgilendiren en ehemmiyetli inkılaplardan biri olan “Şapka İktisası Hakkında Kanun” bu ayda çıkarılmıştır. 25 Kasım 1925 tarihli 671 sayılı şapka iktisası hakkında kanunda şöyle denilmektedir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarei umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilümum müessesata mensup memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet meneder.” Cemiyeti doğrudan alâkadar eden bu kanunun çıkmasının hemen akabinde, başta Rize ve Erzurum olmak üzere birçok şehirde Batıcı rejime karşı ayaklanmalar başlamıştır. Bu kanundan hemen sonra çıkarılan 30 Kasım 1925 tarihli, 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Bir Takım Ünvanların Men’ ve İlgasına Dair Kanun” harareti yükseltmişse de Kemalistler bu ayaklanmaları cebren bastırmış, “Frenkleşmeye” karşı değerlerine sahip çıkan ahali İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Hatta Rize şehri Hamidiye Zırhlısı tarafından topa tutulmuş, bu hadise “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğiz, vergi de vereceğiz!” şeklinde türkülere mevzu olmuştur. Seneler süren savaşlardan çıkmış perişan durumdaki halkın şapka giyme zorunluluğu ile iktisadî açıdan da sıkıntıya sürüklendiğini söyleyen Mete Tunçay, Batıcı rejimin zulmüne şu sözlerle dikkat çekmektedir: “Sonradan doğan tepkilerin şiddetle bastırılması üzerine ise; hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hâl kalmamıştır; çünkü görülmüştür ki, artık sorun fes ya da şapkayı değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektir.” (Tunçay, 1989: 50)
Gezici İstiklâl Mahkemeleri şehir şehir gezip, bir günde yaptığı tahkikat ve yargılamalarla Müslüman Anadolu ahalisini sindirmek için elinden geleni yapmıştır. Bunda başarılı da olmuştur. İstiklâl Mahkemeleri tarafından yargılanan mahkûmlar bir taraftan insanlığa sığmaz cezalara çarptırılırken diğer taraftan “Mahkûmlara çeşitli yollarla kara sürülerek kamuoyunun gözünden düşürülmek istendiği de dikkat çekiyor: Akif işgal sırasında Ruslara hizmet etmiş; Abdülmecit Ermeni casusuymuş vs…” (Tunçay, 1989: 54) Malûm olduğu üzere İskilipli Atıf Hoca da “Şapka Kanunu” sebebiyle şehid edilen mümtaz şahsiyetlerden biriydi. Kanunun çıkmasından evvel kaleme aldığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesi sebebiyle dar ağacına gönderilen İskilipli Atıf hakkında Batıcı rejim savunucularının “İskilipli işgalcilerle işbirliği yaptı.” gibi iftiralarının da bu minvalde değerlendirilmesi gerektiğini belirtelim.
***
Yukarıda “Şapka Kanunu”nun yürürlüğe girmesinin yıldönümü vesilesiyle sözünü ettiklerimiz, Batıcı rejimin Müslüman Anadolu insanına maddî plânda yaptığı zulümden ibaret. Bunun daha beteri ise milleti öz köklerinden koparmak suretiyle ruhen yapmıştır. Batıcı rejim, Müslüman Anadolu insanını dininden, diyanetinden, ahlâkından, kültüründen koparıp ilimden ve irfandan uzak çorak iklimlere atmış, piçleşmiş bir anlayışa mahkûm kılmıştır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi Açılış Töreni’nde yaptığı konuşmada “Yaşadığımız her hadise geçmişi anlamadan geleceği kavramanın mümkün olmadığını hatırlatıyor. Meseleye siyasî ve ekonomik taraflarını bir kenara bırakarak sadece ilmi yönüyle bakacak olursak, Batı dünyası tıptan sosyolojiye kadar pek çok alanda ilhamını bizim köklerimizden almıştır. Biz kendi köklerimizi unutarak veya dışlayarak onun türevlerini esas alarak kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. Fikri bir buhranın içinde çırpınıyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ülkemizin yaşadığı bu tartışmaların temelinde geleceğimizi nerede arayacağımız olmuştur. Ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir batılılaşma fırtınası içinde bulduk. Aklı hür, fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirilmek üzere çıkılan yolun batı taklitçiliğine dönüşmüş olması en büyük kayıptır.” diyerek mevzu meseleye vurgu yapmış ve “Genç bir nüfusa sahibiz ama medeniyet tasavvurumuzu hayata geçiremiyoruz. Medyamız bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor. İlimde, sanatta, kültürde benzer sıkıntılarla karşı karşıyayız. Dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. Bunun için de fikri iktidarımızı da hala tesis edemediğimiz kanaatindeyim. Hiç kimsenin bu arayıştan rahatsız olmaması gerekir. Taklitçilik mevcudun ardından girmek demektir. Bize lazım olan ilhamını gelenekten alan yenilikçiliktir.” demişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bahsettiği fikri iktidarın yolu doğrudan Batıcı rejim ve onun temel dayanaklarıyla hesaplaşıp, kaynağını bu milletin öz değerlerinden alan bir fikri cemiyetin ana çerçevesine yerleştirmek ile mümkün olabilir. Zira gelenekle bağımızı koparıp kurak bir iklimin doğmasına sebep olan Batıcı Kemalist rejimdir. “Kültür alanında Kemalistler, gerek dini kamusal yaşamın dışına sürerek, gerekse alfabede ve dilde gerçekleştirdikleri köklü değişiklikler aracılığıyla gelecek kuşakların Osmanlı kültürel mirasını erişmesini engelleyerek bir devrim yaptılar.” (Findley, 2017: 256) Kemalizm’in temel ilkeleri 1931’de CHP parti programında “altı ok” olarak tanımlandı: Cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık. Halkçılık, cemiyette dönemin anlayışı itibariyle diğer ilkelerle çelişirken bilhassa “laiklik” ile arasındaki gerilim dikkat çekiciydi. Laiklik halkın önemli bir kısmının kabul etmediği bir şeydi. Halkçılık Türkiye’de hakikaten geçerli olsa, laiklik anlayışı değişmek zorunda kalırdı. “Ne var ki cumhuriyetin halkçılık anlayışı özgürlükçü ve bireyci olmaktan ziyade tepeden inmeci, seçkinci ve kolektivist nitelikteydi.” (Findley, 2017: 258) Yani Müslüman Anadolu ahalisinin her bir ferdi, Batıcı elitler için hiçbir ehemmiyeti olmayan varlık mesabesindeydi.
Devleti idaresi altında bulunduran bu elit grubun en ehemmiyetli müşterek paydası ise İslâm’a menfi yaklaşımıdır. Temelde milletin öz değerlerine düşman olan Batıcı rejim, kuruluşunun ilk yıllarında, 1924 yılına kadar, cemiyetin İslâmî hassasiyetlerinden dolayı kaba bir şekilde İslâm’dan yönetim aracı olarak yararlanmayı amaçlar. 1924’ten 1930’ların başlarına kadar ise dini reforme ederek onu resmî ideolojiye uydurma gayreti güder. “İslâm’ın dili”ni Türkçeleştirerek dini milliyetçiliği mazrufundan koparan ırkçı anlayışa payanda yapma gayreti bu çabanın bir ürünüdür. 1926 yılında ilk Türkçe namaz kıldırılırken 1928’de “Dini Islah Beyannamesi” yayınlanır, 1932’de Kur’ân ve ezan Türkçe okunur. Tüm bunlar 3 Mart 1924’te hilafetin ilgasıyla birlikte kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı nezaretinde yapılır. Onur Atalay’a göre; “Bu dönem itibariyle esas olan tarihsel din ile yan yana yaşayan ve onu da dönüştüren, ondan faydalanan bir sivil dinin ortaya çıkışıdır, ki çok partili dönem de dahil olmak üzere 2000’lerin başına dek yaşayacak olan, değişik tonlarıyla işte bu sivil din ve onun İslâm siyasetidir.” (Atalay, 2019: 78) Bugün, bu hususta herhangi bir değişimin yaşandığını söylemek çok güçtür. Bunun sağlaması ise İlahiyat Fakülteleri ve gelenek düşmanlığıyla popülarite yakalayan hoca enflasyonu üzerinden yapılabilir.
Türkiye’nin eğitim sistemini inceleyen ve gözlemlerini 1937 yılında kaleme alan İtalyan Yazar N. Mollica eğitimde Tanrı’nın dışlandığı, seküler bir metafiziğin, Atatürk’ü merkeze alan bir spritüalizmin eğitime egemen olduğunu aktarırken bu siyasi atmosferde üretilen söylemin ulaştığı kendiyle gurur duyma halinin insanı güldürecek kadar abartılı bir duruma geldiğini ve eleştirellikten uzak olduğunu, Türkiye’de dinin yerini devlet ve ırk mitinin aldığını belirtmektedir. (Fındıklı, 2011: 196, 197) Bugün “Ata-Gazi kültü” hâlâ devletin ve cemiyetin merkezindeki yerini korumakta, tüm okullarda, devlet dairelerinde ve hatta özel müesseselerde M. Kemal’in büst yahut posterleri bizleri karşılamaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere Batıcı rejimi ayakta tutan uygulamalar ve müesseseler yaklaşık yüz senedir ufak tefek rötuşlarla mevcudiyetini muhafaza etmektedir. Hepsinden öte, ahlâkın pıhtılaşmış hâli olan hukuk bir hâkimiyet remzidir ve biz İtalya’dan, İsviçre’den, Almanya’dan aparma Roma-Germen hukukunu kullanmak suretiyle Batı’nın fikrî ve fiili üstünlüğünü doğrudan kabul etmiş oluyoruz. Bu şartlar altında fikrî iktidardan bahsedilebilir mi?
***
Tüm bu anlattıklarımız, kimisi çaktırmadan kimisi ise göstere göstere yapılmış mânâ katliamlarıdır. Batıcı rejimin kuruluş aşamasında yaptığı birçok şeyin ise üstü hâlâ örtülü… Dolayısıyla hesaplaşmak da muhal. Yani İslâm’a olan menfi tavrı herkesin malûmu olmasına ve hayatı boyunca İslâm ile mücadele etmesine rağmen 12 Eylül darbesi sonrası, Kenan Evren tarafından çizilen bir Müslüman profilinin içine oturtulan M. Kemal idaresinin, 1922-1938 yılları arasında yaptıklarının tamamına dair arşiv belgeleri hâlâ sadece bir grup elitin okuyup kendince eğlendiği şeyler olma hususiyetini koruyor. Bu dönem hakkındaki tartışmalar da hakikatlerin bağlı olması sebebiyle hararetli bir şekilde sürüyor. Resmî ideolojinin cemiyete papağanvari tekrarlattığı sloganlar ise artık milleti uyutmaya yetmiyor.
Burada bir iddiayı da hatırlatalım. Hasan Celal Güzel, Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Kenan Evren’in Çankaya’dan Genelkurmay arşivine taşıttığı birtakım belgeleri imha ettirme niyeti taşıdığını iddia etmişti. Evren ise, buna karşı verdiği röportajda belgeleri imha ettirmediği; fakat M. Kemal’in hususî hayatı ile alakalı olduğu için açılmasına razı olmadığı cevabını vermişti. Madem ki, artık devletin Cumhurbaşkanı dahi Batıcı rejimin o dönemde yapmış olduğu uygulamalardan toptan şikâyetçi, öyleyse Türkiye tarihinin 1922-1938 arası döneminde, Batıcı rejimin İslâm’a ve Müslümanlara karşı nasıl bir tutuma sahip olduğunu, İngilizlerle ne gibi pazarlıklara oturup İslâm’ı bu topraklardan silmek için neler yaptığını gösteren belgelerin tamamı bir an evvel açılsın; açılsın ki bu sis perdesi dağılsın, herkes sussun yalnızca gerçekler konuşsun!
Yukarıda sözünü ettiklerimiz en üst perdeden dile getirilip Batıcı rejimle gerçek mânâda hesaplaşılmadan fikrî iktidarın tesisini beklemek safdillik olur.
***
Unutmadan şunu da ilave edelim; Türk Ceza Kanunu (TCK)’nda şapka giymeyenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilmesini öngören 222. madde 2014’te yürürlükten kaldırılsa da, “Devrim Kanunları”ndan olan “Şapka İktisası Hakkında Kanun” hâlâ yürürlüktedir. Bu şartlar altında hangi fikrî ve kültürel iktidar?..
Kaynaklar:
Atalay, Onur, Türk’e Tapmak -Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.
Fındıklı, Erhan Berat, İtalyanlar ve Türkler: Mekânın Reel ve Historiyografik İnşası (1922-43), Doktora Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul, 2011.
Findley, Carter V., Modern Türkiye Tarihi -İslâm, Milliyetçilik ve Modernlik 1979/2007-, Timaş Yayınları, İstanbul, 2017.
Tunçay, Mete, Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınevi, İstanbul, 1989.
Aylık Dergisi 194. Sayı Kasım 2020