Başyücelik Devleti İktisadî Dünya Görüşü’nün Temel Prensibleri

Giriş

Bundan önceki üç sayı, bu sayıda kaleme alacağımız Başyücelik Devleti’nin iktisadî dünya görüşüne yönelik olarak perspektifimizi genişletmek adına ekonomik sistemleri, Batı iktisadî anlayışının temelinde olan merkantilizmi ve Devlet-i Aliyye’nin iktisadî dünya görüşünü ele aldık.

Çalışmamız esnasında dikkatimizi çeken hususları da bu vesileyle paylaşmış olalım. İktisadî planda yaptığımız çalışmalarda, bilhassa İslâm ölçülerine nisbetle yaşanması gereken iktisadî hayâta yönelik olarak yapılan çalışmaları incelediğimizde, şöyle bir manzara ile karşılaştık.

Birincisi, 2015 senesinde olmamıza rağmen, bugün hâlen İslâm ölçülerine nisbetle şekillenen iktisadı tanımlamak ile alâkalı terminoloji meselesi bile çözüme kavuşturulamamıştır.

İkincisi, İslâm ölçülerine nisbetle şekillenen iktisadî hayât üzerinde çalışan akademisyenler, dün Allah Resulü’nün ve sahabilerinin yaptığı gibi, bugün yeniden mevcut tüm müessese ve fikirlerin İslâm ölçütleri önünde hesaba çekilmesinden doğacak yeni terkiblerin gerekliliğinden bahsettikleri hâlde, her nedense terkiblerin hazırlanmış hâli olan Büyük Doğu-İbda ideolocyasına karşı kör ve sağır bir tutum takınmakta ve böylelikle de sürekli fethedilmiş sahaların yeniden fethinden bahsetmek suretiyle enerji, zaman ve motivasyon kaybına sebeb olmaktadırlar.

Üçüncüsü, İslâm ölçülerine nisbetle şekillenen iktisat üzerinde çalışan akademisyenlerin ne yazık ki bir çoğu, mevcut küfür rejimi içinde kalmak suretiyle, çeşitli İslâmî hassasiyet taşıyan müessese ve finans kurumlarına meşruiyet kazandırmak üzere çalışmaktadır.

Dördüncüsüyle, İslâm ölçülerine nisbetle yeni bir iktisadî sistem inşâ etme çilesinden son derece uzak bir şekilde, muhakeme hatalarından biri olan “zıddını düşünmek” yanlışına düşerek, yalnızca eleştiri zaviyesinden ortaya konulan eserlerdir. Tenkit değil de eleştiri kelimesini bilhassa kulandık, öyle ki tenkidin bile kendisine has usûl ve esasları vardır; fakat bu eleştiriler, tenkit usûl ve esaslarından uzaktırlar. Ne olması gerektiği, nasıl olması gerektiği çilesini duymaksızın, popüler kültürün talebine yönelik olarak arz edilen ve müellifinin de kolaylıkla kabul görmesine vesile olan bu eserler, barındırdıkları birçok normatif şuur hatası dolayısıyla çürümüş, koflaşmış, buhran kaynağı ekonomik sistemleri bir heyula hâline getirmek suretiyle, tahrib etmek yerine tahkim etmekte ve psikolojik olarak ömürlerinin uzamasına vesile olmaktadır.

İslâmî iktisad planında yapılan çalışmaların yukarıda ana hatlarını çizdiğimiz manzarası bize göstermektedir ki; maalesef son derece bâkir bir sahaya el atmış vaziyetteyiz. Zamanın ve mekânın şartlarına göre yeni bir anlayış ile, İslâm’a Muhatab Anlayış ile yeni bir iktisadî sistemin inşâ edilmesi bahsi, bugün, ne yazık ki dedikodu seviyesinde bile değildir. Vaziyeti müşahede edebilmek için Türkiye ekonomisine bakmak bile yeterlidir esasında. Rahmetli Necmettin Erbakan’dan beri “millî ekonomi” başlığı altında yüzlerce eser, sempozyum, toplantı yapılmış olmasına rağmen, gelinen noktada yapılan çalışmaların hâlen Batı ile Batının argümanlarıyla mücadele etmeye çalışılıyor olmasına bakarak bile, bir adım boyu mesafe kat edilememiş olduğunu görebiliriz.

Başyücelik Devleti’nin vekâletlerini ele alırken, işte tam da bu bahsettiğimiz sebeblerden dolayı, yalnızca bir müessesenin fizikî teşekkülünden bahsetmek gibi bir lüksümüz yok. Maddî olan her şeyin, hiç olmazsa mânâsı itibariyle ruhî bir iç yüzü vardır ve ruhu olmayan varlıklar donuk kalmaya, cansızlığa mahkûmdur. Biz de bu sebebten dolayı Başyücelik Devleti’nin vekâlatlerini ele alırken, her vekâletin iştigâl konusunu temel prensibler ışığında ele alarak, bağlısı olduğumuz Büyük Doğu-İbda dünya görüşünü teklif ederken, aynı zamanda tatbikatından da de bahsetmek üzere böyle bir çalışma yapmayı bir zaruret olarak gördük.

Bu girişten sonra, içinde bulunduğumuz zaman ve mekânda hüküm süren iktisadî manzaraya kısaca da olsa bir göz atarak, mevzumuza başlayalım.

İktisadî Manzara

İbda Hikemiyâtında geçen ölçü; “ilim, malûma tâbidir.” İktisat ilmi, tıpkı diğer ilimler gibi, teşekkül etmiş olan iktisadî münasebetlere nisbetle ortaya çıkmış olan ilimdir. Yâni iktisadî faaliyetler var ve iktisadî faaliyetler olduğu için iktisat ilmi var. Bunu okuyunca belki “e herhâlde yâni” diyorsunuz; fakat hayâtlarımıza dönüp şöyle bir bakacak olursak, iktisadı ve iktisadî olanı “insan”dan daha kadîm bilen bir anlayışın hâkimiyetine muhatabız. Dolayısıyla bir hatırlatma olarak İbda Hikemiyâtında geçen şu ölçüyü de bahsimize ilâve etmemizde yarar var; “iktisad, insan münasebetlerinin doğurduğu bir netice vakıadır, insan ilişkilerinin sebebi değil.

Bugün dünyanın iktisadî manzarasına bakacak olursak, her ne kadar mu mevzu dâhilinde birçok zaviyeden eleştiriler yapılıyor olsa da, iktisadın tanımı hâlen malûm-meçhullerden olmasından dolayı, tam mânâsıyla sinekleri aşıp da bataklığı işaretleyenine rastlamak pek de mümkün değil.

İktisadî sistem, etrafında kopartılan bunca gürültüye rağmen “toplum ideali” istikâmetinde şekillenen bir sistemdir. Bugünün iktisadî sistemi de, Batılıların emperyalizm vasıtası olarak ekonomiyi benimsemiş olmaları üzerinden şekillenmiştir. Şimdi burada emperyalizmden ve emperyalizmin bugün emperyalizm vasıtası olarak seçtiği ekonomiden bahsetme ihtiyacı hâsıl olduğuna göre kısaca değinelim.

Emperyalizm; ekonomik, siyasî ve askerî güce dayanan ve kendisini tanrı addeden bir grub sapkının, ellerindeki imkânları kullanarak, dünyanın geri kalan tamamını, hiçbir kural ve kaideye bağlı kalmamak kaydıyla, dilediği gibi yönetme ve sömürmesidir.

Emperyalizm tarifimizde ne olduğu ile değil de, tersinden bir giriş yaparak ne olmadığıyla ilgilenelim; din yok, ruh yok, ahlâk yok, hukuk yok. Eksikliğini sıraladıklarımız, tam da bugünün manzarasında eksik olan renkler değil mi?

Bir mefkûre-ideal belirlenir ve toplum bu ideale hizmet edecek şekilde teşkilâtlandırılır. Batı toplumları, emperyalizm idealine göre teşkilâtlandırıldıkları günden beri emperyalizme hizmet edecek şekilde müesseseleşiyorlar ve dinin, ahlâkın ve hukukun yokluğunda, tatminsiz nefsin sonsuz tahrikiyle de mükâfatlandırılıyorlar; bunun adını da, sınırsız ferdî hürriyet koyuyorlar. Hürriyetin tek haddi, emperyalist büyük sermaye sahiblerinin menfaati.

Toplum bu şekilde teşkilâtlandırılarak bataklığa sokulduktan sonra, sinekleri toplamakla vazifeli kurbağaların bankacılık, varlık şirketi, sigortacılık, borsa manipülasyonculuğu, kur spekülatörlüğü ve daha nice etiket altında türemelerinin ne önemi var. Günümüz aydın(!)ları sinek peşinde vak vaklayan kurbağalardan kafasını kaldıramadığı için, bataklığı müşahede edemiyor ve tâli meseleler peşinde aslî mevzuyu kaçırıyor.

Allah’a ve Resûlüne düşmanlık eden, kurduğu sistem karşısında tek mâni olarak gördüğü Ehl-i Sünnet Vel Cemaati ortadan kaldırmak için elinden geleni ardında koymayan, cahiliye devrinden kalma kula kulluğu plaza katlarına taşıyarak aktüalize eden ve tek maksadı dünyada tanrıcılık oynamak olan emperyalistlerin suladığı bataklık! Burnumuza kadar gelen fuhuş, kumar, alkol, uyuşturucu ve bunun gibi leş kokuları da, bataklıkta çürümeye terk edilmiş insanlık leşinden tüten kokular.

Sömürülenlerse, emperyalistlerin suladığı bataklığı “muasır medeniyet” seviyesi kabul edip, kurtuluşu bu bataklığa batmakta arayan ucuz taklitçiler.

Bize göre bugünün dünyasının manzarası budur, bataklıktan türeyen sinekleri avlamak için imâl edilmiş olan mekanik kurbağaların cinslerinin, vazifelerinin ve türevlerinin, bataklığı görmezden gelerek ele alınmasının da hiçbir hükmü yoktur!

İçtimâî Hayâtta İktisadın Yeri

İçtimâi ve ferdî hayâtta iktisadın yerini anlamak için, insanî münasebetler hiyerarşisi içinde iktisadî münasebetlerin öncelikle yerini tayin etmek gerekir. İbda Hikemiyâtından öğrendiğimize göre “iktisat, insan ilişkilerinin doğurduğu bir netice vakıadır, insan ilişkilerinin sebebi değil.” Bugünün hâkim anlayışı, kurulan içtimâî münasebetlerin sebebi olarak iktisadı gösterirken, bizim ele aldığımız ölçü, bambaşka bir ufuk ortaya koymakta ve içtimâî münasebetler kurulduğu için neticede var olan bir vakıa olarak iktisadî münasebetlere yer göstermektedir.

İktisadı, içtimâî münasebetlerin sebebi ya da sonucu olarak görmek, neticede ne gibi farklılıkların meydana gelmesine neden olur? Mâlum olandan yola çıkarak bu suâli cevablamaya çalışacak olursak; İngiliz Devrimi ve hemen akabinde cereyan eden Büyük Fransız İhtilâli’nin dünya çapındaki neticelerinden biri de, içtimâî münasebetlerin sebebi olarak iktisadın kabul edilmesidir, diyebiliriz. Bu anlayışın tesis edilmesinin en yıkıcı neticesiyse metalaşma olmuştur; emeğin, san’atın, fikrin ve diğer tüm beşerî kıymetlerle beraber dinin ve insan meselesinin metalaşması. Şahsî plandaki bir rahatsızlığı tanımlamak için kullanılan buhran mefhumunun, önce içtimâî plâna ve ardından da globalizmle beraber bütün bir dünyaya taşınmasının ardındaki temel saik, yine iktisadın içtimâî münasebetlerin sebebi olarak kabul edilmesine sebeb olan bu zihniyettir.

İktisadı, içtimâî münasebetlerin neticesi olarak gören Devlet-i Aliyye’ye geçen sayı bakmıştık hatırlarsanız; ve “Mutlak Fikir”e muhatab bir devletin, zamanının şartlarına göre inşâ ettiği yaşanmaya değer hayâtın iktisadî plandaki akislerini, gıbta ile seyretmiştik.

Buhranın Kaynağı Olan Mevcut Anlayışın Feshi

Bugün geçerli olan iktisadî anlayışın köklerinin İngiliz Devrimi ve Büyük Fransız İhtilâli’ne dayandığını ifâde etmiştik. Kral’ın da bir insan olduğu ve toplumu geri kalanı gibi hukuk önünde eşit olması gerektiği fikrinin, İslâmî eserlerin tercümelerine bakılarak zamanla keşfedilmesi üzerine patlak veren devrim ve ihtilâl, nihaî anlayışını biçimlendirirken ruhçu bir yaklaşımı benimseyemediği, “Mutlak Fikir” merkezinde bir anlayış tesis edemediği için, içtimâî münasebetlerin sebebine iktisadı almak suretiyle, geçmişte Firavunların inşâ ettiklerine benzer bir zihniyetin doğmasına ve kabul görmesine vesile olmuştur. Bu anlayışın hâkimiyeti, pek tabiî olarak yükselme yıllarında büyük bir tahribat gücüne sahib olunmasına ve hâkimiyet sahasının hızlı bir şekilde genişlemesine neden olsa da, gelinen noktada hayâtı yaşanmaya değer olmaktan çıkartarak, ferd ve toplum plânında büyük bir buhran ile insanlığı karşı karşıya bırakmıştır. Bilhassa “Sanayi Devrimi”nden sonra ferd ve toplum hayâtının ihtiyaçlarını tamamen değiştiren yeni âletlerin debdebesi sayesinde, insanlığın, içine battığı bataklığı idrak etmesi seneler almıştır.

Bugün hâkim olan iktisadî anlayış, küfür zihniyetinin hâkim olduğu iktisadî zihniyet olduğu için, başlığımızda fesih kelimesini kullandık. Çünkü bu anlayışın hâkimiyetinde İslâmî ölçülere göre iktisadî hayâtın düzenlenmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bugün birinci önceliğimiz, hâkim olan anlayışı tasfiye edip, yerine İslâm’a Muhatab Anlayış’ın tesis edilmesidir. İslâm’a Muhatab Anlayış benimsenmeden, İslâmî ölçülere göre iktisadî hayâtın düzenlenmesi adına atılacak her adım, “İslâmî” etiketi altında küfrün çeşitli hâllerine meşruiyet kazandırmaya çalışmaktan başka bir mânâ arz etmeyecektir. Bugün hâkim olan küfür zihniyetinin kurduğu çeşitli müesseseler, ibaha ölçüsüne göre elden geçirilmek suretiyle fonksiyonlarını sürdürebilseler de, anlayışın topyekûn tasfiye edilerek yerine İslâm’a Muhatab Anlayış’ın benimsenmesi  olmazsa olmazdır!

Batılı devlet müesseseleri, ferd ile toplum arasındaki muvazeneyi, ferdiyetçi bir yaklaşım ile fâni olan ferdin hürriyeti üzerine bina etmiştir. Devlet-i Aliyye ise, ufka Ebed Müddet kaydını koyarken, fâni olan ferde nisbetle ebedî olan cemiyeti merkeze alarak cemiyetçi bir yaklaşım benimsemiştir.

Ferd ile toplum arasındaki muvazenenin ferd lehine kurulması, adaletsizliğin doğmasının başlıca vesilesidir. Basit bir misâl verecek olursak, bugün dünya servetinin 86’lık kısmı, dünya nüfusunun 10’luk bir kesimi elinde toplanmıştır; yâni gelir dağılımında büyük bir adaletsizlik söz konusudur… Bu adaletsizliğin en bariz neticesiyse, kula kulluğun postmodern hâlidir. Urlaşmış sermaye sahibleri, ellerindeki sermayenin gücü dolayısıyla devletlerden de gördükleri destekle, toplumun ve toplumların geri kalanını sömürmektedir. Köleliğin kaldırılmadığı demlerde bile emek, bu devirdeki kadar ucuz bir şekilde sömürülmemiştir; kölenin satın alma maliyeti, beslenmesi, barınması ve sağlığı, bugünkü emeğin maliyetinden kat be kat daha fazladır.

Bunlardan niçin bahsediyoruz? Çünkü, bugün ferd hürriyeti başlığı altında insanlık nefsine tutsak edilmekte ve hürriyet zannının aksine acımasızca sömürülmektedir. Bu tutsaklığın ve sömürünün nihayete ermesiyse, gerçek bir hürriyet şuurundan geçmekte ve nefsânî olana değil, nefsin ötesinde olana tutsak olduktan sonra, mümkün olan gerçek hürriyeti idrak etmekle mümkündür.

İktisadî Dünya Görüşümüzün Temel Prensibleri

İktisadî sistem, bağlı olduğu dünya görüşünün sadece bir unsurudur. Dolayısıyla, Başyücelik Devleti’nin iktisadî dünya görüşünü izah edebilmek için, Başyücelik Devleti’nin temel prensibleri ışığında iktisat bahsinin aydınlığa kavuşturulması gerekir. Vücudun bütün organ ve sistemleri gibi her biri aynı anda işleyen ve ahengi nisbetinde varolan-varolabilecek olan prensiblerdir. Dolayısıyla biz de iktisad bahsinden başlayarak, vekâletler başlığı altında ferd ile toplum arasında kurulacak muvazenenin unsurlarını, prensiblerimiz ışığında aydınlatmak muradındayız.

İktisat ve Ruh

Bahsimiz içinde, ferd ile toplum arasında muvazene kurulmasından yola çıkarak, zıt kutupların muvazenesinin kurulmasından bahsetmiştik. İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere; “ruh, muvazene âmilidir ve muvazene onun eseridir.” Demek ki, zıtlar arasında muvazene kurulması gereken her ân, biz şuurunda olsak da, olmasak da âmil olan ruhtur. İnsanın, “Halk Âlemi”nde doğan zıtlıklar arasında muvazene kurabilmesini mümkün kılan, “Emr Âlemi”ne âit olan zaman ve mekân dışı ruhudur. “Ruhçuluk, eşya ve hâdisleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.” [İdeolocya Örgüsü – 389]

İnsan aklı, idrak kuvvetlerinin tutsaklığında, kuşatabildiğinden ibaret bir çevreyi arzular. Kendisi olan “ben” başta, kendisinden hâriç kalan her “şey”i de idrak kuvvetlerinin tutsaklığında kuşatmak ister; “Halk Âlemi”nin, sonsuz addedebileceğimiz kadar çok permutasyonunu, birbirinden tecrit edilmiş parçalar hâlinde inceleyerek, bu kuşatmayı gerçekleştirmeye çalışır. Hâlbuki aklın bizzat kendisi, diğer akıllarla beraber bütünün parçalarından biridir ve bütün tarafından kuşatılmıştır.

İmam-ı Gazali, akıl yolundan kemâli araya araya nihayet aklı iflas ettirmiştir; dünyanın en büyük kafa buhranını çekmiş, büyük idrak kahramanı… Öyle ki, bastığı yere bile inanamaz, içtiği bir damla suyu bile hazmedemez hâle gelir.

Ve der ki:

“ – Herşey ruhtan ibaret; ruh ise Allah ve Resûlü’nün ruhu… Ona teslim olmaktan başka çare yoktu, ben de teslim oldum ve kurtuldum! [1]

Mukaddes ölçü meâli:

– “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.

Ruh hakkında kat’i bir malûmatımızın olmaması, tek başına ruhun keyfiyetlerinden biri olan aklın aczini isbat etmeye yeter. Öyle ki, beş duyu ve maddî suretlerin tutsağı durumundaki akıl, bu suretlere ve idrak kuvvetlerine sığmayan ruhu idrak etmekten yana acizdir. İnsanın dış dünyayı idrak etmesine vesile olan beş hasse, “Halk Âlemi”nin ötesini idrak etmekten yana da acizdir. Aynı zaman da, “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” ölçüsünü de hatırlatalım. Akıl, bir şeyi kuşatınca kavrar demiştik; aklın, içinde bulunduğu âlem itibariyle “Emr Âlemi”ni ve “Zat Âlemi”ni kuşatamayacak olduğunu, ancak kuşatılan olacağını hesaba katacak olursak, imânın ve dolayasıyla ruhçuluğun zaruret olduğu da böylelikle ortaya çıkar.

Akıl ve ruh bahsini ruhçuluk prensibine bağlamadan evvel, ruhun ve aklın kanatlarından müteşekkil olan şuur bahsine de değinmekte fayda var; İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere; “ruh bulur, akıl sorar; bulucu ruhun getirdiğine, sorucu akıl şahitlik eder.” Kısaca değinecek olursak: “Batı tefekkürü ile İslâm tasavvufu arasında kanatlarını açmış, ikinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve aslına irca’ eden İbda”, bu bakımdan ümmetin kuşanmaya hazırlandığı yeni şuurdur da…

Devam edelim, akıl ve ruh bahsini bizim ruhçuluk prensibimize bağlayacak olursak; ruhun akıl tarafından kuşatılamaması ve tek bir esasa bağlanamaması, bize, “Hâlk Âlemi”nin hakikatlerinin zorunlu kanunlarla kuşatılamayacağını ve “Hâlk Âlemi”nin ruha nisbetle mânâlandırılması gerektiğini açıkça ortaya koyar.

İnsanı iktisadî faaliyete iten sebeb, bir bakıma da, insanın canlı kalma isteğine, iradesine dayanışla, aynı zamanda ruhî bir zaruret belirtir. “ ‘Halk Âlemi’nde bedenle birleşen ruhun, bedendeki fenomeni, canlılıktır.” Bir bakıma hayvan olan bedenin canlılığını idame ettirmesinin asgârî seviyesinden başlayarak, ifrat hâlindeki kuvvetlerin nihai tatminsizliğine dek, son derece geniş bir perspektifte faaliyet gösteren ilim, iktisattır.

Tekrar hatırlamamız gerekirse; “Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.

Bizim dünya görüşümüz de bu ölçülerden yola çıkarak, madde plânını, onun ötesinde bulunan ulvî bir anlayışla, yâni “Mutlak Fikir”e nisbetle örgüleştirilen “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile mânâlandırır. Keyfiyetçilik de burada başlar ki; keyfiyet demek, her şeyin ruh adına anlamlandırılması demektir.

 Ruhçuluk, aynı zamanda mihraksız aklın da reddedilişidir. Bu sayede ruhçu, aklın nefse tutsaklığından kurtularak gerçek hürriyete kavuşur; dolayısıyla ruhçu gerçek hürdür aynı zamanda.

Batı’nın bugün hürriyetten anladığı ve elindeki tüm imkânlarla dayattığı, insanın nefsine tutsaklığıdır. İnsan, nefsine tutsak olduğu ölçüde cemiyetten kopar, fânileşir ve yöneten “emperyalist tanrı”lar tarafından rahatça istismar edilir.

Nefs kelimesin hangi mânâda kullandığımızı da izah edelim:

– “Nefs, ne ‘ben’dir, benliktir, ne zattır, şudur, budur; kalb hakikati içinde, ruhun mukabil kutbunu gösteren apayrı ve bambaşka bir mevcuttur. Her insanda bu mevcut daima gizli ve bazen aşikâr bir Allah düşmanıdır.” [2]

İmam-ı Gazâlî Hazretleri, “Meâricü’l Kuds” adlı eserinde, insanda faziletlerin kaynağını dört, rezîletlerin kaynağını ise üç ana başlık altında toplamıştır. Rezîletlerin kaynağı; tahayyül, şehvet ve gazab kuvvetidir. Faziletlerin kaynağı ise; insanda ifrat ve tefrit hâlde olduğunda rezilliğin kaynağı olan bu kuvvetleri itidâle kavuşturaran, âdeta panzehir hükmündeki hikmet, şecaat, iffet ve adalettir.

İmam-ı Gazâlî Hazretleri devam ile der ki; “hikmet, tahayyül kuvvetinin faziletidi. Şecaât gazabî kuvvetin, iffet şehevî kuvvetin faziletidir. Adalet ise bu kuvvetlerin tertib-i vâcib üzere vakî olmasıdır. Tüm işler adâletle tamamlanır ve yürür.”

Batı bu muvazeneyi kuramayışından, ruhçuluğu mihraklandıramamış olmasından dolayı herşeyi hayvanî bir inisiyaka bırakarak, içtimâî buhranı imâl etti. Peki, bir bakıma ruhçuluğun kemâli olarak insanî kuvvetlerini dizginleyip, tutsaklığa ve hürriyete yer gösteren hakikat nerede?

Hakikati aramanın bize göre ilk şartı, “Allah’a inanıyor muyuz?” suâline verilen cevabdır. Eğer ki Allah’a inanılmıyorsa, “ruh ilgilendiği her şeyi canlı kılar” ölçüsünce, bugün ele ne gelirse veya ele ne verilirse bir süre sonra onun hakikati o olur ve eldekilere bakarak aranan hakikat, atılan her adımda iki adım öteye kaçar; “mihraksız tümevarım zaafiyeti.” Yok, eğer Allah’a inanıyorsak, iman sahibiysek, artık bundan sonrasında aranması gereken bellidir ve zaten bilinen aranır.

Batı ruhunun, ilgilendiklerini canlı kılmasının uç misâli olarak “Samiri’nin öküzü” bahsini  gösterebiliriz:

– “‘Samirî’nin öküzü’ bahsinde, o öküz heykelinin böğürmesiyle alâkalı, Muhiddin-i Arabî Hazretleri, bilmeden Cibril Aleyhisselâm’ın ayak bastığı toprağın da heykele karıştırılmasıyla ilgili olarak, “ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılar ve eşyaya yayılan bu ruha NASUT derler!” der. [3]

Batılılar bugün, o vakitler Samirî’nin böğüren öküzünden daha az ilgilenmiyorlar fâizle, dolarla, borsayla… Ruhçuluğun ufkunda yer alan Allahçılık çizgisine çapraz bir istikâmette ilerleyen Batı’nın vaziyeti bugün bütün çıplaklığıyla ortada.

Ruhçuluğun ufku olan Allahçılık çizgisinin istikâmeti ise Hûd Sûresinde:

– “Hûd Sûresinde istikâmet emredilmiştir. İstikâmet, doğruluk, çetinlerin çetini bir iştir. Zira istikâmet, bütün fiiller, haller, sözler ve ahlâkta orta yeri tutmak ve onda sabit kalmaktır. O şekilde ki, bütün fiillerde zaruret dışına taşılmasın ve ifrat tefritten korunulabilsin… Onun içindir ki, ‘keramet ve harikalarda iş yoktur, iş istikâmettedir.’ denilmiştir.” [4]

Madde gözüyle görülemez, ölçülemez müessir “Mutlak Fikir”dir ve onun tatbik planındaki karşılığı da, ferd ve toplum meselelerinden biri olan iktisada, insanî verim şubelerinden biri olduğu için, tabiî bir şekilde çözüm getiren “İslâm’a Muhatab Anlayış”tır.

İktisad ve Keyfiyet

Ruhçuluğun eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışından, keyfiyetçilik doğar.

Keyfiyetçilik, aynı zamanda ruhçulukla iç içedir ve ruhçuluğun olmadığı yerde keyfiyetçilikten söz edilemez.

Öncelikle tanımlayarak; keyfiyet, kemmiyet ve keyfiyetçilik mefhumlarını tanımlayalım:

– “Keyfiyet, bir “şey”i başka bir şeyden, bir hâdiseyi başka bir hâdiseden, bir durumu başka bir durumdan ayıran –ki bu ayrılık, farklılık da ifâde edebilir, zıtlık da- bütün esaslı unsurların bütünüdür; o “şey”i, o “hadise”yi diğerlerinden ayıran vasıfların bütünü.” [5]

– “Kemmiyet, bir “şey”in, bir “hâdise”nin dışa dönük yönüdür; dış durum ifâdesi. Bu, bir “şey”in, bir “hâdise”nin değişimleri ve dengeden dengeye geçişi boyunca vukuu bulan form, kalıp ve şekil değişimi özelliklerinin vasıflandırılmasıdır.” [6]

– “Keyfiyetçilik, bütün insanî verim şubelerinde “çok”tan ziyade “tek”in kanunları üzerinde derinleşmek ve her iş vahidini onu saran mücerred oluş cevherine göre değerlendirmek davasıdır.” [7]

Keyfiyetçilik için bu tarifi verdikten sonra, kendi dünya görüşümüz çerçevesinden şunu da söyleyebiliriz; her “şey”in ruh adına anlamlandırılması ve topyekûn insan faaliyetlerinin tek bir gayeye bağlı şekilde gerçekleştirilmesidir. İktisat da, tek bir gayeye bağlı kalınmak kaydıyla gerçekleşmesi gereken faaliyetlerden biridir.

İktisadî faaliyetlerin şekillenmesindeki âmillerden biri de, toplumun hangi ideal etrafında teşkilatlandırıldığı meselesidir. İslâm tarihine bakacak olursak, Müslüman devletler, ideâl olarak İttihad-ı İslâm davasını güttükleri ve bu davanın güdülmesinin vasıtası da gazâ olduğu için, toplumu buna göre teşkilâtlandırmışlardır.

Bir varlık-bir yokluk temposunda tecelli eden zamanın, içinde yaşadığımız ve aslı yokluk olan âlemin üzerindeki en mühim tesiri, her ân yeniden gerçekleşen yenilenmedir. Eşya ve hâdiseler her ân yenilenir ve insan, her ân yenilenmekte olan eşya ve hadislere teshir etmek üzere tekâmül etmek memuriyetiyle yaratılmıştır. Kutsî ölçü meâli; “bir günü diğerine eş geçen aldanmıştır” Peki, her dâim yenilenen bu dinamik âlem üzerinde, insan nasıl eşya ve hâdiseler teshir sahibi olabilir? Kâinattaki her şeyin bir varlık-bir yokluk temposuna tâbi olduğunu hesab edecek olursak, bu âlemin kendisine ait olanlardan daha ulvî kıymet hükümlerine muhtaç olduğumuz anlaşılır ve bütün insanî faaliyet şubelerinin bu ulvî kıymet hükümlerinin işaret ettiği ideali gözetmesi gerektiği ortaya çıkar. İnsan, ancak böyle bir fikre bağlanmak suretiyle değişim ve dönüşüm girdabından kendisini sıyırıp, eşya ve hâdiseler üzerinde tasarruf sahibi olabilir.

“İslâm’a Muhatab Anlayış” davası, “Mutlak Fikir”in, hayatın bütün şubelerine tatbik edilmesi olduğuna ve toplumu meydana getiren her ferd farklı mizaç hususiyetleri taşıdığına ve bütün hadiseler de “yeni” olduğuna göre; sonsuz adet permutasyonun bir bütün hâlinde anlam kazanabilmesi, çoklukta birliğin sağlanmasıyla mümkündür.

Keyfiyetçilikte usûle gelecek olursak:

– “Keyfiyetçiliğin baş usulü, herşeyde ana cevhere nüfuz etmek gayesi bakımından, nâmütenahî bir tecrittir; tecritlerin en soylusundan fışkırıp teşhislerin en ihtişamlısında billûrlaşan bir ruh; ve bu ruhun, en derin mücerretle en katı müşahhası evlendirdiği zemin üzerinde, bütün eşya ve hâdiseleriyle dünya…” [8]

Üstad Necib Fazıl, keyfiyetçilikle kemmiyetçiliğin farkının anlaşılması adına diyor ki; “bugün Amerika, bütün iş şubeleriyle, keyfiyeti ikinci plâna alan muazzam bir kemmiyet köpürüşü; Avrupa da, kemmiyete mağlûp hazin bir keyfiyet çöküşü…” Bu kemmiyet köpürüşünün Türkiye’de muasır medeniyet seviyesi olarak görülüyor ve gösteriliyor olması, Büyük Doğu-İbda ideolocyasının Başyücelik Devleti’nin keyfiyetçilik prensibinin ne denli anlamlı olduğunun anlaşılması bakımdan mühim.

Keyfiyetçilik bahsini bitirmeden şunu da ilâve etmekte yarar var:

– “Keyfiyetin kemmiyette tecellisini gözönünde tutarsak; bir şeyin mücerret “oluş”una nüfuz etme gayesi bakımından hakikat arayıcılığını gösteren “keyfiyetçilik”, bu ruhun iş ve verim sahasına intikâli gayesiyle de, “insan ve toplum için” mânâsına gelir. İnanılan ile buna bağlı “iş ve eser” manasına bu ruh ve madde kutupları arasındaki uygunluk ise, “ruhî muvazene”yi gösteren ahlâkın, dışa dönük (genişliğine) yönünün tecellisidir.” [9]

Plastisite üzerindeki kemmî köpürüşlerin tıpkı bir sabun köpüğü gibi esen ilk yelde uçup gideceğinin şuurunda olarak; ekonomiyi meydana getiren tüm enstrümanları, tek bir idealin şefliğinde, değişen zaman ve mekânda her dâim tekâmül ve keyfiyet ölçüsü içinde çalan senfoni olacaktır, bizim iktisadımız… Bir bakıma Ebed Müddet senfonyamızın, iktisat plânı…

İktisat ve Şahsiyet

Yakından tanıdığımız bir misâl üzerinden, şahsiyet ile değil de tersinden şahsiyetsizlikle başlayalım; Türkiye Cumhuriyeti, inkılâblar adı altında, Batının kendi şahsiyetini meydana getiren unsurlarını, bir dünya görüşüne bağlı olmaksızın, hesabsız, kitabsız, muhasebesiz ve çilesiz bir şekilde kopyalayarak Anadolu’ya yapıştırmıştır. Şahsiyet yahut şahsiyetçilik nedir bir yana, şahsiyetsizliğin insanlık tarihi çapındaki vesikası olabilecek bu hâdise, bugünkü manzara itibarıyla şahsiyetsizlikten doğan felâketi ayan beyan gözler önüne sermektedir.

Evet, O’ndan geldiği için hiç kuşku yok, “hikmet mü’minin yitik malıdır ve nerede bulursa onu alır”; fakat ne alırsan al, çilesine talib olup, hikmete nüfuz edip, kendi şahsiyetini o hikmette tüttürmedikçe, o hâlen senin değildir. Bir de zaten “yitik” kelimesi mânâsı itibariyle, sende olup da kaybedilmiş olan anlamına gelir ki, sende hiçbir emaresi bulunmayan, hattâ ne işe yaradığını bile bilmediğin, ızdırabına talib olmadığın şey, nasıl senin olabilir?

Keşf ve icad edilmiş olan her şeyin hakikatini bulup çıkarma ıstırabına talib olup, bundan sonrasında da bugün Çin’in yaptığı gibi kopyala yapıştır yapıp onu taklid ederek değil, kendi şahsiyetimizden katıp millîleştirerek ve “yenileyerek” ortaya koymak, mâletmek, bizim iktisadımızın prensiblerindendir. Hikmet plânında, o günkü iktisat politikamıza göre ihtiyaç duyduğumuz mevcuda, ruhçu ve keyfiyetçi bir yaklaşımla şahsiyet üfleyip millîleştirirken, dışa doğru olan bütün bağımlıklıkları bir bir kesip atarak, ekonomik plânda bağımsızlaşmak.

Bir diğer taraftan, iktisat sadece üretimle değil, tüketimle de alâkalı bir mesele olduğundan, tüketicinin de şahsiyet sahibi olması ve bugün olduğu gibi kapitalizmin şahsiyet unsuru hâline getirdiği meta ile şahsiyet bulan değil, satın aldığı şeye kendi şahsiyetini katacak olan millet şuurunun meydana getirilmesi dâvâsıdır şahsiyetçilik.

İktisat ve Ahlâk

Ahlâk, bir bakıma insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kurallarıdır. Davranışın tarzı, tutum ve tavır ahlâk olduğuna ve ruhî fakülteler hâlindeki insanî faaliyet şubelerini ahlâk şekillendirdiğine ve tüm bu davranışın kaynağında bir bütün olarak “insan” yer aldığına göre, parçaların teker teker incelenmesiyle sağlıklı bir netice elde edilemeyeceği muhakkaktır.

Ruhî fakülteler hâlindeki siyasî, iktisadî, sosyal, psikolojik vesair davranış şubelerine, farklılıkları içinde onları birleştirici bütün bir şuurla bakmak… İşte ahlâk!” [10]

Ahlâkı iktisadın elinden kurtarıp, iktisadı ahlâkın emrine tahsis etme fikrini ilk örgüleştiren, “İktisat ve Ahlâk” adlı eserin müellifi, bağlısı olduğumuz ideolocya, İbda’nın Mimarı, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’dur. “İnsan”ın kıymetini iktisadî değerine göre ölçen hâkim anlayışın aksine, eşref-i mahlûkatı bu rezil vaziyetten kurtararak, iktisadî faaliyetlerin tümünü diğer tüm insanî faaliyet sahaları gibi ruha nisbet ederek, ahlâk şubesinin emrine tahsis etmiştir.

“İnsan” meselesi nerede başlar, nerede biter? Bugün hâkim olan zihniyet insan meselesini iktisadî olanda başlatıyor ve iktisadî olanda bitiriyor. Peki, insan bedeniyle beraber aynı zamanda ruhî bir varlık olarak, yalnızca insanî faaliyet şubelerinden biri olan iktisada göre izah edilebilir mi? İnsanî faaliyetlerden biri de irazatın boşaltılmasıdır; yarın öbür gün birileri de çıkıp, insanî faaliyet sahalarından başka biri olan ifrazatın boşaltılmasına bakarak “insan”ı izah etmeye kalkarsa ne olacak? Misâlin çirkinliği bir yana, aynı mantık âleti elinde, iki farklı insanî faaliyet karşısında “insan” meselesi.

Demek ki insan meselesi, insanî faaliyet şubelerinden birine hasredilerek ele alınabilir, anlaşılabilir, izah edilebilir bir mesele olmaktan uzaktır. Öyleyse fert ve toplum meselelerine çözüm getirmek, fert ile toplum arasında muvazene kurmak ne ile mümkün? İktisad ve ruh bahsinde genişçe değerlendirdiğimizden, atlayarak devam edelim.

Başyücelik Devleti, ferd ile toplum arasında kurulan muvazenenin iktisadî planında, ahlâkî ölçütleri gözetir ve ilgili diğer vekâletler de toplumun ve dolayısıyla ferdin, İslâm ahlâkıyla ahlâklanması adına gayret gösterir.

İktisat ve Milliyet

İbda Hikemiyâtında geçen ölçü; “bir imân merkezi etrafında toplananlara millet denir.” Esasında bu durum aynı zamanda toplumun iştirak ettiği ortak bir paydaya de işaret eder; devletinin küfür karşısında güçlü olmasını sağlamak adına, az tüketen ve buna mukabil şahsiyetçilik levhasında bahsettiğimiz keyfiyete sımsıkı bağlı kalmak kaydıyla çok üreten ve ruhçuluk davasında izah ettiğimiz üzere, sermayeye kölelik eden değil, İlây-ı Kelimetullah dâvâsına hizmet eden millet… Tarihteki son örneği, Türk milleti!

İslâm Devleti’nin ve Hilâfet Müessesesinin taşıdığı mânânın gereği olarak, devletin faaliyet şubelerinin hepsinde güçlü olması gerekir ve tabiî olarak siyâsî ve askerî güç, ekonomiyle sağlanmaktadır.

Geçtiğimiz sayı, Devlet-i Aliyye’nin iktisadî dünya görüşünü meydana getiren prensibleri incelerken, “İaşe Prensibi”ne bağlı olduğundan uzun uzadıya bahsetmiştik. İçinde bulunulan zaman şartlarına, yâni daha “Sanayi Devrimi” gerçekleşmemiş, ulaşım maliyetleri düşmemiş, nüfus bu denli artmamış, hammadde kaynakları bu kadar çeşitlenmemiş ve henüz globalleşmemiş dünyada, Devlet-i Aliyye’nin benimsediği metot muhakkak ki “yaşanmaya değer hayât” adına son derece muvaffaktı. “Sanayi Devrimi”, bilinen tarih içinde, iktisadî planda gerçekleşen en önemli hâdiseydi ve bu devrimin gerçekleşmesinden sonra hâlen “İaşe Prensibi”ni sürdürebilmek mümkün değildir. Hele ki bugün içinde bulunduğumuz vaziyet, dünyada tek bir İslâm Devleti’nin bile bulunmadığı bu vaziyette…

İktisad ve Sermaye ve Mülkiyette Tedbir

Milletlerüstü şirketlerin kurulmasından beri, insanlığın başındaki en büyük belâlardan birisi de urlaşmış sermayedir.

Emperyalizm; başta ekonomik ve ardından siyasî, askerî gücüne bakarak kendisini tanrı addeden bir grub sapkının, ellerindeki imkânları kullanarak, dünyanın geri kalan tamamını, hiçbir kural ve kaideye bağlı kalmamak kaydıyla, dilediği gibi yönetme ve sömürme arzusudur. Batı’da Rönesans ve Reform hareketleriyle başlamış, Hümanizm (Tanrı değil, insan merkezli anlayış) ile ruhunu bulmuş, materyalizm ve sekülerizm ile ete kemiğe bürünmüş, Darwinizm ile gerekçelerine kavuşmuş “yeryüzü tanrısı” olma temayülüdür.  Yâni, elde biriken sermayeye dayanarak, siyâsî karar mekanizmalarına, ordulara, milletlere tahakküm etmek ve bu tahakküm neticesinde daha fazla sermaye biriktirmek. Batı, hayât tarzını küfür inadından dolayı “Mutlak Fikir”e nisbetle şekillendirmediği için, istikbâli mazide aramak hatasına düşerek, Eski Yunan ve Eski Mısır’da hâkim olana benzer bir düzen inşâ etmiştir. Bugünkü rejimin eskilerinden tek farkı, geçmişte sermayenin yönetimde mutlak hâkimiyeti varken, bugünün sermaye sahibleri, idareyi, moda tabirle sermaye adına “CEO” diyebileceğimiz seçilenlere, lütfetmişlerdir.

Sermayede tedbircilik prensibi, milliyetçilik başlığı altında da işlemiş olduğumuz üzere, milletin sermayeye değil, can-ı gönülden benimsediği dâvâya hizmet etmesinin önündeki pürüzlerin kaldırılması ve ferd ile toplum arasında kurulacak muvazenede, cemiyetin fert tahakkümünden korunmasını sağlamaktadır.

Mülkiyette tedbir ise, bugün birçok sahada misâlini gördüğümüz üzere, verimli tarım arazilerinin ve stratejik öneme hâiz işletmelerin mülkiyetinde devletin tedbircilik prensibinin işletmesidir. Bugün birçok ülke tarım arazilerindeki bütünlüğü ve ziraî üretimdeki devamlılığı sağlamak üzere, mülkiyette tedbirci olduğunu bir yandan gizlerken, çıkardığı kanunlar vasıtasıyla mülkiyette tedbirci davranmaktadır. Şirket bakımından meseleyi ele alacak olursak da, bugün dünyaca meşhur birçok markanın üretimini gerçekleştiren şirketlerin, sahiblerinin yalnızca hissedar olduklarını ve bu işletmeler halka açık olduğu için, işler ters gittiğinde devlet tarafından derhâl müdahale edildiğini biliyoruz. Samsung, Toyota, Apple, Microsoft gibi meşhur şirketler bu şekilde idare edilmektedir… Samsung’da geçtiğimiz senelerde böyle bir sorun yaşanmış ve Güney Kore devleti müdahale ederek, yönetimde değişikliğe gidilmesini sağlamıştır. Stratejik kelimesini seçmemize bakılarak, yalnız askerî plânda faaliyet gösteren işletmelerden bahsettiğimiz zannedilmesin; meselâ, saydığımız şirketler bugün dünya ekonomisinde büyük pay sahibi olan şirketlerden olmaları hasebiyle, stratejiktirler.

İktisad ve Cemiyet

Başyücelik Devleti’nin temel prensiblerinden bir diğeri de, cemiyetçiliktir. Fert ile toplum arasında kurulacak muvazenenin merkezinde, bize göre cemiyet yar alır. Ferd fâninin, cemiyet ise ebedînin temsilcisidir ve kurulacak olan Başyücelik Devleti’nin devlet ideali de “Ebed Müddet”tir.

İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere; “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışınız!” ölçüsü, cemiyetimizin bütün ruhunu hikmetlendirir.

Bu dünya ile öbür dünya, birbirine tamamen zıt iki kutbu temsil ederken, burada mesele muvazeneyi kurmaktır ki; “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenesinin üstün nizâmıdır.”

İktisadî plâna dönecek olursak, Başyücelik Devleti’nin temel ilkelerinden olan Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik prensibi, cemiyetin korunmasını gaye edinir.

Sosyal refahın sağlanmasının ruhî olduğu kadar maddî tarafları da vardır. Barınma, giyinme ve beslenme gibi temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, âletlerin belirlediği ihtiyaçların son haddine kadar geniş bir üretim ve tüketim söz konusudur. İçtimâî refahın sağlanması için cemiyetin bu ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelire malik olması gerekir. Aksi hâlde cemiyet, ideal peşinde olamaz, sosyal refahtan da bahsedilemez. İktisadî mekanizmamızın en önemli davalarından biri de ekonomiyi, sosyal refahı sağlayacak maddî şartlara göre tezgâhlamaktır.

Bir diğer taraftan içtimâî refahın sağlanmasının şartlarından biri de gelir dağılımında adaletin sağlanmasıdır. Sermayede tedbircilik prensibi, bunun için son derece şiddetle uygulanacak ve sermayenin, ferdin cemiyet üzerinde tahakküm kurmasına vesile olmasına katiyyen imkân tanınmayacaktır. Ferdin cemiyet hakkına maddî manevî en küçük çaplı bir tasallutu bile en şiddetli müeyyidelere bağlı olacak ve müeyyidelerin uygulanmasında bir lahza tereddüt edilmeyecektir.

İktisat ve Nizam

Kâinatta, gezegenlerde, dünyada, tabiatta ve bir karınca yuvasında bile üstün bir nizam varken, Başyücelik Devleti iktisadının bir nizamı olmamasından bahsedilemez herhâlde… Nizam, bahsettiğimiz tüm prensiblerin, en küçük ölçekten en büyük ölçeğe dek, iktisat mekanizmamızda sistemli, ahenkli bir şekilde sürekli olarak işletilmesidir.

İktisat ve Müdahale

İktisadî mekanizma, her dâim son derece hassa bir denge üzerinde durur. Artık umumî bilgi hâline geldiği için duyduğumuzda üzerinde pek de düşünmediğimiz sözlerden biri olan “değişim kelimesinden başka her şey değişim içindedir” sözünün, en uygun olduğu insan faaliyetlerinden biri herhâlde iktisattır. Üretim vasıtalarında meydana gelen yeniliklerin sürati, üretimin bağımlı olduğu değişken sayısının sonsuza gitmesi ve tüketimin psikolojik bir veçhesi olması, iktisadî başarı sürekliliğini iki şarta bağlar; ileri görüşlülük ve güçlü bir ekonomi. Her iki şartın da tesis edilmesi, bilhassa Başyücelik Devleti gibi toplumun keşif ve görüşte en üstünlerinden müteşekkil bir sınıf tarafından idare edilen bir devlette, müdahalecilik prensibinin süratli ve kesin bir şekilde iktisadî hayâtta işletilmesine bağlıdır.

Müdahalecilik prensibinin bir diğer ciheti, temel tüketim ürünlerinde tavan fiyat uygulaması yapılmasıdır, yâni narh koyma. Enes b. Mâlik Hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz devrinde fiyatlar pahalandı. Bunun üzerine ashab; “Ey Allah’ın elçisi, bize narh koy” dediler. Efendimiz şöyle buyurdu: “Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.”[11] Yine Ebû Hureyre Hazretlerinden rivayet edildiğine göre, bir adam; “Ey Allah’ın elçisi, bize narh koy” dedi. Peygamber Efendimiz: “Belki bu konuda Allah’a dua ederim” buyurdu. Sonra başka bir adam geldi ve “Narh koy” dedi. Peygamber Efendimiz ona da şu cevabı verdi: “Belki fiyatları ucuzlatan ve pahalandıran Allah’tır” Allah Resulü’nün zamanında ihtiyaç hâsıl olmadığı için narh koymamasına rağmen, Devlet-i Aliyye’nin narh koyduğunu biliyoruz. Devlet-i Aliyye, karaborsacılık yoluyla piyasanın manipüle edilmesine ve bu yoldan servet biriktirilmemesi ve cemiyetin korunması adına fiyatlara narh koymuştur. Cemiyetin yararına ve ferdî sermeyenin urlaşmaması adına narh ve benzeri birçok müdahale devlet tarafından uygulanacaktır.

***

Yazımızın IV. bölümünde, iktisadî manzarayı, iktisat bahsi karşısında insanın yerini ve Başyücelik Devleti’nin temel prensibleri ışığında iktisadî dünya görüşümüzü aydınlatmaya çalıştık. İktisat bahsini önemsiyoruz, günümüz dünyasında buhranın kaynağı ve hâkimiyetin anahtarı hüviyetinde olan ekonomiyi, bu sebeble alabildiğine geniş bir şekilde değerlendirmeye gayret ediyoruz.

Kaynaklar

1 – Necib Fazıl, Dünya Bir İnkılâp Bekliyor –Dünya Bir İnkılâp Bekliyor/Yolumuz, Halimiz, Çaremiz/Ruh Muvazenesi/Her Cephesiyle Komünizma, 11. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2011, s. 85-86

2 – Salih Mirzabeyoğlu, Kökler–Necib Fazıl’dan Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 105

3 – Berzah – Takdim

4 – Salih Mirzabeyoğlu, Kökler–Necib Fazıl’dan Esseyid Abdülhakîm Arvasî’ye–, Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1986, s. 139

5 – Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 124

6 – Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 124

7 – Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 125

8 – Necib Fazıl, İdeolocya Örgüsü, 16 Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2007, s. 392.

9 – Salih Mirzabeyoğlu, İslâm’a Muhatab Anlayış –Teorik Dil Alanı–,2 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1987, s. 100.

10 – Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Temel Meseleler–, 3 Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 87.

11 – Ebû Dâvud, Büyû’, 49; Tirmizî, Büyû ; 73; İbn Mâce, Ticârât, 27; Dârimî, Büyû’,13; Ahmed b. Hanbel, II, 327; III, 85, 106, 286

Aylık Dergisi, 128. Sayı, Mayıs 2015