Son günlerde Yahudi ve Arab medyası ile Batılı analistlerin kaleminden çıkan Ortadoğu değerlendirmelerini gördüğümüzde gerçekten de hayretler içinde kalıyoruz. Bunlar çoğunlukla Yahudi Devleti ile Birleşik Arab Emirlikleri ve Bahreyn’in normalleşme anlaşmasından sonra kaleme alınan analizler. Türkiye’nin Filistin meselesinde nasıl çırak çıkartıldığı; Yahudi Devleti, BAE ve Bahreyn’in anlaşmasından sonra artık burada çok büyük bir ekonomik gücün temerküz ettiği ve Türkiye’nin bölgeden silindiği; Filistinlilerin haklarını korumak noktasında Türkiye’nin hiçbir fonksiyonunun olmadığı ve artık bu işi BAE’nin üstleneceği; mevcut ekonomik şartları dolayısıyla zaten Türkiye’nin Yahudi Devleti için bir partner olmaktan uzak olduğu, buna karşılık BAE ve Bahreyn ile yapılan anlaşmanın tüm taraflarının büyük bir sıçrama yapacağı; Filistin’le yaşanması muhtemel çatışmalarda Türkiye’nin söz hakkı kalmadığı ve bu gibi meselelerin Mısır kanalıyla çözüme kavuşturulduğu/kavuşturulacağı; hatta daha da ötesi, bu anlaşmadan sonra havacılık noktasında bile İstanbul’un bir alternatif olmaktan çıkarak bu ülkelerin havalimanlarının daha fazla ön plana çıkacağına kadar, akla gelen gelmeyen her şeyi Arablar ile Yahudi Devleti arasındaki normalleşme anlaşmasına bağlamak üzere, sanki bu anlaşmayı her derde deva koca karı ilacıymış gibi lanse etmeye azamî derecede gayret sarf ediyorlar.
Medyada kendisine bu şekilde yer bulan normalleşme anlaşmasının, Arab ülkelerinin buna imza atan rejimlerinin aksine milletlerinde tiksinti ve nefret dışında bir duygu doğurmadığını biliyoruz. Yine milletler nezdinden hadiseye yanaşacak olursak, şimdiye kadar imzalı yahut imzasız bir şekilde Yahudi Devleti’ne yanaşan Suudî Arabistan ve Mısır başta olmak üzere, bu tip girişimlerin Türkiye’nin itibarını sarsmak şöyle dursun, bilakis Türkiye’yi hâlihazırda olduğundan daha da ehemmiyetli bir konuma getirdiğini görmemek için kör olmak gerekir herhâlde.
Sahtekârları İfşâ Makinesi
Yeri gelmişken şu hususu tekrar hatırlatmakta fayda var. Amerikan Başkanlığına seçildiği günden beri söylediğimiz üzere, Trump’ın izlediği Ortadoğu politikasının açıklığından son derece memnuniyet duyuyoruz. Ortadoğu’da bugüne kadar sanki Yahudi Devleti’ne düşman, Müslümanların dostu ve hatta hamisi gibi poz kesen rejimlerin aslında ne kadar da alçak insanlardan müteşekkil olduğunu bütün İslâm âleminin adeta gözüne soktuğu için Trump’a müteşekkiriz. Senelerce Filistin davasından nemalanan; fakat iş Trump ile küre üzerine el basıp, konferanslar ile kapalı kapılar arkasındaki toplantılarda Kudüs’ü satmaya geldiğinde şen sıpalar gibi fotoğraf karesine girmekte yarışanların kimler olduğu bütün insanlık görmüş bulunmaktadır.
Yahudiler Kendi Aralarında Alay Ediyorlardır
Biz hakikaten de anlamıyoruz. Müslümanlık iddiasındaki bir rejim yahut kişi, Allah ve Resûlü’ne düşmanlık edenlerin kendisine buyurduğu bütün şartları peşinen kabul ederek onunla masaya oturmaktan ve kendi önüne konan bütün şartlara kendisini uydurmaktan ne gibi bir şeref ve izzet bulabilir? Bu rejimlerin kendi milletleri nezdinde düştükleri alçak vaziyeti de bir kenara bırakalım, Allah’a ve Resûlü’ne düşmanlık eden, Filistinli Müslümanlara karşı işlemedik insanlık suçu bırakmamış Yahudi Devleti ile anlaşma yapmak, Yahudi Devleti nezdinde bile bu rejimleri küçültmeye yetmez mi? Öyle ya, Yahudi Devleti bizimle aynı şartlarla anlaşma yapmaya kalksa, biz onların bu aşağılık hâlleriyle ancak alay ederdik. Bu kadar dinsizlik, bu kadar şahsiyetsizlik, bu kadar alçaklık, şerefsizlik olur mu? Oluyormuş.
Tezat
Yahudi Devleti’nin varlığını devamlı kılmak ve Büyük Yahudi Devleti hayaline kavuşmak için Ortadoğu’da kurgulanan Türk, Arab ve Fars arasındaki nazik dengede, Türkiye her geçen gün kendi tabiî eksenine dönüyor ve Yahudi çıkarlarının zıddındaki bir kefede yer alıyor olması dolayısıyla biz bugün Arablara kızıyoruz; fakat bunu yaparken Yahudi Devleti’nin tarih ve coğrafya itibariyle olmasa bile siyasî plandaki meşruiyetinin sağlanmasında Türkiye’nin 1948 senesinden başlayarak son yıllara kadar oynamış olduğu rolü de unutmuyoruz elbet. Günümüzde bile hâlen “cari açık” denen soruna karşı Ak Partili ekonomist ve maliyecilerinin bakış açısındaki sakatlık dolayısıyla, bir avuç dolar için Yahudi Devleti ile olan ticarî münasebetlerin arttırılmaya çalışılmasının büyük bir tezat doğurduğunu da göz ardı etmiyoruz elbet.
Tunçtan İrade
Bir tarafta Amerika Birleşik Devletleri, Yahudi Devleti, Suudî Arabistan, Mısır, BAE, Bahreyn ve bunlara ilâveten İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya. Nüfussa nüfus, paraysa para, silahsa silah, güçse güç. Diğer tarafta ise Gazze ile beraber senelerdir kuşatma altında yaşayan 5-6 milyonluk nüfus. Tasavvuf lerinde sıkça konu edilen bir espri vardır, hani sineğin kartalı, karıncanın fili yerden yere vurması üzerine, Filistin de o hesab, belki karşısındaki bu güçleri kaldırıp yerden yere vuramıyor ama tüm bu güçler bir araya geldiğinde bile Filistin’e bir dediklerini yaptıramıyorlar. İşte, Savaş Sanatları üzerine kaleme alınmış olan bütün eserlerin özünü, jenisini burada görmek mümkündür; Filistinlilerin tunçtan iradesinde… 5-6 milyonluk akıncı bir milletin, karşısında bir araya gelmiş neredeyse bütün dünyaya rağmen aman dilemez, uzlaşmaz tavrının, dünyanın sömürülen diğer milletleri için söyleyecek bir sürü sözü olduğu kanaatindeyiz. Aynı iradeyi son yıllarda Venezüella’da ve zaman zaman Türkiye’de gördüğümüzü de hatırlatalım.
Su Üstüne Atılan İmzalar
Her ne kadar gavurlaşmış yahut zaten ezelinden beri gavur gelmiş rejimler eliyle imzalanan bu anlaşmaların, ülkelerin milletleri nezdinde bir meşruiyeti olmaması dolayısıyla aslında hiçbir hükmü, geçerliliği yoktur.
Meselâ Mısır, Yahudi Devleti ile normalleşse ne olur, normalleşmese ne? Yarın Filistin ile Yahudi Devleti arasında bir savaş çıkacak olsa, Mısır uçak kaldırıp Filistin’i bombalayacak değil ya. Ki keşke bombalayacak olsa da Müslüman milletler başlarına belâ olan şu rejimleri bünyelerinden kusmak için aradıkları fırsatı en açık hâliyle bulsalar. Kendi milleti bile olmayan İngilizlerin veled-i zinalarını zaten bu bakımdan konuşmaya bile gerek yok.
Kaderin ve tarihin Türkiye’den beklediği hakiki bir “oluş”un gerçekleşmesinden sonra nasıl ki Ortadoğu’da İsrail diye bir devlete yer kalmayacaksa, aynı şekilde İngilizlerin giderken arkalarında bıraktığı diğer tohumlara da bu topraklarda en az onun kadar yer olmayacaktır.
Yahudi’ye Kıs Kıs Gülüyoruz
Yahudi açısından meseleye yanaşacak olursak… Bir yandan kıs kıs gülüyor ve diğer yandan da tabiî olarak hayret ediyoruz. Sen kalk ta Birinci Dünya Savaşı ile beraber yapılan bir plan çerçevesinde gel bölgeye yerleş, adım adım çevreye doğru yayıl, en büyük düşmanın konumunda olması gereken Mısır ve diğer Arab ülkelerini kendine hizmetkâr kıl, Saddam Hüseyin’i şehit ettir, Suriye’yi birbirine kat, Türkiye’de başarısız olsa bile FETÖ üzerinden yapmadığını bırakma, Mağrib’i baştan sona ateşe ver; fakat sonra gel de bak ki daha Filistin de, Gazze de orada durup duruyor. Kaderin cilvesine bakın…
***
Yahudi tecrübesine bakıldığında görüleceği üzere, Allah, olmasını murad etmediği zaman hiçbir şey olmuyor. Rasyonel aklın müntehası bu. Olmasını murad ettiğinde ise en olmazların bile nasıl olduğunu kendi şanlı tarihimizdeki misâllerden biliyoruz. Bu bakımdan meseleye yanaşacak olursak, Filistin nasıl ki Yahudi Devleti için darağacının altındaki sandalye hükmündeyse, bizim için de tarihî misyonumuzu gerçekleştirmemiz noktasında sıçrama taşı hüviyetindedir. Türkiye’nin artık aklını başına alması, bilhassa ekonomi okumasını yaptığı mevcut perspektifi değiştirmesi ve bununla beraber bölgedeki hakiki hasmı olan Yahudi’ye nefes hakkı bile tanımayacak bir siyaseti geliştirmesi ve işletmesi gerektir. Şu saatten sonra Türkiye’nin kaybedecek bir şeyi olmadığı, buna karşılık diğerlerinin ise kaybedeceklerinin kendileri bakımından baha biçilemez olduğunu şuurlaştırmak gerek.
Baran Dergisi 715.Sayı