Türkiye’de Allah’a ve Resûlü’ne savaş açmış bir sürü şebeke bulunuyor; fakat bunların hiçbirisi küfür cihetinden taarruz etmiyor. Hepsi sureti haktan görünerek saldırıyor. Türkiye’de Hristiyan bir oluşumun, Müslümanların itikad ve amelini cebheden hedef aldığı tek bir saldırı örneği bilen, hatırlayan var mı? Hristiyan bir oluşum açıktan böylesi bir girişimde bulunmadığı gibi Yahudi, deist, materyalist vesaire, kendisini İslâm dışında tanımlayan hiç kimse bayrak açıp, Müslümanlara ve İslâm’a taarruz etmeye kalkışmıyor. Buna karşılık olarak, Türkiye’de yaşanan kavga topyekûn İslâm çevresine sıkışmış bulunuyor. Bunun neticesi olarak da Müslümanlar ile kâfirler, münafıklar ve mürtedler değil de, sanki Müslümanlarla Müslümanlar çatışıyormuş gibi bir manzara doğuyor. Oysa ki, FETÖ vesilesiyle artık herkesin ezber etmiş olması gerekir, Amerikan istihbarat servislerinden tutun da tarihselci, materyalist, deist, dinsiz ve hatta bugün tüm bunların ötesinde CHP bile İslâmî bir söylem ve görüntü çizmek suretiyle bu topraklarda bâtılın mücadelesini işletebiliyor.
Küfür cebhesinde orijinal bir gelişme yok
Esasında, İslâm ve Müslümanlarla bu surette mücadele edilmeye kalkışılması yalnız bugünün meselesi değil. Üstad Necib Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eserinde bahsettiği itikadî sapkınlıklar, bütün bu meselelerin de merkezini teşkil ediyor:
-“Kendisinden sonra ümmetinin 73 fırka olacağını, bu fırkalardan da sadece birinin nura yöneleceğini haber veren Allah Resulü'nün vefatlarından sonra ilk alâmetleri Hazret-i Osman zamanında görülmeye başlayan sapık itikad ve davranışlar, dallardaki bütün ihtilâflı manzarasına rağmen aynı illetli kökte birleşirler: Kuru akıl ve şeytanî hayal…
Ümmetin temel yapısı olan Sahabi diyor ki:
«O’nu dinlerken öyle olurdu ki, âdetâ başımızın üstünde, kirpiğimizi kımıldatsak uçup gidecek ışıktan bir kuş varmış gibi mıhlanır kalırdık.»
Sahabînin temsil ettiği vecd ve teslimiyetin zamanla kabuk tutmaya başlamasiyle, meydan yerini, gönül ateşi yerine tüten akıl dumanının kaplaması kaçınılmazdı; öyle de oldu ve ardından, ilk olarak siyasi bir ihtilâf halinde başgösteren ve daima yahudinin güttüğü ayrılık ve aykırılıklar itikadî sapıklıklara yol verdi.”
Hani bugün bilhassa akademi çevrelerinde zuhur edip, bilimselci, tarihselci, akılcı ve tüm bunlarla beraber inkârcı tavırlarıyla sanki yeni bir şey icad etmiş gibi kendisini meydan yerine atıp Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e saldıranlar var ya, işte, İslâm tarihinin bütün sayfaları, baştan sonra nasıl ki küffar ile edilen şanlı bir mücadele ile doluysa, bir o kadar da bu sapkınlarla edilen mücadele ile doludur ve yine küffar tarafından Müslümanlara karşı sürülen bu tarlaların mümbit hâle gelmesine mani olunarak, Müslümanların itikadı ve ameli İslâm’ın 15. asrına kadar korunmuştur.
Vesile
Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Psikolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Dekan Yardımcısı Dr. Cihat Kısa’nın, girdiği derslerden birinde Hazret-i Meryem’e yönelik iftiralarının ses kaydının yayınlanması ve buna karşılık Anadolu’nun dört bir yanında spontane bir şekilde gelişen protestolar bugün bütün bu konuları yeniden konuşmamıza vesile oldu.
Anadolu, Ehl-i Sünnet’in son kalesi konumunu muhafaza ediyor ve bu kaleyi içeriden düşürmek için fırsat kollayanların her gün bir yenisi deşifre oluyor. Müslüman milletin, evlâtlarını, İslâm öğrensin, din öğrensin diye gönderdiği ilahiyat fakültesinde, gençlerin itikadını iğfal etmekle meşgûl olarak pusuya yatmış bu tip, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın, iffet kelimesinin bile yanında iffetsiz kalacağı annesi Hazret-i Meryem’e, her kadını kendi annesinden mülhem bilerek dil uzatması neticesinde açığa düşmüş bulunuyor. Ha, Cihat Kısa’nın Hazret-i Meryem’e attığı iftiralar, gerçekten de çocukluğunda kendi annesinde görmüş olduklarının şuur altındaki bir yansıması mıdır, BİLEMEM! İman ettiği psikoloji kuramları arasında bununla alâkalı bahsi şıp diye bulup, kendi teşhisini kendisinin koyabilecek donanımda olduğundan ise hiç şüphem yok.
Bütün inanışlar tam teslimiyet gerektirir
Dr. Cihat Kısa’ya lâyık olduğu dilden cevabı verdiğimize göre, şimdi meselenin özüne dönelim.
Din ve diğer tüm inanışlar, tam teslimiyet işidir. Biraz oradan, biraz buradan, muhtelif şartlarla, bilim açısından öylelerle, böylelerle iman falan olmaz. Hele ki, İslâm.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında radikalizmle alâkalı olarak bu bahsi değerlendirdiği şu kısmı da hatırlamadan geçmeyelim:
- “Şimdi, oturmuş solcu geçinenler, “radikal” diye İslâm’ı kötülüyor. “Radikal Müslüman” dediğin, her meseleye kendi zaviyesinden fikrî çözüm getirebiliyor ise bunun sadece bu yüzden haysiyeti vardır; benim aynı Marksizm’e verdiğim gibi… Ben, Marksizm’e fikrî derinliğinden dolayı değer vermiyorum dikkat edin! Her meseleyi kendine göre çözme gayretinden ve iddiasından dolayı… Dikkat ediyor musunuz? Hâlbuki bugün bizde “radikal”, küfür gibi kullanılıyor. Radikal, sonra ılımlı vesaire… Şimdi siz bana yarım Marksist diyebiliyor musunuz? Yâni, yarım Marksist olur mu? Yarım Müslüman olur mu? Şimdi bir fikir, fikirdir; bütün olarak benimsersin veya benimsemezsin.”
“Biraz Müslümanım, biraz “bilimselliğe” de modernist olarak açığım.” Olmuyor işte öyle canım, inanıyorsun yahut inanmıyor.
Müslüman için usûl
Üstad Necib Fazıl, Müslüman için hakikatin kaynağını son derece veciz bir şekilde “Çöle İnen Nur” adlı eserinde şöyle çerçeveler:
- “Derin ve gerçek mümin için usul:
O’ndan ve sahabîlerinden, emin el ve dille ne geliyorsa doğrudur. Gözümün gördüğü, elimin tuttuğu, kulağımın işittiği, burnumun kokladığı ve dilimin tattığı şeylerden hiçbirine, bunların hiçbir kontrolüne inanmayabilirim de yalnız O’na inanırım.”
İşte, Üstad’ın bahsettiği bu kaynağa inanmayınca, inanmış da olmuyorsun. Ha, tabiî tüm bunlara inanmayıp, sonsuz hikmet deryasına bigâne kalıp, sonra tıpkı kupkuru bir kelle gibi fikirleriyle Freud’a inanmak, zaten bir noktadan sonra olsa olsa cehalet deklarasyonu olur.
Bütün bu yaşananlar arasındaki esas mesele
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, doğru yolun sapık kolları meselesi yalnız bugünün yeni meselesi değil, dünün de meselesiydi, yarının da meselesi olacak. Burada bizim açımızdan esas ehemmiyetli olan, bilhassa ilahiyat fakültelerinde okuyan Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat gençlerin, bu rezillik karşısında sergiledikleri tavır. “Nasılsa iktidarda Müslüman bir siyasî parti var” denilip, lâik, Kemalist, batıcı küfür rejimi ve bu rejimin sergilediği rezilliklere karşı sergilenen kayıtsız tavır bu vesileyle nihayet sona ermiş bulunuyor. Cihat Kısa misalinden görüldüğü üzere, küfür rejimi ayakta kaldığı sürece, iktidara kim gelirse gelsin, Müslüman memleketin ilahiyat fakülteleri bile salyangoz marketine dönüşebiliyor. Bu sebeble de, artık, bu küfür rejiminin varlığı dolayısıyla cereyan eden nihai hadiselerin ötesinde, her saha ve planda, küfür düzenine karşı topyekûn bir taarruz çığırı başlatmak icab ediyor. Cihat Kısalar yalnız ilâhiyat fakültelerinde değiller ya. O ve benzeri zihniyettekiler, Müslümanların itikadlarını bulandırarak küfür rejimine payandalık ettikleri sürece devletin ve etkileyici konumların tamamında rahatlıkla yer buluyorlar. Bu sebeble de mücadelenin artık yalnız belli başlı planlardan dışarı taşınıp, milleti alâkadar eden bütün sahalara taşınması icab ediyor.
Cihad Kısa’nın ses kaydının yayınlanmasıyla âlenileşen küfre karşı gösterilen tepki ne kadar yerindeyse, Necib Fazıl’ın tabiriyle ak sütün içindeki ak kılın bulunması ve ona da aynı muamelenin yapılmasının bir din ve iman meselesi olduğunun ve hatta bunun bizim milletimiz için aynı zamanda bir beka meselesi olduğunun şuurlaştırılması icab ediyor.
***
Yalnız Türkiye için de değil bu konuştuklarımız. Batı menşeili dünya düzeni, tıpkı buradaki rejim gibi herkesi menfaati doğrultusunda yaşamaya zorluyor, çıkarları kendisi tayin ediyor, bunları dayatıyor, itaat etmeyeni cezalandırıyor, itaat edeni ne ile mükafatlandırdığını ise hâlen izah edemiyor. Sistemin banisi, merkezindeki ülkeler bile artık bu düzenin daha fazla sürdürülemeyeceği noktasında hemfikirken, burada kendi düzenimizi kendimiz kurmak varken, İslâmî soslarla küfür düzenini ayakta tutmaya çalışmak dangalaklık değilse, nedir?
Baran Dergisi 783. Sayı