Tasavvuf hal ve kal ile asr-ı saadeti yaşamaktır. İmam Rabbani; “Bil ki şeriat üç cüzdür: İlim, amel, ihlastır’” şeklinde bir tasnif yapmıştır. “Bu üç cüzden birisi eksik olursa şeriat tam olmaz” buyurmuştur. Toplumun tasavvufi ahlaka şiddetle ihtiyacı vardır. Değerler eğitiminde Muhammedî ahlaka çok önem verilmelidir.

Kaynağı itibariyle Hazret-i Peygamber’e dayanan tasavvuf, İslâmî ilimlerdendir. İslâm’ın ruhu ve cevheridir. Bid’at yani uydurma değildir. Saadet asrını davranışlarıyla yeniden yaşamaktır. Tabibu’l Kulûb; Yüce Allah tarafından sevilen ve seçilen peygamber silsilesinin sonuncusu, yaradılış bakımından da ilk olan Hazret-i Peygamber’e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tam bir tabiiyetle bağlı olmanın adıdır.

Ashabı Kiram arasında bulunan kibarların halleri tasavvufun tecrübî yönü, satırlara dökülen eserler de tasavvufun kitabî cihetini teşkil ediyor olup bunlar müteselsilen günümüze kadar ulaşmıştır. Hicri ikinci asırda diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi tasavvuf ilmiyle alakalı tedvin faaliyeti başlamış, kitaplar ve risaleler yazılmıştır. Ve yine hicri ikinci asırda sûfî ve tasavvuf kelimesi İslâm ümmeti arasında kullanılmaya başlanmıştır. Kuşeyrî, Ehl-i Sünnet’e mensup olan sûfîleri, meşhur Risalesi’nde âbidler ve zâhitler şeklinde bahsetmiştir.

Tasavvufun Tarifleri

Hal ve makam sahibi büyük sûfîlerin tasavvuf ile alakalı pek çok tarifleri olduğu gibi, tabiînden müctehidlerin ve fakîhlerin tariflerine de ilk dönem eserlerinde rastlamaktayız. İmam Azam, İmam Mâlik, İmam Şafii, İmam Ahmet bin Hanbel’in tasavvuf hakkında söyledikleri yine tasavvuf ilmini konu alan ilk dönem kaynaklarda mevcuttur.

İmam Azam Ebû Hanife, Cafer Es-Sadık’ı tanıdıktan sonraki iki yılından övgüyle bahsetmiştir. Caferi Sadık silsile-i aliyye’de ismi zikredilen Ehl-i beyt imamlarındandır.

İmam Mâlik Hazretleri, ilmiyle amel etmeyen fakîhi yermiş, fıkhın bilgilerinden habersiz olan sûfîyi tenkit etmiştir.

İmam Şafii, fıkıhsız tasavvufu tasavvufsuz fıkhı makbul görmemiştir.

İmam Ahmet bin Hanbel oğluna; ‘’tasavvuf ehlinin meclisine devam et çünkü onlar ehlullahtandırlar.’’ buyurmuştur.

Tabiînin en büyüklerinden çocukluğu ve gençliği sahabe-i kiram arasında geçmiş olan Hasan-ı Basri Hazretleri, Hazreti Ali’nin rahle-i tedrisinden geçmiş ve bu ilmi Habib Acemî’ye öğretmiştir.

Tasavvufun bine yakın tarifinden bahsedilmiştir. Tariflerin çok olması konunun ehemmiyet ve faziletine delalet eder. Bu tariflerden usul alimleri tarafından da tercih edilen ilk dönem mutasavvıflardan Nasrâbâdî’nin tasavvuf tarifini arz edeceğiz. Ona göre tasavvuf; ‘’Kuran-ı Kerim ve Peygamberin Sünnetine tam bir tabiiyet ile heva ve bid’atları terk etmek, kamil mürşitlerin yasakladığı şeylere riayet göstermek, günlük vazifelerine devam etmek, ruhsatları ve kendini rahatlatmak için tevil yolunu terk etmektir.’’ şeklindedir.

Seyyidü’t Tâife Hazreti Cüneyd’e ait birçok tasavvuf tarifi vardır. Biz bir tanesini zikredeceğiz. Ona göre tasavvufun tarifi ‘’Hakkın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.’’ şeklindedir.

Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin tasavvuf tarifi hakkında şunu nakletmektedir: “Bir de mürşidim ve kurtarıcım Abdülhakîm Arvasî Hazretleri var ki bütün tarifleri naklettikten sonra dünyanın en kuru ifadesiyle en büyük hakikati zaptetmiş olarak şöyle diyor; ‘Tasavvuf beşerî sıfatlardan çıkış, melekî sıfatlar ve ilahi ahlakla vasıflanmaya mahsus bir hal.’”

Calib-i dikkattir ki yapılan bütün tarifler arasında bir ahenk, teyit ve te’kit hatta tebyin edicilik bulunmaktadır. Kaynak itibariyle tek bir deryadan etrafına dağılan çeşmeler gibi…

Ancak bilgi kaynakları arasında ilahi vahyi kabul etmeyen, akli meaş ile meselelere bakan, felsefe ekollerine tabi olan filozoflar hep birbirlerini tenkit etmişlerdir. Bu konuda da Üstat Necip Fazıl; “Felsefede her mektep öbürünün yanlışını gösterirken doğru söyler.” tespiti çok müthiştir.

İnsana Hazreti Ömer’in Hristiyan ve Yahudilerin hakkında inen; “Yahudiler, ‘Hıristiyanlar bir temel üzerinde değiller’ dediler. Hıristiyanlar da, ‘Yahudiler bir temel üzerinde değiller’ dediler.” ayetine (Bakara 113. Ayet) “Yahudi ve Hristiyanların sözünü tasdik ediyorum” demesi gibi.

Tasavvufun aslı ihsan makamıdır. Kuran-ı Kerim’de İslâm ve ihsan arasında irtibatın olduğunu bildiren ayetler çoktur. “Hayır, öyle değil! Kim “ihsan” derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara 112. Ayet)

“Halbuki her kim özü muhsin olarak yüzünü tertemiz Allaha tutarsa o hakikaten en sağlam kulpa yapışmıştır, öyle ya bütün işlerin akıbeti Allaha dayanır.” (Lokman 22. Ayet)

Tasavvufu Tahrif Çabaları

Nakli delilleri amacından saptırmak suretiyle tasavvufu tahrif ve inkâr faaliyetleri günümüzde de dillendirilmektedir. Aslında tarih içerisinde İslâmî ilimleri tahrif etme çabası içerisine girenler olmuştur. Bunların başını çekenlerin Yahudiler olduğunu unutmamak gerekir. Onların tefsir, hadis, kelam gibi tasavvufa da tasallut etme çalışmaları olmuştur. Ancak İslâmî ilimleri tahrif etmek hususunda başarılı olamamışlardır. Çünkü Kur’an ve ilimleri Yüce Allah’ın muhafazası altındadır. Bu muhafazayı da peygamber varisi âlimler, bu batıl fikir ve itikadlara karşı dimdik durup, eserler yazarak sağlamışlardır.

Tahrif hareketleri ayetleri ve nakli delilleri amacının dışında kullanmak suretiyle sinsice faaliyetlerini sergilemişler. Sevad-ı Azam olan Ehl-i Sünnet itikadındaki tasavvuf ehlini şirk, müşriklik ve bid’at ile itham ettikleri bilinmektedir. Ayetleri kendi heva ve heveslerine göre tercüme ederek bu yola alenen başvurdukları ve çeşitli medya kuruluşları vasıtasıyla Müslümanların nezih itikadını hedef almaktadırlar.

Bu kişiler İslâmî ilimlerle alakalı eser ve kitapların yeni baskılarında tasavvufu teyit eden kısımları çıkartmak suretiyle tahrif etmeye kalkışmışlardır. Bunun en açık delili rivayet, dirayet ve işari (tasavvufi) tefsirin en önemli örneklerinden Es-seyyid Mahmud El Âlûsî El Bağdadî’nin Ruhu’l Meani tefsirinde selefi baskılarında tahrifat yapıldığı Mısırlı Profesör Cude Muhammed “Et-Tasavvufu Ruhu’l-İslâm” isimli eserinde bildirmektedir. Ayrıca, Müslümanlar arasında tedirginliğe sebep olacak şekilde gerçek tasavvuf erbabı tarafından kabul gören ve kaynakları gösterilen tevessül, teberrük, kabir ziyareti ve velayet gibi konularla ilgili hadis-i şerifleri de zayıf olarak lanse etmeye ve yaymaya çalıştıklarına şahit oluyoruz.

İmam Celaleddin Süyûtî’nin Bir Tespiti

İmam Süyûtî (M. 1445-1505), Te’yidül Hakikatül Aliyye isimli eserin mukaddimesinde “Tasavvufun kendisi şerefli bir ilim, kadri yüce, gayesi ise üstündür. İslâm alimleri geçmişte olduğu gibi şimdi de onun parlak ışığını yüceltmişler ve daha da parlatmışlar, tasavvufa mensup olanlara tazim etmişler, erbabı olanlara evliya nazarı ile bakmışlardır. Onlara peygamberlerden sonra Yüce Allah’ın has kulları olarak itikad etmişlerdir. Geçmişte ve şimdiki zamanda onlardan olmayan ve fakat onlara benzer gibi hareket eden kişiler ilimden haberdar olmadıkları halde hakikatsiz konuşurlar. Böylece doğru yoldan çıkmak suretiyle hem kendileri dalalete saparlar hem de saptırırlar. Bunların bazıları sadece isimle yetinirler. Böylece dünyalık elde ederler. Bazıları da hakikati elde edemedikleri için hulûl ve benzeri safsatalara dalarlar. Bu durum ise insanların bu taifenin tümü hakkında Suizanlarına sebep olurlar.” tespiti ne kadar anlamlı ve düşündürücüdür.

Marifet ehlinin deyimiyle sapla samanı birbirinden ayırmak ve testiyi kıranla su getireni iyi tanımak lazım. Toplum bu bilince varmadıkça Allah’a giden yolun üzerinde duran şakileri “kati-i tariki ilahi olanların şerrinden” kurtulamaz. Halbuki ömrünü bu yola sarf eden ehlullahın yazdığı kitaplarında bizatihi tasavvufa İslâm’ın ruhu ve İslâm’ın cevheri adıyla da teliflerini yapanlar olmuş ve müminlerin istifadesine sunmuşlardır. İslâmî ilimlerin içerisinde ilk dönemden itibaren en çok yazılan eserlerin tasavvufi eserler olduğunu kütüphanelerde çalışan bir zattan duymuştum. Ancak bu nadide, kıymetli ve kadim eserler kütüphanelerin tozlu raflarında kendilerine dokunacak ümmetin evlatlarını beklemektedirler.

Sonuç olarak deriz ki; Tasavvuf dinin üç mertebesinden biri olan ihsan makamının tahakkukundan başka bir şey değildir. Hicri ikinci asırda yaşayan Büyük Mutasavvıf Abdullah Tüsterî şöyle demiştir. Bizim yolumuz yedi şeydir;

-Kur’an-ı Kerim’e tam bağlılık,

-Resulullah’ın sünnetine (rehberliğine tabi olmak) ittibâ etmek,

-Helal yemek,

-Eziyet etmemek,

-Günahlardan kaçınmak,

-Tövbe etmek,

-Hak sahiplerine haklarını eda etmek.

İşte bu yedi esas İslâmiyet’in ilkelerindendir.

Rol Model Şahsiyetlere İhtiyaç Vardır

Muhammedî ahlakın medresesinde yetişenlerin başında Sahabe-i Kiram kibarları yetişmiş ve umum sahabeler kadrosu kısa bir zamanda İslâmîyet’i üç kıtaya yaymışlar. Az bir zaman diliminde nice önder ve örnek âlim, müfessir, muhaddis, mücahidler, âbidler, zâhitler ve mutasavvıflar yetişmişlerdir. Yeryüzünün yıldızları olan bu şahsiyetler birer rol model olarak insanlığın hidayete ermelerine vesile olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki İslâm güneşinin parladığı ve altın çağını yaşadığı dönemlerde sulh, sükûn, huzur, hürriyet ve saadetten insanlar nasiplerini almışlardır. Alem de nizamına kavuşmuştur. İslâm ümmeti zâhiren ve bâtınen kadroları yetiştirmedikçe hayırlı ümmet özelliklerine sahip olamaz.

Halife Hazreti Ömer döneminde halifenin de içinde bulunduğu bir mecliste Hazreti Ömer orada bulunanlara ‘’Allah’ın kabul edeceği bir dileğiniz olsa ne isterdiniz?’’ diye sorar.

-Orada bulunanlardan birisi; ‘’Allah yolunda harcamak için şu oda dolusu gümüşüm olsun isterdim.’’

-Bir başkası; ‘’Şu oda dolusu altınım olsaydı Allah yolunda harcayacaktım.’’

-Bir diğeri; ‘’Allah yolunda harcamak için bu oda dolusu mücevherim olsun isterdim.’’ dedi.

Bu dileklerden sonra ‘’Ya Ömer! Peki sen ne isterdin?’’ diye sordular. Hakla batılı birbirinden ayıran Hazreti Faruk her zaman olduğu gibi farkını gösterdi ve ‘’ben de Ebu Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel, Huzeyfetü’l Yemânî gibi bu oda dolusu adamlarım olsun isterim.’’ cevabını verir. Bu isimlerini saydıkları büyük sahabelerin her birinin ayrı meziyetlere sahip olduğunu unutmamak gerekir.

Tasavvuf şeriatı yaşamada kolaylık yolunu gösterir. Şeriatsız haller kişiyi sırat-ı müstakimden uzaklaştırır. Sıratı müstakim de Efendimizin mezhebidir. Merhum Üstat Necip Fazıl şeriatı füze rampasına benzetir. Tasavvuf ise bu rampadan fırlatılan ve hedefine varan füzeye benzeterek konunun anlaşılması için güzel bir örnek vermiştir.

Tasavvuf hal ve kal ile asr-ı saadeti yaşamaktır. İmam Rabbani; “Bil ki şeriat üç cüzdür: İlim, amel, ihlastır’” şeklinde bir tasnif yapmıştır. “Bu üç cüzden birisi eksik olursa şeriat tam olmaz” buyurmuştur. Toplumun tasavvufi ahlaka şiddetle ihtiyacı vardır. Değerler eğitiminde Muhammedî ahlaka çok önem verilmelidir. Bilinmelidir ki büyük ahlak sahibi Allah tarafından sevilen ve seçilen varlık sebebine tam bir tabiiyet olmadıkça manevi derecelere kavuşmak mümkün değildir. Tam tabiiyet ise ona tam tabi olanlardan öğrenilir.

Efendimizin bize miras olarak bıraktığı edep mektebi ve irfan medresesine sahip çıkıp geliştirmek lazım. Bu mektep ve medresede ruhun terbiye ve nefsin tezkiyesi için nebevi sünnet en büyük düsturdur. Kalplerin şifa bulmasının ilacı buradadır.

Yoksa isme ve resme takılmamak lazım.

Aylık Baran Dergisi 28. Sayı, Haziran 2024