Bu hafta, Sultan Alparslan ve ordusunun dönemin süper güçlerinden biri olan Bizans’ı mağlub etmesinin ve Anadolu’nun kapılarını İslâm adına kırmasının sene-i devriyesini idrak ediyoruz. Tarihte bugün yaşananlar bahsine merakı olanlar için Ağustos ayının Müslümanlar için bereketli bir zafer ayı olduğunu, Kıbrıs’ın fethi, Mohaç Meydan Muharebesi, Belgrad’ın fethi ile Çaldıran ve Mercidabık zaferlerinin bu ay içerisinde kazanıldığını hatırlatalım. Yine Türkiye’nin bir asır sonra İngiliz ve Fransız maharetiyle karalanan “sınır” çizgilerinin ötesine adım attığı Fırat Kalkanı Harekâtının da bu ay içerinde başlatıldığını ilâve edelim.
Yine Müslümanlar açısından son yüzyılda elde edilen en büyük zaferin, Taliban tarafından Afganistan’da, yine bir Ağustos ayında kazanıldığını görmemek için ya kör yahut gavur olmak gerektiği de son derece açık. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, Hollanda başta olmak üzere bütün NATO kuvvetleri ve bu güruh ile işbirliği içinde olan ortaklarının hepsinin birden, 20 sene boyunca silah teknolojisi ve para gücünü mümkün olan son raddeye kadar işlettikleri hâlde, ayağında terlik, kalbinde iman ve çelikten de bir irade taşıyan Taliban karşısındaki hezimeti tarihe geçecek çapta büyük bir zaferdir.
Geçtiğimiz haftalarda bir vesile ile insanların yaşadıkları çağda cereyan eden hadiseleri idrak etmek noktasında sıkıntı yaşadıklarından dem vurmuştuk. Bugün Taliban’ın bütün Batı dünyasına karşı elde ettiği kesin ve tartışmasız zaferin de bu çerçeve içine girdiği ve idrak edilemediği kanaatindeyiz. Tabii böylesi büyük çapta bir zafer idrak edilemediği için, Batının büyük hezimeti ve Müslümanların büyük zaferinin doğurması muhtemel tesirler de bir türlü mesele edilemiyor.
Savaş ve Muharebeler
Savaşan taraflardan birinin diğerini mağlub etmesi, taraflardan birinin iradesinin kırılması ve bunun neticesinde karşı tarafın üstünlüğünü kabul ederek ona yalnız maddî değil, manevî olarak da teslim olması şartına bağlıdır. Buna karşılık bahse konu savaş çerçevesi içinde muhtelif planlarda yaşanan muharebeler ise bir tarafın geri çekilmesi, geri adım atması ile kazanılır yahut kaybedilir; fakat bir taraf girdiği bütün muharebeleri kaybetse bile savaşma iradesini kaybetmediği sürece mağlub edilemez, teslim alınamaz.
Afganistan işgâli süresince yaşanan muharebelerin büyük bir çoğunluğunu Amerika ve onun başını çektiği son teknoloji ürünü silahlarla donatılmış ordunun kazandığı son derece açık. Zaten belki de insanların Taliban ile alâkalı olarak aklını kurcalayan da bu konu oluyor ve soruyorlar; “Bunlar girdikleri her muharebeyi kazanırken, Afganistan’dan şimdi niçin çıkıp gidiyorlar?” Evet, biraz evvel bizim de tasdik ettiğimiz üzere, Batılı ordular Afganistan’da girdikleri neredeyse her muharebeyi kazandılar; fakat kazandıkları muharebeler savaşı kazanmalarına yetmedi, yâni Taliban’ın iradesini kıramadı ve teslim alamadılar. Taliban ile masaya oturdukları günden beri zaten en çok da bu hususu dillendiriyorlar, “Biz orada 50 sene daha kalırız kalmasına; fakat yine muvaffak olamayız.” Hatırlarsanız, Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesine dair işletilen süreçte Taliban’ın da en çok dikkat çektiği husus buydu ve işgal birlikleri Afganistan’da kaldığı sürece biz bu mücadeleyi sürdürmekte kararlıyız diyorlardı.
Bir tarafta girdiği neredeyse bütün muharebeleri kaybetmiş ama zafer ümidini yaşatmayı bilmiş, savaşma iradesini kırılmamış Taliban, diğer tarafta ise girdiği neredeyse bütün muharebeleri kazanmış ama zafer ümidini yitirmiş, savaşma iradesi kırılmış Amerika’nın başı çektiği işgâl ordusu.
Böyle deyince de Taliban sanki girdiği her muharebeyi kaybetmiş gibi de anlaşılsın istemeyiz, burada başka bir hususa dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Amerika, Vietnam’da yine benzer şekilde iradesi kırılıp savaşı kaybetmişti; fakat iletişim vasıtaları bugünkü kadar yaygın olmadığı ve dönemin dünya çapındaki propaganda vasıtalarının başlıcası olan sinemayı elinde tuttuğu için bu hezimeti sanki bir zafermiş gibi aktarmasını bilmişti. Bugünse Amerika’nın başı çektiği işgâl ordusunun yaşadığı hezimet, iletişim vasıtalarının yaygınlığı dolayısıyla artık öyle propaganda ile falan gizlenebilecek gibi değildir.
Almanya ve Türkiye Misâlleri
İradenin kırılması ve teslim olmak bahsiyle alâkalı olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye ve Almanya’yı misâl verebiliriz. Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda girdiği cebhelerde savaşı kaybetmiş olmasına rağmen savaşma iradesini yitirmediği, azmi ve iradesi kırılmadığı için çok kısa bir sürede toparlamasını bilmiş bir ülkedir.
Türkiye misâline ise biraz genişçe yer verelim. Birinci Dünya Savaşı’nda mağlub olan Osmanlı’ya önce Mondros Ateşkes Anlaşması dayatılmıştır. Mondros Anlaşması şartları bakımından ağır bir anlaşma olsa da, millete yenildiğini hissettirecek, dolayısıyla da harekete geçmeye zorlayacak bir anlaşmaydı. Zaten öyle de oldu, dayatılan bu anlaşmaya karşı Kuvâ-yi Milliye birlikleri tesis edildi ve milletin savaşma iradesinin kırılmadığı bu hareketle beraber bütün dünyaya deklare edilirken, Anadolu da bu vesileyle yabancı işgalcilerden arındırılmaya başlandı. Yaşanan bu karşı taarruz ilk meyvesini de verdi ve İtilâf Devletleri Kuvâ-yi Milliye’nin ilerleyişini durdurmak üzere hemen ateşkes çağrısında bulundu ve Mudanya Mütarekesi imzalandı. Buraya kadar bir savaşın galibi ve mağlubunu tayin edecek olan bütün ibreler bizim lehimize dönmeye başlamışken, bir sene sonra Lozan’da imzalanan “teslim anlaşması”nın getirilip burada “zafer anlaşması” şeklinde pazarlanması neticesinde biz, savaşı, azim ve irademizin yabancı işgâlciler marifetiyle değil de işgâlcilerin yabancılaşmış işbirlikçileri eliyle kırılmasıyla kaybettik. Şu, çokça tartışılan Sevr Anlaşması’na burada bir parantez açmakta fayda var. Sevr Anlaşması’nın şartları elbette ki Lozan Anlaşması’ndan çok daha ağırdı; fakat Lozan Anlaşması burada yalandan galibiyet idrakini şişiren bir rehavet pompası vazifesi görürken, Sevr Anlaşması’nın her tarafından akan mağlubiyet, Anadolu’nun kafire cehennem olan yüreklerindeki ateşi harlamak için körük vazifesi görecekti.
Bugüne dönecek olursak, baştakilerin, eğer ki Türkiye’yi hakiki bir oluş istikametine döndürmek ve 100 sene sonra yeniden mesafe kat edebilmek gibi bir iddiaları varsa, en başta yaşadığımız hezimetin millete idrak ettirilmesi ve ancak bu hezimetin cemiyetimizde meydana getireceği ıstırab ve ruhî reaksiyon dayanak yapılarak ileri doğru hamle yapabileceğimiz anlaşılmalıdır. Dikkat edin, bunlar yorum falan değil. Sevr gibi bize yaşadığımız hezimeti idrak ettirecek ve yeniden hamle kudretine ermemizi teşvik edecek anlaşmayı yırtıp atıp, onun yerine Lozan’ı boşuna imzalamadılar. Ayrıca, öyle sanıyorum ki bu Serv anlaşmasının arkasında Fransızlar vardır. Ancak onlar gibi kibir abidesi bir millet böylesine salakça bir anlaşma ile kendi zafer hissiyatını şişireceğim derken düşmanını kendisine karşı biler. Ve yine görmek gerekir ki, Lozan Barış Anlaşması, sinsiliğin billurlaşarak insan suretine büründüğü İngiliz’in başının altından çıktığı muhakkaktır. Öyle ya, kaybeden bir milleti, “kazandınız ha” diye kandırıp gevşettikten sonra üzerinde her türlü cerrahi müdahalede bulunmanın sırrına yalnız bu millet ermiştir.
İktidara Yakın Medyanın Fikir, Tavır ve Tutum Noktasındaki Sefaleti
Taliban’ın zaferi ve sonrasında meydana gelen gelişmeler karşısında iktidara yakın medyanın sergilediği tavır ve tutum açıkça göstermiştir ki, burada kendi fikri olan tek bir kişi bile yoktur. Tam kadro halinde ya kendilerine gönderilen direktiflere yahut daha evvel takib etmeleri işaret edilmiş kimselerin fikir ve tavırlarına, kendi semerlerinde taşıdıkları bilgiyi katıp yoğurduktan sonra servis etmek dışında tamamen fonksiyonsuzdurlar. Bilhassa son yıllarda cereyan eden eşya ve hadiseler karşısında, kendilerine iletilen direktiflere uyup, her seferinde uçurumdan aşağı atlayan koçun peşinden bile isteye düşen bu koyun sürüsü, fizikî yaralar almasalar bile ruhî ve vicdanî bakımdan leşten farksızdır. Bundan da vahim bir diğer husus ise, bütün fikir, tavır ve tutumları uzun bir süredir yönlendirildiği için fikretme, idrak etme, tahayyül etme, tasavvur etme gibi melekeleri de hadımdır.
Bu melekelerindeki körelmenin neticesini görmek için içlerinden yalnız biri olan Mehmet Metiner’e bakmak yeter de artar bile…
24 Ağustos 2021 tarihinde Yenişafak Gazetesi’nde yayımlanan “Taliban, Şeriat, Hilafet, İslam Devleti vs…” başlıklı yazısında Mehmet Metiner diyor ki:
- “Taliban’la birlikte Şeriat, Hilafet, İslami Devlet, İslam Emirliği gibi kelimeler havada uçuşmaya başladı. Bu kelimeler üzerinden kendilerini tanımlayanlar durduk yere içimizde de maraza çıkartmaya başladılar. Kendi adıma söyleyeyim: Taliban dolayısıyla içimizde tekrar tedavüle sokulan bu kelimeler üzerinden pozisyon alanlar bu ülkeye, bu ülkenin toplumsal barışına, bir o kadar da Erdoğan liderliğindeki Ak Hareketi’ne zarar veriyorlar.”
Devamında da:
- “Taliban’ı ikide bir gözümüzün içine sokarcasına “Hanefi-Maturidi” diye tanımlamak da neyin nesidir? Ne yani, bu ülkede de “Hanefi-Maturidi” olduğu halde bakış açılarına karşı olduğumuz gruplar yok mu? Unutulmasın: F. Gülen adlı İblis de “Hanefi-Maturidi”dir.” diyor.
Öncelikle F. Gülen’in “Hanefi-Maturidi” olmasından başlayalım. Bir kere bizim bildiğimiz hiçbir iblis, lâin veyahut şeytanın, tanımlamak için hangi kelimeyi kullanırsanız kullanın, amelî ve itikâdî mezhebi yoktur! Hem F. Gülen adlı İblis diyeceksin, hem de amel ve itikadda mezheb biçeceksin. Dini olmayanın mezhebi mi olur? F. Gülen dediğiniz gavur, Amerikan gizli servislerinden birini idare eden, bu sebeble de istediği her kılığa girmekte özgür olan, 15 Temmuz’da Türkiye’yi Amerika adına işgal etmeye kalkmış bir kafir. Taliban ise Amerika ve onunla beraber hareket eden Haçlı Ordusu’na (Haçlı Ordusu tabiri bize değil işgâli başlatan Amerikan Başkanı’na ait) diz çöktürmüş, Müslüman hareket. Şimdi bir daha bak bakalım, aynı şey mi?
Gelelim Şeriat, Hilafet, İslami Devlet, İslam Emirliği gibi kavramların Türkiye’deki sosyolojik barışa ve Ak Hareketi’ne zarar vermesi bahsine. 1071 senesinde Malazgirt’te tam da Şeriat, Hilafet, İslami Devlet, İslam Emirliği gibi kaygılarla kapısını kırdığımız ve bize bin senedir yurtluk eden bu topraklardaki sosyolojik barış Şeriat, Hilafet, İslami Devlet, İslam Emirliği gibi kavramlar dolayısıyla bozulacaksa, bırakın bozulsun! Yine bu topraklarda kendisini Müslüman Anadolu nezdindeki meşruiyet dairesinin içine konumlandırmaya çalışan “Ak Hareketi” (bu da neyse?) Şeriat, Hilafet, İslami Devlet, İslam Emirliği gibi kavramlardan zarar görüyorsa, o da görsün!
Başta dedik ya, hadiseler karşısındaki fikir, tavır ve tutumlarını önlerine gelen direktifler belirliyor, bu sebeble de fikretme, idrak etme, tahayyül etme, tasavvur etme gibi melekeleri hadım oldu diye, işte, o direktiflere uymayıp, körelmiş kafayı çalıştırmaya kalkıp, hadiseleri yorumlamaya çalışınca da ortaya çıkan saçmalığı tarife kelimeler yetmiyor. Neyse, kadro buysa, “durmak yok, direktiflere devam!”
Taliban’ın İslâm’a muhatab anlayışından doğacak olan ve yakında “nasıl”ını göreceğimiz devlet ve dünya görüşü elbette ki tenkid edilebilir; fakat Taliban’dan yola çıkarak İslâmî kavramlardan rahatsızlık duymak, bu bambaşka bir şey…
Afganistan’da çakan kıvılcımı burada hakiki bir İslâm ihtilâli ve inkılabına vesile kılmaya uğraşacak, Amerika ve ortağı Haçlı ordusunun Müslümanlar karşısında yaşadığı hezimet üzerinden gavur dünya düzeni yerine yeni bir düzen peşinde koşacak erkek kafalar nerede, bu dişi kafalar nerede.
Ha, Taliban’ın ortaya koyacağı İslâmî devlet ve dünya görüşüne daha peşin peşin karşı çıkanların içinde yaşadıkları lâik, dinsiz, Kemalist rejimden yana memnuniyetleri de apayrı bir mesele.
***
Varsayalım ki bir zaman ve mekân kayması yaşansa ve Türkiye’de yaşayan, sesi çok çıkan, iktidara yakın yahut uzak fakat İslâm’a ya hepten uzak veyahut düşman olan kesim, kendisini 1071 günü Malazgirt ovasında bulsa, Alparslan’ın ordusunu Taliban birlikleri sanır, safını da hemen dönemin süper güçlerinden biri olan Bizans’tan yana seçerdi.
Baran Dergisi 763.Sayı