Vakıfların şer’î dayanaklarına değindiğimiz son birkaç haftaki yazımızda, bu kurumun Kur’ân’da zımnen, hadislerde ve ashab-ı kiramın tatbikinde alenen yer aldığını müşahade etmiş bulunmaktayız. Müslüman ferdlerin hayır işlerinde yarışmalarını emreden dinimizin, aslî gayesi en geniş mikyasta cemiyet menfaati olan bir müesseseyi meşru görmesi mukadderdi. Yine bu kurumun gelişip serpilmesi ve birçok koldan yoluna devam etmesi de, bir tohumun bütün ağacı bünyesinde saklaması gibi mukadderdi.
Buraya bir parantez açıp vakıfların şer’î dayanaklarına dair genel hatlarıyla sunduğumuz malumatın ehemmiyetine başka bir yönden dikkat çekmek istiyoruz: Fuad Köprülü gibi bazı tarihçilere göre Müslümanların kurdukları vakıfların ilham kaynağı İslâm değil, Müslümanların fethettikleri topraklarda yüz yüze geldikleri diğer kültürlerin -bilhassa da Bizans’ın- benzeri kurumlarıdır. Buna Mısır, İran ve Roma tesirini ekleyenler de vardır. Ona göre İslâm miras hukukunun kadınlara verdiği haklardan kendilerini kurtarmak maksadıyla Arablar, mezkûr ülkelerde gördükleri bu kurumlara sarılmışlar ve bu şekilde binlerce vakıf tesis etmişlerdir. Yani vakıflar, aslında hayır işlemek maksadıyla değil de, yine maddî bazı endişelerle kurulmuşlardır. Bunun dışında baskıcı ve hak-hukuk tanımaz hükümdarların el koymasından korkan kişiler de çocuklarını “mevkufun aleyh” yaparak mallarını vakfetmişlerdir. (Fuad Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü, Vakıflar Dergisi, sayı 2, sh. 1-37). Hem hak hukuk tanımayan hem de konu vakıf olunca bir anda hak hukuk tanır hale gelen “baskıcı hükümdar” portresinin komikliği bir tarafa, ilginç olan nokta, her şeyi maddî ve faydacı gerekçelerle açıklama adına serdedilen bu mütenakız görüşlerin aslen Köprülü’ye ait olmamasıdır. O devrin Avrupalı müsteşriklerinin önemli bir kısmının ortak kanaatidir bu faydacı düşünceler ve Köprülü, bazı noktalara itiraz etse de, bunları benimsiyor gözükmektedir. Cumhuriyet’in “sağcı” tarihçisinin hali budur. Mezheb imamları arasında vakfa dair ortak bir kanaatin ve Kur’an’da bu kuruma yönelik açık bir delilin bulunmamasını onun İslâm dininden kaynaklanan bir müessese olmadığının delili sadedinde takdim ederken, ne fıkhı ne de mezheblerin varlık sebeblerini anlamış gözükmektedir. Buna rağmen de yapı itibariyle tamamen fıkhî bir mevzu olan vakıf üzerine yorum yapmaktan çekinmemektedir.
Vakıfların İslâm kaynaklarındaki delillerine baktığımızda gördüğümüz, neredeyse tüm ana unsurlarıyla bu kurumun temelinin Resûlullah Efendimiz tarafından atıldığıdır. Bu kurumun önceki medeniyetlerdeki veya Peygamber Efendimiz’in asrında mevcut ülkelerdeki tatbikatla benzeşmesi, aslında, “o onu oradan aldı, bu bunu şuraya götürdü” gibi her oluşun arkasında illaki ve sadece maddî sebebler aramaya mütemayil materyalistlerin ne kadar yanıldığının isbatıdır. Çünkü ayetler, hadisler ve ashabın tatbiki açıktır ve haricî bir yerden alındığına dair bir emare yoktur. Hele ki bir alet veya görüşü bir yerden aldığında hiç yüksünmeden bunu kabul eden bir Peygamber ve O’nun ümmetinin bu yönde bir beyanının olmaması vaziyete katiyet kazandırmaktadır.
Aslında durum şundan ibarettir: Din, tarifi gereği iyilik ve doğruluk demektir. Bunun aksi bir mahiyet taşıyan bir din ortaya çıkabilir; ancak insan fıtratına ters olacağından (kötülük ve yanlış üzerinde insanlar sürekli birlik olamazlar; çatışma kaçınılmazdır) kısa zamanda ortadan kalkması mukadderdir. O halde diğer insanlara (hatta tüm mahlûkata) karşılıksız iyiliği gaye edinen müesseselerin tarih boyunca görünmesinden daha tabiî ne olabilir? Bunların birbirlerine benzemesi, aynı kaynaktan beslendiklerine işarettir, doğru. Ama o kaynak, onların sandıkları gibi “mutlaklaştırdıkları tabiat” değil, ALLAH’tır. Salih Mirzabeyoğlu’nun bir İbda tarih tezi halinde ortaya koyduğu “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” davası… Hz. Âdem (AS)’dan Resûlullah Efendimiz (SAV)’e kadar gelen “doğru çizgi” İslâm’dır. Beşeriyete faydalı bütün oluş ve buluşların membaı bu anlamda Hz. Âdem’den itibaren Müslümanlardır.
Zihin bir “mutlaklık noktası” ile nisbet kurmaya muhtaç; her daim “son ve mutlak bir tecrid noktası”nın aranması da o yüzden... Zihnimiz, fıtratımız gereği, sürekli bir ilk sebebin peşindedir ve onu bulmadan rahat edemez; ancak bir “mutlak”ın varlığına dair bilgiyle yatışır. Zihin kendi mutlağını bulduğunda, suda boğulmamak için çabalayan insanın ayağını zemine basması gibi sevinçle dolar. Diğer taraftan izah edilemez mutlakların getirdiği mutluluklar da geçicidir ve boğulmamak için çabalama yeniden başlar. Ta ki “asıl mutlak”a erişene kadar… Bu sebeble, Allah’a tam teslim olmuş Müslümanlar dışındaki herkesin kendi zannını mutlaklaştırması kaçınılmaz olmaktadır; Müslümanlar da, teslimiyet haline bürünebildikleri miktarda bu zafiyetten kendilerini kurtarabilmektedirler. Hülasa, Salih Mirzabeyoğlu’nun “mihraksız tümevarım zaafiyeti” diye isimlendirdiği hal, Batılı tarihçilerin saplandıkları dipsiz bataklığı çok güzel tarif etmektedir: Onlara göre mutlak olan maddî sebeblerdir ve her beşerî tezahürün arkasında kesinlikle maddî bir sebeb vardır. Bu maddî sebeplerden genellemeyle elde ettikleri neticeler de bu durumda mutlaktır. Bu sebebler, yerlerine konacak daha faydacı başka sebebler olmadığı sürece iptal edilemezler. Elbette bu zihniyetin nazarında İslâm ve onun güzide kurumlarından birisi olan vakıf bu genellemenin dışında kalamaz.
Aslında bunların yaptıkları, nefsaniyet güdülü metafizik yaklaşımlar getirmekten ibaret ve işin kötüsü bunun farkında da değiller... Netice olarak; bildiğimiz mânâda vakıf, ufak tefek bazı usûl ilaveleri dışında patenti tamamen Müslümanlara ait bir kurumdur ve 14 asırdır diğer medeniyetler, Müslümanları örnek alarak vakıflar kurmaktadırlar. Vakıfların insanlık tarihi boyunca serencamını anlattığımız bölümlerde bu konuyu teferruatlı bir şekilde ele almıştık.
Vakıflar (veya başka idarî müesseseler), asla göre usûl ve alet hükmündedirler. Temel referans çerçevesine uyulduktan sonra bu aletlerin sayısız şekilleri olabilir. Mekân ve zaman şartları, insanların değişen zihnî durumları, aletin biçimini belirler. Rahmetli Üstad’ın “İslâm’da idare şekli yoktur; idare ruhu vardır” sözü İslâm’da sürekli ferdî ve içtimaî değişime nazaran aletlerin elastikiyetine –elbette- öncelik verildiğine işaret etmektedir ve rahatlıkla vakıflar için de kullanılabilir. Allah’ın Resûlü Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir; ilahî beyan böyle… Bu rahmetin tebellür ettiği form da İslâm’dır. İslâm, bütün insanlığa rahmet olacak esasları bünyesinde barındırmaktadır. O, tenakuzdan azade, tutarlılık dairesi “tamam” olan tek dindir; geri kalan bütün inanışlar ise olmaları gerektiği gibi noksandır. Zamanın kendinde gizlediklerini birer birer açık etmesiyle, ferd ve cemiyetin istidatlarının karşılık bulacağı mutlak zemini oluşturmaktadır.
Esaslar belli, görünüşler değişken olabilir, dedik. Çağımızda ortaya çıkmış ve insanları pençesine alan birçok şeytanî tezahüre karşı konulamaması da, Müslümanların İslâm’ın esaslarıyla bağlarının gevşemelerinden kaynaklanmaktadır. Bir anlayışın esasıyla illiyet bağı gevşeyince, o anlayıştan neşet eden zihnî beslenme zayıflar ve o anlayış esaslarının yerleri başkaları tarafından doldurulur. Elbette tezahürler/görünüşler de bu yeni esaslara ait olur. Bu son derece tabiidir. Vakıf da İslâmî esasların tezahürlerinden biridir ve bu kurumun bozulmasını –bir kısım dış saikler müstesna- İslâmî esaslardan Müslümanların uzaklaşmalarına, bu esasları artık anlayıp bünyeleştirecek hali kaybetmelerine bağlayabiliriz. Anlayamadıklarını uygulayamadılar; taklitte kaldılar. Bu durum da, bilhassa vakıf meselesi malî bir cihetle alakalı olduğundan, hızlı bir yozlaşmayı beraberinde getirdi. Osmanlı’da halkın içinde bulunup da ilk yozlaşma emareleri gösteren müesseseler işte bu yüzden vakıflardır. Bir bütün halinde cemiyetin taklitçi duruma düşmesi, motor gücü olması gereken ulemadan başlayınca bozulmanın önü alınamadı.
Bu tesbitlerimizi, yazı dizimizin son kısmına koymayı planladığımız değerlendirme ve teklifler bahsine havale ederek meselemize geri dönelim.
Bir vakfın geçerli olabilmesi için bazı unsurların mevcudiyeti zorunludur. Bunları dört ana başlık altında toplayabiliriz. Sırasıyla a) vâkıf, yani vakfı yapan kişi, b) mevkufun aleyh, yani vakıftan faydalanacak kişilerin bulunması, c) vakfı yapan kişinin irade beyanı ve d) mevkûf yani vakfedilecek bir malın mevcudiyeti. Bu konuda yararlandığımız kaynakları da belirtelim: Ziya Kazıcı’nın “Osmanlı Vakıf Medeniyeti” ve Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Müessesesi” isimli eserleriyle İlhan Akbulut’un “Vakıf Kurumu, Mahiyeti ve Tarihî Gelişimi” isimli Vakıflar Dergisi’nin 30. Sayısında yayınlanmış makalesi…
Şimdi bu unsurları tek tek ele alalım.
a)Vakfeden kişi (Vâkıf): Vakfeden, vakfı kuran kimsedir. Bir mülk veya malın kendisini vakfeden kişiye vâkıf denir. Her fiilin bir failinin bulunması gerektiği gibi, şer’an her vakıfta mutlaka bir vakfedenin bulunması icâb eder. Vakfeden kişi, vakıf ehliyetine sahip olmalıdır. Vâkıfın fiillerinden sorumluluğu tam olduğunda, vakıf ehliyetine de sahip olur. Tam sorumluluk, vakfedenin akıllı ve reşit olarak buluğa ermesini gerektirir. Mümeyyiz ve gayri mümeyyiz küçükler, akıl hastaları ve bunamış kimseler, vakıf ehliyetine sahip değildirler. Tam sorumluluk ehliyetine sahip kadınlar da erkekler gibi vakıf kurabilirler.
Vakıf, hukuki bir akiddir. Bu akidle kişi normal olarak Allah’a yakın olma gayesiyle menkul veya gayrimenkul bir veya daha çok mülkünü dinî, hayrî veya içtimaî bir gayeye devamlı olarak tahsis eder. Bu gayenin derhal ve mutlak bir tarzda gerçekleşmesi zaruri değildir.
İslâm hukukunda gerçek şahıslar gibi hükmî şahıslar da vakfeden olabilirler. Ancak bu hükmî şahıslar adına karar merciinde bulunan kişi veya kişilerin de yukarıda zikrettiğimiz vasıfları haiz olmaları gerekmektedir. Elbette bu hükmî şahısta hissesi bulunan kişilerin veya onların vasilerinin rızalarının bulunması da diğer bir şarttır.
Ölüm hastalığındayken vakıf kurmak caizdir. Vakfedenin ölüm hastalığında yaptığı vakıflar, alacaklılar ve mirasçıları açısından ayrı ayrı değerlendirilir. Alacaklılar, vâkıf borca batık olması halinde vakfı iptal ettirebilirler. Borca batık değilse, borç kadarı iptal olunur. Mirasçılar ise, terekenin üçte birini aşan vakıflara icazet verebildikleri gibi iptal de ettirebilirler.
b) Mevkufun Aleyh: Vakıftan yararlananlara “mevkufun aleyh” denmektedir. Mevkufun aleyhin tespiti, aynı zamanda vakfın gayesinin de tespiti anlamına gelir. Vakıftan yararlananlar, genellikle üçüncü kişilerdir. Bunlar gerçek kişi olabilecekleri gibi herhangi bir yapı, hatta hayvan veya bitki de olabilirler. Mevkufun aleyhin ne veya kim olacağı bir vakıf senedi marifetiyle açık bir şekilde belirtilmelidir.
Okul, cami, yol, çeşme gibi kamu yararına kurulan hayır kurumu niteliğindeki vakıflardan toplumun tümü yararlanabilir. Buna karşılık, aşhane, düşkünler ve yetim yurdu ya da yoksullar için yaptırılan hastane gibi vakıflardan sadece fakir ve düşkünler istifade eder. Yine bu hususların senedde serahetle ifade edilmesi gerekmektedir.
Zürrî vakıflarda da mevkufun aleyh, umumiyetle kişinin çocukları olur ve ancak neslinin kesilmesi halinde vakıf gelirlerinden fakir ve ihtiyaç sahiblerinin yararlanması şartı konur. Bazılarında ise kişinin çocukları ile birlikte muhtelif ihtiyaç sahibleri mevkufun aleyh olarak zikredilebilir. Vakıfların şer’î miras hukukunun tasarrufundan mülk sahibini kurtarma yöntemi olarak kullanıldığı suiistimale açık nokta da işte tam burasıdır: Vakfı yapan, mevkufun aleyh olacak çocuklarını seçme hakkına sahibtir; istediğine istediği kadar varidat bırakabilir. Bu hususta muhtelif görüşler bulunmaktadır. Zürrî vakıfları yeri geldiğinde etraflı bir şekilde inceleyeceğiz.
Diğer iki başlığı da haftaya ele alacağız.
Baran Dergisi 471. Sayı