Vakfın tarifindeki beş ana unsurdan birisi olan “mevkûf/vakfedilen mülk” meselesi, vakıf bahsinde üzerinde en çok tartışılmış konuların başında gelir. Mevkûfu, “vakfın ruhu” diyebileceğimiz “kurbet/Allah rızası” yönünün ayağını basacağı “mekân” olarak da isimlendirebiliriz. Kurbet, vakıfta mihraktır ve bedihî bir hakikat olduğundan münakaşaya çok mevzu olmamıştır. Ancak mekân, yani vakfın mahalli mal ve mülkler konusu, bu mihrakın açılımı halinde, tıpkı bir noktadan ibaret merkeze nisbetle daire gibi, çok kapsamlı bir sahayı işgal etmektedir.
Tartışmaların özünü, diğer tüm hukukî meselelerde olduğu gibi tanım farklılıkları oluşturmaktadır. Mal ve mülk ile bunların vasıflarının tarifi, mülkün en temel hali olan arazinin tarifi ve nihayet hangi vasıftaki mülkün ne surette vakıf konusu yapılabileceği meselesi temel konulardır. Vakıf bahsinde mezhebler arası ve mezheb içi münakaşalar hep bu meseleler etrafında dönmüştür.
Vakfedilecek malın tabiatında dayanıklılık arandığından, bunun ancak gayrimenkullerle/taşınmaz mallarla sağlanabileceği zannedilebilir. Hâlbuki başta para olmak üzere birçok menkul mülk de mevcuttur. Mesela kitab, kılıç, ağaç da vakıf mallar arasında zikredilmektedirler.
Bu te hem dört mezhebin yaklaşımlarını hem de mevkûf meselesinin inceliklerini izaha gayret edeceğiz. Arazi meselesi son derece önemli olduğundan bu bahsin içinde ayrı bir başlık olarak ele alacağız. Arazi konusu, ziraî üretimin bile fabrikalara kaydığı ve toprak mülkiyeti meselesinin eski ehemmiyetini kalmadığı iddialarının hâkim olduğu devrimizde tam anlaşılamıyor. Bizim iddiamız ise arazi/toprak meselesinin, her ne kadar üretim şekilleri değişse de manen ve maddeten bağımlılığımız sürdüğünden ehemmiyetinden hiçbir şey kaybetmediği yönünde… İslâm’da toprak mülkiyet rejiminin ne olduğu, vakıfların burada nasıl bir fonksiyon üstlendiği ve istikbalde nasıl bir çözüm vaadinde bulunduğu incelememizin önemli başlıkları arasında olacaktır. Yine para vakıflarının cemiyetin sermaye ihtiyacına ne gibi cevablar verdiği ve müstakbel iktisadî rejimimizde bunların nasıl değerlendirilebileceği de önemli başlıklarımız arasında.
Vakfın konusu veya mahalli de denilen mevkûf meselesi, vakıf türlerini de belirleyicidir. Zaten vakfın orijinali, bir tarla veya arsanın vakfedilerek üzerindeki ürünlerin gelirinin veya kiraya verilerek elde edilen kiranın bir hayır cihetin tahsisidir. Ancak bu mesele sonradan birçok kombinasyonu havi bir hale gelmiş ve vakfedilen malın rakabesinin/ana mülkiyetinin aidiyetine istinaden vakıflar farklı isimler altında tasnif edilmişlerdir: Sahih, gayri sahih, irsâdî, vs.
Mülk kelimesi kudret ve hâkimiyet, mal kelimesi ise meyil-temayül ifade eder; mülkiyete yönelik alâka, beşerin nesneleri teshir/denetim altına alma vazifesiyle mücehhez yaratılmasının bir sonucu olsa gerek. İnsan ister istemez nesnelere ilgi duyuyor, her şeyi nesneleştirmek ve onlara tasarruf etmek istiyor. Kendimiz ile kendimiz olmayanı tefrik etmek suretiyle hayatımızı sürdürmekteyiz. “Biz olmayan” kendiliğinden nesneleştirilmektedir. Putperestlik bile “tanrı”yı nesneleştirme teşebbüsüdür. Aralarında derece farkı olsa da tüm nesnelere hâkimiyet isteği insanlığın umumuna şamil bir haldir; teshir arzusu… Sadece mal yığma, servet sahibi olma gibi çok basit şekillerde de değerlendirmemek lazım; bilgi edinme, bilgiyi keşfetme, gizliyi açık etme, farklı sahalarda meziyet sahibi olma basit servet sahibi olmayı dilemenin daha ileri merhaleleridir. Ruh, sürekli arzular ve daimî tekâmül peşindedir. Elde ettiğinden bıkar, bir sonrakine yönelir. Hep bilinmeyenin, esrarlı olanın arkasından gitme hissinin esiridir. Hiç erişilemeyene, ölümsüzlüğe ve mutlak tasarruf sahibi olmaya varma aslî talebidir. Bu sırada elde ettikleri de bu arayışın tezahürleridir. Güzel sanatlar, bu süreçte çıkan ulvî ürünlerdendir. Mal ve çocuk sahibi olma ise bu tezahürlerin en basit ve bu yüzden de en kuvvetli olanlarıdır. İnsanda mal biriktirme hırsının esası, mutlak tasarruf sahibi olma arzusudur, ölümsüzlüktür. Her insan ferdi (aslında mahlûkatın tümü), yaratıcısına dönme, O’nda kaybolma, “O olma” arzusu içindedir. Yeryüzündeki her şeyin istese de istemese de yer çekimine tâbi olması gibi, bütün yaratılmışlar bu mutlak kanunun hasrı içindedirler, ondan kurtulamazlar. Üreme arzusu, ölümsüzlük peşinde koşmaktır; servet peşinde koşma, mutlak tasarruf sahibi olma isteğinin bir yansımasıdır. Bunların doğrusu İslâm’dadır ve nisbetlere tutunarak (yani Allah’ın tesbit ettiği kurallar demek olan şeriat çerçevesi içinde disiplinli bir tarzda) “fena fillah/Allah’ta fani olma” haline erişmektir.
İnsan, Allah’a kulluğu yerine getirmek için yaratılmıştır. Allah’ın yarattığı bütün varlıklar bu hususta aynı durumdadır. Ancak, Allah’a mutlak tâbi melekût ve basit madde âleminin (basit maddeden -insan ve cin hariç- en gelişmiş organizmaya kadar) aksine insan ayrıca bir de imtihan içindedir. Başarının ödülü büyük, başarısızlığın da cezası; her ikisi de “sonsuza kadar” devam edecektir. İnsanlar sevdikleri şeylerle imtihan edileceklerdir. Bu durumda beşerî imtihanın zirvesi çocuk ve mal ile olsa gerek...
Diğer taraftan, malî ibadetlerin çok makbul olması ve kişinin malından Allah uğruna vazgeçmesinin büyük ecir getirmesinin hikmetini de burada aramak lazım... Sadakanın, Hz. Âdem’den itibaren şu veya bu şekilde tüm dinlerdeki aslî ibadetler arasında bulunduğunu, incelememiz esnasında mukayese ettiğimiz medeniyetlerde görmüş bulunmaktayız. Vakıf, tarifi gereği, sadaka nev’inden bir ibadettir ve kişinin mallarının bir kısmından Allah rızası için feragat etmesi anlamını taşımaktadır. Bu cihete yaklaştığı ölçüde ulvî, nefsini ölümsüzleştirip şan-şöhret aracı olduğu nisbette de suflî ve bayağıdır. Her ne kadar bütün medeniyetlerde benzerlerini görmüş olsak da, ilk insandan beri tevhid akidesinin aslını yaşatan İslâm dininde ancak gerçek anlamda mal ve mülkten fedakârlık ve feragat aksiyonunu müşahade etmekteyiz. O yüzden mevkûf meselesi çok titiz bir biçimde irdelenmiş ve neyin olup neyin olamayacağı kurala bağlanmıştır. Vakfedilecek mülkler mevzuundaki tartışmalar ikincil konular üzerindedir; esası etkilemez.
Vakfedilebilecek mülkler hususunda yararlandığımız eserlere gelince... Bu konuda Elmalılı’nın “Ahkâm’ül-Evkaf”, Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Müessesesi”, Ziya Kazıcı’nın “Vakıf Medeniyeti”, Fuad Köprülü’nün “Vakıf Müessesesi”, Ferit Saymen’in “Hükmî Şahıslar” ve Tevfik Güran’ın “Ekonomik ve Malî Yönleriyle Vakıflar” eserleri ile Ahmet İşeri’nin “Vakıflar” isimli araştırmasından ve TDV’nın ilgili maddelerinden istifade ettik. Bunların yanı sıra “VGM Vakıflar Dergisi”nde yayınlanmış birçok araştırmanın da bu hususta yol gösterici olduğunun hakkaniyet adına eklenmesi lazım.
Vakıf hukukunda diğer üç mezheble Hanefîler arasında ihtilafın en çok olduğu saha vakfedilecek mallar meselesidir. Bunun sebebi, mevkûf meselesine Hanefîlerin titiz bir şekilde eğilip çok dar kapsamlı yorumlamalarıdır. Ancak, diğer taraftan Hanefî mezhebinin örfe atfettiği ehemmiyet ve örfü fıkhın “intibak” mekanizması şeklinde telakki etmesi, başlangıçta dar olan kapsamı gitgide diğer mezheplerinkine yaklaştırmıştır. Bunda, bazı hususlarda o mezheblerin görüşlerinin benimsenmesi de etkili olmuştur. Mesela İmam-ı Azam Hz., mescid haricinde hiçbir yapıyı vakıf konusu kabul etmemiştir, zira mescid haricinde bir binanın vakıf olması için onun zamanında bir örf yoktu. Ancak bu husustaki gelişimi örfe bağlamıştı ve ilerleyen devirlerde hayır işine konu hemen hemen her bina bu sebepten vakıf kimliği kazanmıştır. Ancak Hanefîlerde örfe bağlanan bu vaziyet, diğer mezheblerde çoğunlukla başlangıçta çözülmüş durumdaydı.
Gelecek haftadan itibaren meselemizin esasına gireceğiz.
Baran Dergisi 484. Sayı